25 Ocak 2019 Cuma

Yayaya yol veren şoföre minnet duymak mı duymamak mı?


Geçenlerde sosyal medyada bir yorum dikkatimi çekti. Şöyle yazmıştı birisi:

“Karşıdan karşıya yaya olarak geçerken bana yol veren arabalara tuhaf bir minnet duyuyorum. Sanki bana iyilik yapıyorlarmış gibi hissediyorum”


Bu yorumu okuyunca “aynı ben!” dedim kendime kendime. Ve bu tuhaf durumu birileri ile paylaştığım  için az da olsa içim rahatladı. Sonrasında bu konu hakkında düşündüm biraz.
Hani kişisel gelişim kitaplarında hep yazar ya “Kendini sev, sen değerlisin… vs” Bizgiller familyasında ise durum tam tersi! Nasıl bir kural kazımışlarsa artık bilinçaltımıza çocukken; 

“Önce başkaları gelir, sonra sen!” mantığı işliyor bizde. Kesinlikle normal değiliz.

Mesela trafik özelinde bende durum tamamen böyleydi yakın zamana kadar. Yaya geçidinde karşıdan karşıya geçmeye çalışırken kırk yılın başı yol veren biri olduysa nasıl teşekkür ediyordum bir görseniz! Mutlaka gülümsüyordum, ya da nazikçe başımı yana eğerek minnet duygumu geçiriyordum karşı tarafa. Tamam kibarlık açısından iyi bir şey yapıyordum ama, sosyal medyanın moda tabiriyle bu yaptığım bir anlamda “Eziklik” olmuyor muydu? Hatta yeşil ışıkta bir tek ben geçiyorsam ezikliğim katlanıyordu ve “Ayıp oldu ya, bir tek benim için araçlar duruyor” diye düşünmeye bile vardırıyordum olayın boyutunu!



 Bu konudaki aydınlanmayı aslında ilk yurtdışı gezim olan Kharkov’da yaşadım. Boşuna dememişler “Çok gezen mi, çok okuyan mı bilir” diye! Bugüne kadar okuduğum hiçbir kitapta “Trafikte yayaya yol veren şoför iyilik yapmıyor, zaten bunu yapmak zorunda, sen rahat ol, minnet etme, teşekkür etmek zorunda hissetme kendini” gibi bir aydınlanma yaşamamıştım. Kharkov’da sokağa çıkınca direkt hissettim bu durumu.


Önceleri ise sanki bütün yollar arabalar için yapılmış da biz yayalar karşıdan karşıya geçerek onların haklarını çiğniyormuşuz gibi hissediyordum. Daha doğrusu bizim ülkemizdeki şoförlerin çoğu böyle hissettiriyor zaten gariban yayalara! Misal yaşlı bir kadın arabadan inmek için bir iki dakika yolu mu meşgul ediyor, hemen arkadan kornalar çalmaya başlıyor “Zarrt zarttt …” Sanki o yol sadece gençlere ve hatta genç şoförlere aitmiş gibi! Zira yayaya yeşil yanarken geçmek bile çok normal karşılanmıyor mu! Öyle ya “Kurallar çiğnemek için yazılmıştır” demiyor muyuz millet olarak!   Biraz yavaş yürüyen biri karşıdan karşıya geçerken “yeşil” söndüğü halde kişi yolun ortasında kalmaya görsün hele! Toplu linçe yakın bir taciz başlıyor o dakikada! Kornalar yetmezmiş gibi sabırsız arabalar o insanın dibine kadar gelerek resmen kabus dolu anlar yaşatıyor. Bilmem farkında mısınız, sıradan bir şey bu örneklediğim, özellikle de İstanbul’da! Araba kullanırken kendinizi hayal edin. Kurala uyan yayalara ne kadar tahammüllüsünüz? !  E-5’de karşıdan geçmeye çalışanları saymıyorum elbette. Hadi itiraf edin, kornaya basıyor musunuz sıkça?


Boğa’nın oradaki ışıklarda dakikalarca beklediğim için neredeyse iki günde bir otobüsü kaçırınca başka bir aydınlanma daha yaşadım geçenlerde. Yayalara yanan yeşil ışık ne kadar çok bekleniyor ve bu ışık ne  kısa sürüyor farkında mısınız!  “Bas-geç” diye koydukları sistem var ya, hani güya modernmiş gibi görünen! Bu sistemde nasıl bir adaletsizlik var yayaların aleyhine işleyen! Üşenmedim içimden saydım, butona bastıktan tam 120 saniye sonra yanıyor yeşil ışık! Yayasın ya, bekle köle der gibi; bütün arabalar tabakhaneye gidiyor ve hepsi de kokan üç harfli bir şey yetiştirmek zorundaymış gibi… Yağmurmuş, çamurmuş, yaya otobüsü kaçırıyormuş kimin umurunda ki! Arabaların  hakimiyetine  ses çıkaramayan zavallı yayaların hakkını kim savunuyor ki bu ülkede! Hangi partinin seçim vaatlerinde böyle bir madde gördük şimdiye kadar!!
Kharkov’da ilk gün fark etmiştim bizde yayanın nasıl ikinci sınıf muamelesi gördüğünü! Adamların en “yaya geçmez” sokak başlarında bile trafik lambaları var ve hepsi otomatik. Ve dikkat ettim; 60 saniye araçlara yanıyorsa en az 25 saniye yayalara yanıyor ışık. Ve bu şekilde döngü devam ediyor. Böylece yayalar dakikalarca beklemek zorunda kalmıyor. Üstelik tek bir yaya gördüklerinde bile metrelerce uzakta da olsa “zınk” diye duruyor arabalar. Tek bir yaya olmasa bile kırmızı yandığında bekliyorlar. Neden peki? Salak mı bu insanlar? Cevabı buldum;


YAYA DEMEK İNSAN DEMEK, YAYAYA YOL VERMEK DEMEK, İNSANA YOL VERMEK DEMEK! İNSANA YOL VERMEK İSE İNSANA SAYGI DEMEK. ARACI OLAN VE OLMAYAN EŞİT HAKLARA SAHİP! YANİ EŞİTLİK, YANİ İNSAN HAKLARI, YANİ ADALET KAVRAMLARI IŞIKLARIN ORANTILI YANMASINI DA BERABERİNDE GETİRİYOR!

Yurt dