30 Nisan 2014 Çarşamba

İzmir'den boyoz geldi, evde bir bayram havası..

boyoz ve İzmir
Boyoz kutusunu açınca mutluluk saçıldı etrafa..
Dün, tam da öğle yemeğine çıkacakken kargo getirdi boyozleri. Poşetin dışından bile geliyordu kokuları burnuma. 
 Aslında bencil biri değilimdir, paylaşmayı severim. Ama ne yalan söyleyeyim; dün öyle olmadı. Kaptığım gibi kutuyu, hızlıca gittim eve. Çünkü boyozdü söz konusu olan, alelade bir börek değildi ki!  Boyoz demek İzmir demekti, İzmir demekse geçen yıllar, anılar, bir sürü şey demekti. Açsaydım boyoz kutusunu iş yerinde, belki de beğenmeyeceklerdi İzmir'e gönlü düşmemiş olanlar. 
 “Bu biraz fazla yağlı, ığykk
 diyeceklerdi muhtemelen ve boyoz küsecekti.. Dedim ya, o bir yiyecek değildi, bu eziyeti yaşamamalıydı. Açmadım boyozleri ben de iş yerinde; gönderen sevgili  dostum Demet'e coşku içinde teşekkür ederken dediğim gibi hızlıca eve gittim. Kutuyu açtım, hiç ısıtmadan yedim ayaküstü iki tanesini. O anda mutluluk hormonlarım sanki cisimleşmiş, gözle görünür hale gelmişti desem abartmış olmam sanırım. O anda ne kilo derdi, ne diyet ne başka şey vardı kafamda..
 Sadece İzmir'in imbatı eksikti...

Geçenlerde yine ansızın boyoz özlemim kabarmış ve Facebook sayfama boyoz resmi koyarak “Ahh, olsa da yesek” yazmıştım. Blogosfer'den arkadaşım Sevgili Gülşah Hanım, “ben getireyim” demişti tüm içtenliğiyle sağ olsun.. Aslında otobüs saati uysaydı, hem kendisiyle tanışırdım, hem de seve seve kabul ederdim boyoz teklifini.. Dedim ya, boyoz bir börek değil çünkü, boyoz İzmir'in ta kendisi benim gözümde.


Boyoz da ne ola ki demeyin, o tarifsiz bir lezzet

1400'lü yıllarda Türkiye'ye göç eden Seferad'lar getirmişler İspanya'dan boyozu. Tabii ki sadece İzmir'e değil, İstanbul'a da, Anadolu'nun başka yerlerine de götürmüşler beraberlerinde kültürlerinin parçası olan bu tarifi. Ama bir tek İzmirliler benimsemiş bu tadı, dolayısyla İzmir'de ticari ürün olmuş boyoz, zaman içinde de İzmirlileşmiş.. Boyozcu Avram Usta'ymış İzmir'lilere boyozu sevdiren.
İspanyolca küçük ekmek anlamına gelen “bolloz” müş asıl adı, çift -L- İspanyolca da -Y- diye okunurmuş, yani onlar da -boyos- dermiş bu lezzetli yiyeceğe.
 İnternetteki tariflere aldanmayın bence, evde kolay kolay yapılacak bir şey değil çünkü boyoz. Bir videosunu görmüştüm, küçücük hamuru ellerinde savura savura, mermer tezgaha çarpa çarpa, oklava merdane olmadan incecik ve kocaman, ama cidden kocaman bir yufka haline getirerek yapıyorlar bu böreği.. Öyle her yiğidin harcı değil yani boyoz yapmak.. 

İzmir'e gidecek, deniz kenarında bir çay bahçesinde yiyeceksiniz boyozu. Yanında sıcacık bir çay, elbette haşlanmış katı yumurta ve sevdiğiniz bir  dostunuz, yüzünüzde imbatın serinliği, sokaktan geçen güzel ve kendine güvenli İzmir'li kızlar olacak.  Bir yerlerden "gevreeekçii, taze  gevrekleeerim vaar!" diye sesler gelecek kulağınıza..  Hatta üşenmeyip ardından Kemeraltı'nda közde sakızlı kahve içeceksiniz... Başka türlü çıkmaz boyoz keyfi; börek yemek isterseniz zaten boyozle işiniz olmamalı..

boyozler
Bu sabah kahvaltım böyleydi..
İstanbul'a ilk geldiğim yıllarda şekerli kürt böreğini görünce şaşırmış, boyozun yokluğuna ise hiç alışamamıştım. O zamanlar anlamıştım her yerin kahvaltı kültürünün farklı olduğunu. Kahvaltı ise mutluluk demekti Cemal Süreya'nın en sevdiğim şiirinde söylediği gibi..
 Ne demişti: 
" Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem, Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” 
değil miydi o kocaman anlam içeren kısacık şiir..

Biz İzmir'deyken üzerine şeker dökülen börek bilmezdik, aslında açma da bilmezdik, simit de bilmezdik.. Bizim uzun sade böreklerimiz vardı, boyozlerimiz vardı haşlanmış katı yumurtayla birlikte satılan, kumrumuz vardı ve elbette bir de gevreğimiz ..


Bakmayın böyle içtenlikle İzmir'den söz edişime, İzmir'de doğmadım ben.. Ama yıllarca yaşadım bana göre  kutsal olan o şehirde. İzmir'de yaşayan, boyozun değerini bilen herkes tıpkı benim gibi kendini İzmir'li sayar zaten, kalpleri Ege'de kalanlarız biz. Hayalimizde Ege'nin sahil kasabalarından birinde yazarak çizerek yaşlanmak vardır. Ev yapımı kırma zeytin görünce dayanamaz, gördüğümüz bütün otları zeytinyağı-limon-sarımsak üçlüsüyle harmanlayıp yemek isteriz. Haa bir de bayılırız Yunan müziklerine..

Şimdi İzmir'de olmak vardı...
.....................
İzmirliler, değerini bilin şehrinizin; sevgilerim size gitsin bugün de..



Devamını Oku

29 Nisan 2014 Salı

Bir blog yazarı nasıl demoralize edilir?

Geçen gün yayınladığım bir Bumads içeriğine şöyle bir yorum aldım:

İnsanların yazılarına ilgi gösterdiği için takip ettiği blogların reklam metinleri ile dolması gerçekten çok üzücü. Yazılan reklam metinleri ne kadar kazanç sağlar bilinmez ama, okur kaybettiği kesin.”

demiş, üstelik kendisi de Bumerang'a üyeliği olan, üstelik blogunda reklamlar yer alan bir blog yazarı.. Bu yorum beni çok düşündürdü. Enine boyuna düşündürdü hem de. İçimde taşıyamadım, sizlerle de paylaşmak istedim ve her zamanki düşüncelerinizi bekliyorum yazının sonunda..

Öncelikle “biz ne zamandan beri bu kadar tahammülsüz olduk” dedim kendi kendime. Hatta bunu da dile getirdim yoruma verdiğim cevapta.. Bende aynı kişi olduğu izlenimini uyandıran, ama kendini “adsız” olarak tanıtan başka bir takipçim ise ben yanıtı yayınladıktan çok kısa bir süre sonra “okurlarınızın getirdiği eleştiriyi tahammülsüzlük olarak algılamanız, eleştiri kabul etmeyen biri olmanız da beni çok üzdü, bunca zamandır sizi takip ediyordum” yanıtını vermiş.

Öncelikle şu konuyu bir açıklığa kavuşturalım:

kızgın olmak

Eleştiri kabul etmemek ayıp mıdır?

Eğer eleştiri yüksek perdeden bir üslupla yapılmışsa; söylenenlerde gerçeklik payından öte karşı tarafı rencide etmek, köşeye sıkıştırmak, direkt suçlamak gibi bir amaç açık seçik görülüyorsa; eleştirilen kişinin yaptığı üretimlere/ yazdığı yazılara bir şekilde müdahale etmek gibi bir yan amaç da varsa; o eleştiriyi kabul etmemek ayıp değil, aksine dik duruş sergilemektir bana kalırsa.

Eleştirinin dozunu ayarlarken, eleştirinin dilini seçerken, karşı tarafla empati kurmayı kaçımız deniyoruz acaba?




Şimdi konumuza dönelim; oysa ben gayet nazik bir biçimde “Böyle düşünmenize üzüldüm, beğenilen bir blog bir iki Bumerang tanıtım yazısı yayınladı diye takip edilmekten vazgeçiliyorsa burada başka bir gerçeklik var: Tahammülsüz bir toplum olduk, işte bu çok daha üzücü” demişim. Adsız arkadaş da beni eleştiri kabul etmemekle suçlamış bunun üzerine..

Tekrar soruyorum, hatta altını çizerek soruyorum:
  •  Biz ne zamandan beri bu kadar tahammülsüz bir toplum olduk?
  • Biz ne zamandan beri başkalarının cebine giren parayı sorgulamaya başladık?
  • Biz ne zamandan beri “Ben nasıl istersem öyle olacaksın, aksi taktirde yoksun!” moduna girdik?
Bu sorulara sosyologların vereceği çok kapsamlı yanıtlar mutlaka vardır. Naçizane ben de kendi yanıtlarımı vermek isterim:
  • Bizi yönetenler o kadar tahammülsüz ki, bu bakış açısının toplumsal yansımaları da hayatın içinde..
  • Yüz yüze söylemeye cesaret edemeyeceğimiz şeyleri internet ortamında çatada çutada yazıverip(!), bir tuş ile karşı tarafa göndermek kolayımıza geliyor tabii.. Rahatlıyoruz, oh be diyoruz, içimizde kalmadı ya diyoruz.. Karşı taraf kırılmış dökülmüş, enerjisini yitirmiş umurumuzda bile olmuyor.. Yani aslında internet çıktı, mertlik bozuldu desek yeri var!
  • Para konuşmak da, başkalarının kazançlarını sorgulamak da en az kendi kazancımızla övünmek kadar normal karşılanıyor artık. Bir blog yazarının bir iki reklam karşılığında aldığı paraya kızmak, bunu kabul edememek nasıl açıklanabilir ki başka türlü?
  • Ben nasıl istersem öyle olacaksın, aksi takdirde yoksun” mantığı ise en geçerli düşünme biçimi  maalesef günümüzde Benim gibi olmazsan sana hizmet vermem, benim istediğim gibi yazmazsan seni okumam, benim istediğim gibi giyinmezsen seni ötekileştiririm, benim istediğim gibi davranmazsan seni hapse atarım...” vs şeklinde uzayıp giden bir hükmetme durumu toplumun bütün katmanlarına yayılmışken, blog yazarlarına baskı olmaması mümkün mü, değil elbette..
Demem o ki, ben eleştiriye çok kapalı biri değilim. Ama kendim nasıl insanları kırmamak için sözcükleri dikkatlice seçerek “şöyle yapsanız nasıl olurdu acaba, bir düşünebilir misiniz rica etsem..şeklinde eleştiri yapıyorsam, karşı taraftan da aynı nezaketi beklerim... Hassasım anlayacağınız, öyle olmasa bu yazıyı yazar mıydım; güler geçerdim..

Diğer bir konuda şudur:
sinirlenmek
sevdiğiniz blog reklam yayınlamış!

Sevdiğiniz blogda tanıtım yazısı gördünüz, ne yaparsınız?

Yapılacak çok fazla şey de yok aslında:

a- “Reklam var bugün blogda, hiç ilgilenemeyeceğim” der okumadan gidersiniz.
b- “Reklam var bugün blogda, seviyorum da Evdeyazar'ı, bari biraz desteğim olsun!” diye yazıdaki linklere tıklar, yazıyı okur, hatta yorum yazarsınız.

Bence “C” şıkkı yok..

Eğer sizce C şıkkı, “Kaç para kazanılıyor bu işten de, niye yayınlıyorsunuz da , vıdı da bıdı da bıdı “deyip bunu yorum olarak yazarak blog yazarının moralini bozmak ise eğer; blog yazarına ancak böyle bir yazı yazdırmış olursunuz, hatta blog yazarı size teşekkür eder konu ilhamı verdiğiniz için.. (Üstelik bunu yapan kişi Bumerang üyesi bir blogger ise, blogunda reklamlar varsa, biraz düşündürücü de bulur; bunun tekrar altını çizmek istiyorum!)

Blog yazarının para kazanması ayıp mı?


Daha önce de söyledim, yine söylüyorum; blog yazarlarının para kazanması ayıp değil. Bunun da yolu biliyorsunuz reklamlar ve tanıtım yazılarından geçiyor. Nasıl ki gazeteler varlıklarını sürdürmek için reklam yayınlıyorsa, nasıl ki televizyonlar reklamları abartıp programın önüne geçirecek kadar yayınlıyorlarsa; - ki bu doğru değil- biz blog yazarları da blogumuza verdiğimiz emek karşılığında mütevazı reklam kazançları elde ederek kendimizi motive ediyoruz. Bunun neresi ayıp olabilir ki?

Eğer bir blog sürekli reklam yayınlıyorsa, reklam banner'larından yazı bile görünmüyorsa evet o blogu takip etmeyebilirsiniz, zaten ben de öyle blogları takip etmiyorum.

Ama benim gibi kırk yılın başında tanıtım yazısı yayınlayan, yayınladığı tanıtım yazılarını da mutlaka eğlenceli bir üslupla saatlerce düşünerek yazan, ayda en fazla 2 tane de Bumerang teklifi yayınlayan bir bloga “reklamlara boğulmuşsun!” eleştirisi yapmak gerçekten de insafsızlık..

Üzüldüm başlangıçta ama sonra vazgeçtim. Bir yazısında okumuştum, Zülfü Livaneli köşe yazarlığı yaparken övgülerin yanısıra hakaret dolu e-postalar da aldığından bahsediyordu hafif sitemkâr bir şekilde.. Üstada bile bu şekilde yorumlar gelebiliyorsa bana gerçekten de fazla söz düşmez!

Beni bilen zaten biliyor, bu şekilde yorum yazan da varsın bundan sonra okumayıversin Evdeyazar'ı, ne diyeyim ki artık..


Son söz olarak diyorum ki; yorumuyla içimi şişiren arkadaş, kelimelerinden negatif enerji akıyor, böyle hayat geçer mi?

..Oysa ki güzel olmak var ...”
Edip Cansever



Devamını Oku

28 Nisan 2014 Pazartesi

RUH DETOKSUNDAYIM..

Bir süredir ülke gündeminde, politik dünyada neler olup bittiğinden uzağım. Aslında tam uzak da değilim ama detayları bilmiyorum diyelim. Öyle bir hafifledim ki anlatamam.

Mesela Anayasa Mahkemesi başkanının zehir zemberek açıklamalar yaptığını ve bunun üzerine başbakanın toplantıyı terk ettiğini bir haber başlığı olarak biliyorum, detayları ile hiç ilgilenmiyorum.. Birileri çıkıp basın açıklaması yapıyor, ama gerçekten de ne dinliyorum ne de okuyorum o saçmalıkları, ruhumun detoksa ihtiyacı var çünkü..

huzur


Çok yaraladılar, çok kirlettiler bilinç altımızı son yıllarda. Üst perdeden konuştular, kavga ettiler. Gözümüzün içine baka baka yalanlar söylediler, bizi aşağıladılar. Birileri, gözümüzün önünde koltuk kavgası yaşarken, bunu “halk” adına yaptığını belirtmekten geri durmadı. Hangi halktı bu; ben mi, siz mi, kimdi bu yararı çokça düşünülen insan grubu?

Daha çok kitap okuyorum son günlerde, “Paşa Gönlüm” diye eski zamanlardan kalma güzel duyguları anlatan bir dizi film başladı, onu izliyorum mesela.. Akrabalarıyla yaşadığı evden kaçıp, belki de hiç görmediği annesini İstanbul'da aramaya gelen Türkan, bir Türkan Şoray edasıyla içimi ısıtıyor. Beş parasız bir parkta otururken Paşa Dede rolündeki müthiş oyuncu Sezai Altekin ile karşılaşıyor, Paşa Dede ısrar ediyor ve O'nun konağında yaşamaya başlıyorlar birlikte. Paşa Dede Türkan'ı çevresine “torunum” diye tanıştırıyor. Düşünsenize bu devirde, böyle bir olayın yaşanması gerçek bir masal gibi geliyor kulağa.. Politikacıların nefret kokan acı söylemleri sonrasında eski zamanlardan süzülüp gelen, insan sevgisi dolu masal izlemek, gerçek bir arınma yaratıyor ruhumda..

Çok değil yirmi gün öncesine kadar akşamları tartışma programlarını izleyerek geriliyordum boşu boşuna.. Ne gerek var ki bütün bunlara, neden sinirlerimi bozayım ki dedim sonra birdenbire.. Açıyorum bazen belgesel kanallarını, evrende ne kadar küçük olduğumuzu görerek rahatlıyorum. Onlar da, o bizleri aşağılayan, o kendilerini dev aynasında gören tipler de küçücükler çünkü evrende..

Tavsiye ederim dostlar; bu kirlilikten arınmak, moda deyimle 'ruh detoksu' yapmak cidden iyi geliyor..

Sevgiyle kalın..




Devamını Oku

27 Nisan 2014 Pazar

Çöpçatan değil onlar, toplum mühendisleri!



Bizim işyerindeki Selma, eski iş yerindeki Metin ile çok yakışır; bir yolunu bulup onları tanıştırayım

Arkadaşım Merve gelmiş Ankara'dan, akşama buluşacağız. .Ne zamandır görüşmüyoruz kendisiyle de, sahi Gülcan'la da, Ali ile de, Şirin ile de ne zamandır görüşmüyoruz. Dur ben onları da çağırayım, akşama şöyle kalabalık bir masa kuralım. Merve'ye sormayayım amaan, ne olacak canım.. O da yeni insanlarla tanışmış olur fena mı, benimle özel ne konuşacak ki zaten, yalnız olursak sıkılırız hem!

Akşama bizim iş yerinden kızlarla buluşacağız, sen de gelsene n'olur n'olur! Ne olacak canım, tanışırsınız. Gerçekten de çok tatlı kızlardır. Gelmezsen küserim bak!”

.........................................
Böylesi diyaloglar uzar gider, bazen böyle ortamlardan kaçmak için ne yapacağınızı şaşırırsınız. Öyle profesyonelce baskı uygulanır ki üzerinizde, çoğunlukla "koyun" gibi olaya katılmaktan başka bir şey de gelmez elinizden. Tanıdık geldi mi size de bu durumlar?


sosyal insan

Gönüllü sosyal ağ elçileri


Ortada Facebook, Twitter, Instagram yokken bu insanlar gönüllü sosyal ağ elçisi gibi çalışıyorlardı. Onu buna tanıştırmak, bunu şuna yakıştırmak, senaryolar çizmek.. Arada abartıp olmadık insanları bir araya getirerek trajedilere yol açmışlıklarına ise iş kazası süsü verirler, bir şekilde olaydan sıyrılmayı başarırlardı..

Aklınıza sakın çöpçatan yaşlı teyzeler gelmesin; o teyzeler bu işlere genç yaşta başlayanların yaşlanmış halleridir bence, hatta kesin öyledirler bile diyebilirim. Can çıkmayınca huy çıkmayacağı gibi sonradan huy da edinmiyor insanlar. Sonradan edinilenler alışkanlıktır, karıştırmayalım lütfen.. Hem bu anlattığım tiplerin erkek versiyonlarının sayısı da hiç fena değil. En azından ben böyle erkeklerden çok gördüm diyeyim.

Facebook, Twitter gibi dijital sosyal ağlar hayatımıza girince bu sefer bu tipler arkadaşlarının arkadaşlarını didiklemeye başladılar; arada karşı tarafa söylemeden hoop birilerini “ekleyİVERdiler” kendi listelerine.
Hayatlarının büyük bölümü “tezlik fiili” kullanarak/ yaşayarak geçtiği için internetin hızına da kolayca adapte oldular.

Fiil + “-İ” + ver-.......... tezlik fiili

Yani onu ona tanıştırIVERirler, kimseye sormadan etmeden alakasız insanları bir araya getiren organizasyonları yapIVERirler, bu düşüncesizlikten kötü bir sonuç çıkarsa da “olUVERdi ne yapayım” deyip kendilerini iki dakikada aklaYIVERirler! Bir tezlik, bir acelecilik, bir düşünmezlik ki sorma gitsin..

Facebook'u çok sevdiler. Profil fotoğraflarıyla insanları eşleştirme oyunu, adeta puzzle tutkusu gibi sardı beyinlerini.. Çünkü onların yapısı böyleydi.. Son yıllarda sıkça duyulan toplum mühendisliğini yapıyorlardı kendi küçük dünyalarında zaten de, yaptıkları şeyin adını bilmiyorlardı!

Nedir bu toplum mühendisliği?


Vikipedi, basitçe “zihin mimarlığı” diyor toplum mühendisliği için. Toplum geneline, dar topluluklara ve hatta kişilere yönelik uygulanabileceğinin de altını çiziyor. “Toplum mühendisliği yaparken, rakip düşüncenin alt edilmesi için çeşitli pazarlama faaliyetleri yürütmek, sürekli tekrarlar yapmak, çeşitli propaganda ve organizasyonlar yapmak bilinen yöntemlerdir” diye ekliyor.

Bu yazıda anlatmaya çalıştığım tipler, bu işin diplomasız uzmanları aslında.. İyi bir şey midir bu durum diye sorarsanız; mühendisin zihniyetine, amacına, yeteneğine ve zekasına göre değişir derim. Genel olarak böylesi durumları sevmem. Üzerimde her ne kadar iyi amaçlarla olsa bile baskı kurulursa kaçarım ben. Bir şeyin bana dikte edilmesinden hiç hoşlanmam, özgür irademle istemediğim şeyleri bana 'katakulliyle' yaptırmaya çalıştıklarını hissedersem – ki hissederim- beni kaybeder karşı taraf..

Çünkü ben “hayır” demeyi öğrendim artık..

İyi pazarlar efendim, sevgiyle..





Devamını Oku

23 Nisan 2014 Çarşamba

#derizaileblogla yarışmasında bu yazı birinci olmalı, desteklersiniz değil mi..

Böyle bir başlık atınca biliyorum ki sadık takipçilerim bu yazının devamını mutlaka okuyacaktır, aramızda böyle bir bağ olduğuna yürekten inanıyorum çünkü. E bunca aydır az çok tanıdınız da beni, sizleri sıkacak yazı yazar mıyım hiç?

Aslında sizin destekleyeceğiniz bir durum da yok ortada, yani sms falan gerekmiyor. Yazıları firmanın jürisi değerlendirecekmiş. Sizler eğer bu yazıya çok çok yorum yazarsanız, belki jüri de etkilenir diye düşündüm açıkçası.. Beni bilirsiniz, bende her şey açık seçik ve yalansız dolansız.. Amacım bu yazıyı çok okutarak jüriyi etkilemek ne yalan söyleyeyim.. Eğer yarışmanın birincisi olursam keyifleneceğim, bu sayede daha güzel yazılar yazacağım, bu da sizin kazanımınız olacak. Hep söylüyorsunuz ya bana, “sen hep yaz” diyorsunuz ya, o halde desteklerinizi de esirgemeyiniz efendim, alınız çayınızı kahvenizi, yapınız yorumlarınızı sonrasında güzel güzel..

(Çok değerli jüri üyeleri, sizleri ve halkımızı yarışma konusunda asla baskı altına almıyorum, sakın yanlış anlaşılma olmasın! Ödüllerde de gözüm yok; bu bendeki sadece kazanma hırsı, çocukluktan kalma bir şey. Girilen yarışma kazanılmalı mantığı, hele ki söz konusu olan yarışma yazma eylemi ile ilgili ise, bir çeşit arıza diyelim☺)

BlogHocam'dagördüm bu yarışmayı, sözkonusu BlogHocam olunca katılmamak olmazdı elbette.. Aslında tanıtım yazısı yazdırmanın rekabetçi, zekice ve hoş bir versiyonu olmuş yarışma fikri. Ne yalan söyleyeyim, firmayı bu yaratıcılığından ötürü tebrik ediyorum. Yaklaşık 15 aydır blog dünyasındayım, böyle bir kampanyayla ilk kez karşılaşıyorum .. (Firmayı da övdüğüme göre jürinin kararı pozitif yönde ilerliyor, hissediyorum; heyecan dorukta bende, ne yazacağımı bilemez hallerdeyim! Oh My God!)

Aranızda bu yarışmayı hâla duymayan blog yazarları varsa, 29 nisana kadar vakitleri olduğunu da belirteyim yeri gelmişken. Bence katılın; heyecan olsun, tatlı tatlı edelim rekabetimizi ama iddialıyım onu baştan söyleyeyim.☺ Yarışmaya katılmanın zevki de burada zaten, kaybedersem nasılsa bir kulp bulurum..

Deriza.com sitesinden bir ürün tanıtacağız hepi topu ve de büyük ödül tablet olacak, ikinciye üçüncüye de güzel ödüller var. Katılan her blog yazarına 50 liralık indirim de uygulayacaklarmış. Aslında ödül bahane, yazmak şahane, öyle değil mi dostlar..

Biz blogger'lar zaten yazmayı seven insanlarız, tanıtırız bir ürün ne olacak ki yani ..

Ben daha önce de tanıtım yazısı yazarken alışılmışın dışında denemeler yapmıştım, bu sefer de öyle keyifli bir şeyler olsun istiyorum. (Okumaktan sıkılmadınız umarım, daha ürünü tanıtacağım, sakın ayrılmayın bir yere)

Bu sefer biraz espriyle yaklaşmak istiyorum olaya.


Konumuz kadın çantaları..

Kadın çantası deyip geçmemek, olayı basite indirgememek lazım. Kadınların hayatı sığar o çantalara.. Dışarıdan küçücük görünse bile içine bunca şeyin nasıl sığdığını bir türlü anlamayan erkeklerin bile kanıksadığı makyaj malzemesi, parfüm, tarak, ayna, ağrı kesici ilaç falan klasik kalıyor, lafını bile etmiyoruz. Son yıllarda bir sağlıklı yaşam, bir ara öğün modası çıktı ki artık kadın çantalarına fındık-fıstık, ceviz, su şişesi, hatta probiyotik yoğurt bile girmeye başladı.. Nedir bu kadınların çektiği mirim, yakında üreticiler kadın çantalarına “beslenme gözü” de koymak zorunda kalacaklar.( Bu da firmaya yaratıcı ürün tavsiyem olsun, daha ne yapayım?)

Açtım siteyi baktım, yarışmaya katılıyorum diye söylemiyorum, gerçekten de çok hoş ürünler var. Zor oldu seçim yapmak ve en sonunda  yeşil çantayı çok beğendim.


canta
sermina çapraz çanta


Bu çantayı niye sevdim?

Bu çanta 24 cm genişliğinde ve 20 cm boyunda, o la la.. Benim gibi küçük çanta seven, ama içine 7 inch'lik tabletim de sığsın, 19 cm'lik kitabım da sığsın diyen okur yazar, hadi diyelim azıcık da entel-dantel olanlar için ideal.. Kitapsız çıkmak istemiyorum sokağa, evimdeki küçük çantalara hem kitap hem de tableti sığdıramayınca da sinir oluyorum. Zira benim hâla akıllı telefonum yok, tablete muhtacım.. Çanta azıcık büyük olacak o yüzden. Ama öyle bavul gibi çantaları da sevmiyorum; zaten boy en az 178 cm olacak ki bavul çanta şık dursun.. Yani sözün özü bu çanta tam benlik..
Bu çanta çapraz takılıyormuş, harika! Gördüğünüz üzere uzayabilen bir sapı var. Bana göre çanta denilen nesne insanın elini kolunu meşgul etmemeli, yani omuza takılmalı geniş geniş. Manavda domates seçerken çantanın varlığı insanı rahatsız etmemeli. Pazar gezmesine çıkarken takın bileğinize çantayı iyi güzel de, işe giderken, hele ki metrobüse falan binmek zorundaysanız çantayı omuza çapraz asmak şart! 1950'li yıllarda Pera'ya gezmeye inen kadınlardan olsaydık elbette tüllü şapkalarımıza kısa saplı çantalar yakıştırmayı biz de bilirdik değil mi ama..
Bu çantanın bir sürü gözü var, yihuu!.. Sigarayı bırakalı dört ayı geçti söylemesi ayıp, içinizde sigara içenleriniz varsa öndeki fermuarlı göz ideal.. Ben sigara içerken çantama illaki tütünler dökülürdü, bazen üşenirdim temizlemeye, o tütünler bulaşırdı başka şeylere sarı sarı!! Sahi sigarayı bırakmanın bu güzelliğini hiç fark etmemiştim daha önce, çantam daha temiz artık..

Bu, tam yaz renginde bir çanta! Fıstık yeşili ne de yakışır bahara, yaza.. Kotla olur, keten pantolonla olur, beyaz ayakkabı ile olur, bence herşeyle uyabilecek harika bir renk. Ayakkabı çanta ile takım olmak zorunda klişesinden sıkılmadınız mı? Alın size cıvıl cıvıl bir yenilik..



Peşin fiyatına 6 taksit de varmış, üstelik hakiki deri.. Kendinize bir güzellik yapmak istiyorsanız, daha ne düşünüyorsunuz alın derim..



İşte bu kadardı tanıtım, okuma sabrı gösterdiğiniz için teşekkürler efendim.



Not: Yarışma hakkında detaylı bilgi almak ve yarışmaya katılmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.

http://deristyle.com/blog/deriza-sponsorlugunda-blogculara-ozel-odullu-yarisma-derizaileblogla/









Devamını Oku

20 Nisan 2014 Pazar

Freelance işlerde piyasayı kimler kırıyor?


Evde çalışan insanlara “ucuz iş gücü” muamelesi yapılması, freelancer çalışmanın bir tercih değil de bir mecburiyet olarak algılanıp “iş bulamadığı için evde çalışıyor, demek ki paraya ihtiyacı çok; ne versem kabul eder” mantığı ile yaklaşılması, home-office çalışma biçiminin ülkemizde henüz yeterince kabul görmediğinin bir göstergesi diye düşünüyorum.

Aslında bu konuda söylenecek o kadar çok şey var ki..

İşsiz insan çok olunca freelance  işlerin fiyatları dipte elbette!

Tüik tarafından açıklanan Aralık 2013 işsizlik rakamlarına baktım, yine %10 civarında. Şahsen ben buna inanmıyorum. Üniversitedeyken iş hukuku hocam istatistikler bikini gibidir, her şeyi gösterir ama asıl merak edilen yerler gizlenir” demişti. Bu cümleye çok gülmüştük o zamanlar ama beynimizde de bir şekilde yer etmiş işte..
Yani demem o ki, %10 diye bir işsizlik rakamı bana asla ve asla inandırıcı gelmiyor. Çıkın mesai saatinde mesela Bahariye Caddesi'ne ve bir bakın etrafınıza, kalabalıktan adım atamazsınız! Üniversiteden yeni mezun olmuş yakınlarınızı bir düşünün, kpss sınavı için dershane kapılarını aşındıran çoğunluğa bir bakın.. Yani yok öyle %10 filan, insanın gözü inanmalı her şeyden önce..
Konuyu dağıtmayalım, bu işsiz arkadaşların çoğu, iş aramaktan bunaldıklarında evden para kazanma derdine düşüyor. Neyse yetenekleri, mesela çeviri, mesela içerik yazma, mesela veri tabanı yönetme gibi konularda iş kapmaya uğraşıyorlar çeşitli platformlarda. “İşi ben almalıyım” mücadelesi başlıyor sonrasında. Aslında iş dünyasında temel var olma içgüdüsü de diyebiliriz buna. 
Nasılsa işsizim, bu  geçici sürede  ne kazansam kârdır” mantığı ile yaklaşıyorlar olaya. Böyle yaparak, tercihlerini evde çalışmaktan yana kullananlara karşı haksız bir rekabeti de körüklüyorlar maalesef. Zaten “ucuza iş kapatıcılar” hep tetikte olduğu için emek sömürüsü korkunç boyutlara ulaşıyor. Kıran kırana pazarlıklar yapılmıyor bile.. İş yaptırıcılar, ucuz alternatiflerin farkında oldukları için zaten çoğu zaman isteseniz de pazarlık yapamıyorsunuz, sonrasında ise doğal olarak bu rezillikten kaçıp kurtulmak istiyorsunuz. Ben mesela üç kuruşun hesabını yapanlardan çok sıkıldım. 
Eskiden amele pazarları olurmuş ya, belki halâ da vardır. Şimdilerde ise nitelikli elemanların emeklerinin alınıp satıldığı internet ortamları var. Sömürü aynı sömürü, mantalite aynı mantalite, değişen bir şey pek yok aslında; sadece kapitalizm daha da vahşileşti!

emege saygi


Şark kurnazları yine devrede!

Bilirsiniz Kemal Sunal'lı, Şener Şen'li seksenli yılların filmlerini. Şark kurnazı tabir ettiğimiz şahısların hedef kitlesi o dönemlerde ünlü bir türkücü olmak isteyen saftirik vatandaşlardı. Onlara hitaben uyduruk ilanlarla “şarkı yarışması” düzenlerler,  yarışmaya katılım paralarını toplayıp insanların umudunu çalarak bir süre sonra ortadan kaybolurlardı.

İşte eski filmlerdeki şark kurnazları çağa uyum sağladılar. Baktılar ki internetten herkes para kazanıyor, onlar niye kazanmasındı değil mi ama! Hemen pratik zekâları(!) çalışmaya başladı. Birilerinin sırtından internet ortamında nasıl para kazanılırın hesabını yapmaya başladılar. 

Ev hanımları, öğrenciler günde iki saat makale yazarak ayda 3000 TL kazanabilirsiniz”

gibi gerçek dışı sloganlarla girdiler işe. Önce bir web sitesi kurdular, kendilerini nasıl lanse ettilerse artık, Seo firmalarıyla anlaştılar. Mesela 10 liraya aldıkları makale işini evde para kazanmak isteyen kişilere 1 TL ya pas etmeye başladılar. Kan ter içinde yazı yazan kişi 1 lira kazanacağı için sevinirken bu kurnazlar 10 liranın tamamını  cebe indirme derdine düştüler.
"Ödeme talep etmek için 50 liralık yazı yazın” gibi kurallar koydular akıllarınca. E tahmin edeceğiniz üzere ödeme yapmadılar, sudan sebeplerle ya yazıyı geri çevirdiler, ya da site bir iki ay sonra ortadan kayboldu ve benzer bir adla yeni site açarak dolandırıcılığa devam ettiler. Ben de bu işe ilk başladığımda onlara para kaptıran saftiriklerdendim itiraf edeyim. Birisi deneme diye benden aldığı yazıyı yayınlamıştı ödeme yapmadan, bir diğeri ise cidden profesyonel görünen bir siteydi; çok olmasa da biraz alacağım birikmişti içeride, baktım ki bir sabah site yok olmuş! Sonrasında hepsinden uzaklaştım. Tecrübe gerçekten de yenilen kazıkların toplamıymış, ben en fazla 50-100 lira zararla bu cümlenin anlamını bir kez daha kavrayan şanslılardan sayıyorum kendimi..
O kadar çok ki bu dolandırıcı siteler, yazın Google'a “evde yazarak para kazanmak” diye onlarcasını görürsünüz. İçlerinde UzmanKirala gibi bu işi cidden profesyonelce yapıp, sizi doğru işverenle buluşturma karşılığında küçük komisyonlar alanları, ücretinizi garanti ederek aldıkları komisyonu hak edenleri  elbette ayrı tutuyorum. 
"Diğer düzgün siteler hangileri?" derseniz ise verecek cevabım gerçekten yok.  Deneme yanılma yöntemi ile kendiniz bulacaksınız!
Bu hep böyledir ya, birileri yaratıcıdır, emek verir; diğerleri o emeğin üzerinden alavere dalavere ile 10 kat daha fazla  kazanır, korsan kitapçılar da böyledir mesela..



evde calismak



Herkes uzman oldu!


İnsanın biraz haddini bilmesi, yeteneklerinin sınırlarını görmesi lazım. Diplomayla olmuyor elbette bu, öz eğitim şart..
Kıytırık 1 aylık kursa gidip bilgisi teoriden ibaret olan herkes kendini "fotoşop uzmanı" diye lanse ederse, yazdığı bir sayfalık yazıda 10 tane yazım hatası olmasına rağmen kişi kendini "makale yazarı" olarak lanse ederse, html temel bilgiyi aldıktan sonra kişi kendini "kodlamacı" olarak lanse ederse ortalık ne olur bir düşünün?

İyiyle kötü asla ayırt edilemez, edilemeyince de fiyat pazarlıkları lafta kalır..



Sonuç olarak evden para kazanılmaz demiyorum ben. 
“Evden para kazanmak çok kolay, herkes yapabilir” diyenlere ise “kazın ayağı hiç de öyle değil” demek istiyorum hepsi bu!

Ekmek her yerde aslanın ağzında; kolay para kazanma hayalleri kurmayın boşu boşuna diyor ve çekiliyorum şimdilik..






















Devamını Oku

17 Nisan 2014 Perşembe

Sosyal medyada nasıl var olunur?


Dün yeni işim gereği en az 5-6 saat Facebook'da takıldım. Şimdi içinizden “hahaha ne diyor 
yine bu cins kişi?” şeklinde söyleniyor, hatta gülüyor olabilirsiniz. Amacım saatlerce kalmak değildi gerçekten, rakip firmaların Facebook paylaşımlarına bakıp çıkacaktım, çıkamadım takıldım resmen.
Oradan oraya, o paylaşımdan bu paylaşıma derken kendimi sosyal medya ajanslarının Facebook sayfalarında buldum.

Ayinesi iştir kişinin” demiş atalarımız ya, vardır bir bildikleri dedim, en doğru paylaşımları sosyal medya ajanslarında görürüm diye düşündüm. Belki doğru adresleri bulamadım bilmiyorum ama resmen hayal kırıklığı yaşadım. Web sitelerinde “şöyle harika ekibiz, şöyle ROI hesaplarız, firmanızın Swot analizini şak diye çıkarırız, sizi uçururuz..vs” şeklinde kendilerini lanse eden sosyal medya ajanslarının çoğu (hepsi değil elbette, baktıklarımın çoğu diyeyim, durduk yerde sosyal medyacıları kendime düşman etmek istemem) öncelikle güncellemede benim gözümde sınıfta kaldılar. Günde bir kere bile paylaşım yapmamış olanlar bir yana, Facebook sayfalarında en son yeni yıl mesajı yazanlar bile vardı!

social media


Ben mi tuhafım, beklentilerim mi yüksek? Bir şirket kendini sosyal medya ajansı olarak tanıtıyorsa, kendi hesaplarını mükemmel şekilde yönetmesi gerekmez mi?

 Söylemesem içimde kalacak, her başarısızlığa kulp takmada üstümüze yoktur ya, belki de en yaratıcı yanımız burasıdır bile diyebiliriz milletçe.. Hemen sizin de aklınıza gelen o cümleyle cevap verilir değil mi, efendim neymiş “terzi kendi söküğünü dikemezmiş”!

Kabul etmiyorum ben, dikecek kardeşim, o terzi kendi söküğünü dikecek, nokta ☺

Dedim ya kıvırtma uzmanıyız hepimiz, “terzi o kadar başarılı ki, işler kuyrukta bekliyor, o nedenle kendi söküğünü dikemiyor” diyenleriniz olacaktır. Yine yemiyorum, çırak alsın kendine diyorum, başarısızlığa kulp çok, maksat katıksız başarı oysa ki.. En azından benim gözümde böyle.

O halde işini iyi yapan sosyal medya uzmanı arkadaşlaradır sorum:


Nedir sosyal medya işlerinde optimum paylaşım sıklığı? Mesela Facebook'ta günde 2'dir de Twitter'da 5'dir gibi net bir şey söyleyebilir miyiz?

"Kedi videosu/ fotoğrafı olmadan bu işin altından kalkılmıyor  mu?" gibi ikinci sorum var bir de; laf aramızda kedilerle aram pek iyi değildir de☺

Hadi o zaman, kesiyorum lafı yine balla, kalın sağlıcakla..





Devamını Oku

15 Nisan 2014 Salı

Yeni işin ilk günü nasıl geçer?

İsterse 20 yıllık iş hayatı deneyiminiz olsun, yeni bir işteki ilk gününüz yine de acemicedir, ilkokula başlayan bir çocuk kadar olmasa da elinizi ayağınızı nereye koyacağınızı bilemezsiniz.

Sabah erkenden kalkar, bütün gardrobu yatağın üzerine serer, yine de giyecek bir şey bulamazsınız mesela.. Bu sendromu bildiğim için iş görüşmesine gittiğimde – işe başlama olasılığını düşünerek- etrafı kolaçan ederim ben; bakarım insanlar ne giymiş diye. Kotla gidilen bir iş yerine döpiyesle gitmek ne kadar abesse, formal giyinilen bir iş yerine kısa pantolonla gitmek de o kadar abes olur çünkü.. Çok dert değil aslında, uygun giyinmezseniz sadece ilk gün sıkıntısını katlamış olursunuz..
 İlişkilerin bırakın ciddiyeti, laçkalık ötesi olduğunu ilk bir hafta içinde keşfettiğim, orta kalitede bir araba parası kadar tazminatımı ödemeyen tekstil firmasına başladığım ilk gün ceket-pantolon giyme gafletinde bulunduğuma hem güler, hem de değmezmiş derim aklıma geldikçe.. Yani demem o ki, kıyafet konusunda çok da kasmaya gerek yok, kendinizi iyi hissedeceğiniz bir şey seçin yeter..

geri dönüş yok


Diyelim ki kıyafet konusunu hallettiniz, zamanında gitme telaşı alır bu sefer.. Erken gitseniz olmaz, gecikirseniz “bak bak, daha ilk günden geç kalmış” dedikodusu yapacak meraklı bir iş arkadaşınıza yakalanma riskiniz vardır. Zamanlama tam olmalı bu nedenle, ben hep erken gidip binanın yanında yöresinde 5-10 dakika beklemeyi tercih etmişimdir, bu da size vereceğim ikinci taktik.

İş yerine girdiğinizde gördüğünüz ilk kişi sizi güler yüzle karşılıyorsa doğru tercih yapmış olma olasılığınız yüksek. Sabah sabah nemrut suratlı tiplerle karşılaşmak hiç de hoş olmaz zira. Yani ben eğer bir iş yerinde eski çalışan olarak mutluysam, yeni gelen birini tanımıyor olsam da gülümseyerek günaydın'la karşılarım. İlk karşılaştığınız kişi sizi görmezden geldi diyelim, ikinci kişi başını çevirdi diyelim, eğer üçüncü kişi de masasında oflayıp pufluyorsa o iş yerinden fazla bir şey beklemezseniz ileride hayal kırıklığı yaşamamış olursunuz.

Çekine çekine tuvaletin, mutfağın yerini sorarsınız. Eğer insana değer veren bir iş yerine gitmişseniz, önceden masanız belirlenmiş olur. İşe başladığınız gün, masanızın yerinin belli olmadığı ortaya çıkarsa, üstüne üstlük sabır testine sokar gibi sizi saatlerce sekreterin önünde bekletirlerse bence yol yakınken bir kez daha düşünün derim. İş hayatında yeterince deneyimli biri olarak söylemeliyim ki o iş yeri son derece düzensiz, insana değer vermeyen, plansız, kaotik bir yerdir muhtemelen..

Neyse efendim, bütün bu badireleri atlattıktan sonra öğle yemeği zamanı gelir. Ya herkes çil yavrusu gibi bir yerlere dağılır ve siz şaşkın ördek gibi nerede yemek yiyeceğinizi düşünürsünüz. Ya da birileri size son derece basit bir insani yaklaşımla “hadi yemeğe çıkıyoruz” der.. Birinci tavırla karşılaştıysanız o iş yerine fazla dayanamazsınız. İnsanlar gruplaşmıştır, sizi aralarına almaları için epey bir çaba sarfetmeniz gerekir, ki bu süreç de tabiri caizse mangal gibi yürek ister.. Hep o tekstil firmasını örnek veriyorum ama, o son çalıştığım tekstil firmasında ilk 6 ay resmen çetelere karşı silahsız mücadeleye girişmiştim, düşman başına diyeyim..


Öğle yemeğinden sonra iş yerine alışmaya başladıysanız ilk gün sendromunuz bitmiş sayılır.
Ben dün yeni işe başladım biliyorsunuz, merak edenleriniz için söyleyeyim; her şey yolundaydı, detaylar ileriki günlerde gelecek.

Bu yazıyı burada hızla kesiyorum, zira işe gitme vakti geldi. İkinci gün geç kalmak yakışık almaz öyle değil mi, kalın sağlıcakla..





Devamını Oku

13 Nisan 2014 Pazar

Bu aralar çok şanslıyım..


Bu günlerde hep güzel haberler veriyorum, ne hoş değil mi..  Şans mutluluğu, mutluluk da şansı getiriyor beraberinde; zincirleme reaksiyon gibi..
Bakın  bu sefer ne oldu?

Blog çekilişi kazandım ☺

Daha önce de kazanmıştım ve hatta bir arkadaş edinmiştim bu sayede. Bakın, nasıl da sevinerek yazmıştım şu yazımda.

 Aslında ne zaman pozitif enerjiler hissetsem hayatımda güzellikler ard arda geliyor, bunu defalarca deneyimlediğime göre çıkarım da yapabilirim rahatlıkla.

Demek ki neymiş, kendimizi negatif enerjilerden uzak tutacakmışız..

Mesela son bir haftadır sevmediğim politikacılar televizyonda çıktığında direkt zap yapıyorum, böylece onların o kötü enerjilerinden kendimi korumuş oluyorum. Basit ve etkili bir yöntem, şiddetle tavsiye ederim.
 Seçim sürecinde 'maç delileri' gibi tartışma programlarını izleyip def gibi gerilirdim, artık izlemiyorum ve de gerilmiyorum; bakın ne güzel şeyler oluyor hayatımda..

İnsanın şansı bir dönmeye görsün, gerisi de zincirin halkası gibi geliyor gerçekten de. Geçen hafta cuma günü keyifle takip ettiğim sevgili Whiteglaze'den “sürprizli haberlerim var” diye bir yorum almıştım, hemen gitmiş bakmış ve çekilişi kazandığımı öğrenmiştim.

İşte bakın, bu yazı da kanıt.. İnsan çekiliş sonuçlarında ismini görünce cidden acayip seviniyor..

kazandım..


TuruncuKasa adını sıkça görüyorum bloglarda, bu çekilişin de sponsoru onlardı. Kendileri sağolsunlar gayet ilgili davrandılar; aradılar, mesajla bilgilendirme yaptılar ve özenle paketledikleri hediyem kısa sürede elime ulaştı.

Teşekkürler sevgili  White Glaze / Beyaz Sır ve Turuncu Kasa

Koşulları zor olmayan blog çekilişlerine genelde katılıyorum. Hem böylece sosyalleşmiş oluyorum, yeni bloglarla karşılaşmış oluyorum, hem de “ya çıkarsa” heyecanı ile mutlu oluyorum.

Mutlu olmak için hayatımızda çok önemli şeyler olmasına gerek yok ki, var mı?
Bakın çekiliş kazandım, mis gibi kremlerim oldu, bir blog yazarıyla sıcak bir bağ kurdum bu sayede..
 Daha ne olsun ki, mutlu olmak için bundan  güzel bahane olabilir mi..

"Mutluluk mavi çocuk", mutluluk o kadar zor değil..

Hazır Youtube bu aralar açıkken gelin nostaljik bir mutluluk şarkısıyla şenlendirelim bu pazar gününü, içimiz aydınlansın ☺


Devamını Oku

11 Nisan 2014 Cuma

Beni tebrik edebilirsiniz, çünkü..

Evet tebrikleri büyük bir zevkle kabul ediyorum.. 

Neden mi?

Çünkü, pazartesiden itibaren güzel bir reklam ajansında metin yazarı ve sosyal medya sorumlusu olarak işe başlıyorum.

ise başliyorum..
 Hem de bizim mahallede, cadde bile geçmeden evden 10 -15 dakika yürüme mesafesinde, tahtadan yapılmış o eski İstanbul evlerinden birinde.
 Sağlığımı tehdit edecek uzun çalışma saatleri olmayan, hafta sonu tatili iki gün olan, adı kulağa çok hoş gelen bir ajansta.. Yani ne diyeyim, öyle güzel ve detaylı istemişim ki; evren de sesimi duyup beni ödüllendirmiş..


Heyecanlandınız siz de biliyorum,  en az benim kadar sevindiğinize de hiç kuşkum yok..  


Olayın bu noktaya gelmesi hikayesi  her zamanki gibi şahane, anlatmasam içimde kalırdı..

İsterseniz baştan alayım.

Bir buçuk senedir evden yaptığım işleri özgeçmişime yeni bir deneyim olarak eklemekle başladım bu serüvene.. Referans olarak da tahmin ettiğiniz üzere sevgili bloğumu gösterdim. Hani diyorlar ya “yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır” diye; ondan daha canlı, ondan daha heyecanlı, ondan daha güzel referans olur mu! Evdeyazar benim kimliğim olmuş artık, aramızdaki duygusal bağı düşünüyorum da şimdi, ağlayasım geliyor inanın.. O ki en kötü günlerimde benim yanımdaydı, en yalnız zamanlarımda beni onlarca yüzlerce güzel insana yaklaştırdı, üç-beş para kazanmaya başladı, yetmedi bana iş buldu..

Yine saptım konudan, duygusallık böyle bir şey..

hayal kurmak ne güzeldir
Ne diyordum, evet hayal kurmayı, yazmayı seviyorum; bu artık benim ikinci mesleğim olmalı diye düşünüyordum uzunca süredir. Hadi itiraf edeyim, roman taslağı üzerinde bile çalışmaya başlamıştım bir iki haftadır. Takıntılıyım yazma konusunda, o derece..
 İşte böyle düşünerek kariyer sitelerinde “metin yazarı, sosyal medya sorumlusu” gibi işlere başvurular yapmaya başlamıştım. İş ilanlarının çoğunda ya home-office çalışan isteniyor, ya da Avrupa Yakası'nda oturan. Koskocaman şehir burası, elbette bana da uygun olan bir iş olur düşüncesiyle pes etmedim. Bir iki yerden arayan oldu, içime sinmediler, kabul etmedim. Benim aradığım sadece iş değil, huzurlu bir işti..

Neden mi böyle bir karar aldım; çünkü evde çalışmaktan, hareketsizlikten sıkıldım, sağlığım bozulmaya başladı. Bir de evden çalışan insanlara ucuz iş gücü gözüyle bakanlarla karşılaşmak beni çok yordu.. "Bir Avrupa ülkesi değiliz"i bu anlamda da görmüş oldum maalesef.. Hafta sonları fırsat buldukça ve iyi projeler gelirse elbette evden bir şeyler yapmaya devam ederim, ama dediğim gibi seçici olmak şart!
 Sonuç olarak, evde deneyimlediğim yazma-çizme işlerine kurumsal bir yapıda devam etmek istedim. Bu işin gideceği yeri merak ediyorum doğrusu. Belki de içimdeki reklam yazarı açığa çıkacak, çok başarılı işlere imza atıp kısa süre sonra kreatif direktör gibi bir şey olacağım. Bir mühendisin başarılı bir yazara dönüşmesi sürecine girdim belki de, bu işlerden çok para kazanma zamanım da gelmiş olabilir, belli mi olur.. 
 Hayatın o kadar güzel sürprizleri var ki,  kaçırmamak için fırsatlara açık olmak lazım..  Bir sene önce şu yazdıklarımı hayal bile etme noktasında değildim, düşünsenize..

Gelelim hikayenin beni en çok sevindiren masalsı kısmına..

ozgurluk

Geçen hafta cuma günü akşam saat 17:00 sıralarında cep telefonum çaldı. Açtım, güler yüzlü bir ses, “ben .... reklam ajansından Lale, bize başvuru yapmışsınız, sizinle bugün görüşme yapabilir miyiz? “ dedi. Önce anlamadım, geçenlerde bloğuma reklam vermek isteyen bir ajansla yazışmıştım, onlar zannettim. Neredeyse akşam olmak üzereyken İstanbul gibi trafik kaoslu bir şehirde nasıl gidecektim ki görüşmeye! Sesimdeki tereddütü anlamış olacak ki Lale Hanım, devam etti konuşmaya..
Bizim yerimiz .... sokakta, bakkalın yanındaki arada soldan ikinci eski tahta ev” deyince duyduğuma inanamadım. Gözümde canlandı söylediği adres, benim evden yürüyerek 10 bilemedin 15 dakikalık bir mesafe. Şaşkınlıkla toparlandım ve 18-18:30 gibi görüşmek üzere sözleştik.
Telaşla saçımı yıkadım, giyindim, hazır olduğumda hala vaktim vardı. Açtım interneti, gideceğim ajansın web sitelesini inceledim ve görüşmeye gittim.

Ben insanlarla karşılaştığım anda içimde oluşan enerjiye inanırım. Karşımda son derece iyi eğitimli, son derece nazik, son derece pozitif enerji yayan biri vardı; çok olumlu bir yansıma uyandırdı bende, ki kendisi artık patronum oldu. (Bu yazıyı okuyacağını sanmıyorum, rahat rahat yazışım ondandır ☺)

Ne mi yapacağım, öncelikle şirketin bloğunu açıp yöneteceğim, sonrasında sosyal medya hesaplarını yöneteceğim. İşin en heyecan verici kısmı ise ileride kreatif ekibe katılıp reklam sloganları yazma olasılığı.. Bir sonraki aşamada ise dijital bir dergi projesi var..

Yani demem o ki yazacak çok şey var☺

Hem biliyor musunuz, 3 katlı ahşap ev olan ofisimizin( hemen benimsedim görüyorsunuz) kedileri eksik olmayan küçük de bir bahçesi varmış, orada da yazabilirmişim canım isterse..

Ben mutlu olmayayım da kim olsun değil mi ama.. 

mutluyum

Biraz heyecan bastı şimdiden, uzunca bir süredir evde keyfe keder çalıştıktan sonra tekrar dışarıda çalışmaya başlamanın, hem de bıktığım tekstil sektöründe değil de tazelik hissettiğim, çok sevdiğim yazı çizi işlerinde başlamanın tatlı telaşı sardı her tarafımı..

Bana şans dileyin, başlangıcı harika olan bu iş mutuluk ve başarı getirsin beraberinde..

Haa bu arada sosyal medya yönetimi ile ilgili bol bol kaynak araştırması yapıyorum bugünlerde, varsa önereceğiniz siteler, memnun olurum..

Herkesin şansı bol olsun diyor ve bugünlük ayrılıyorum aranızdan ♥








Devamını Oku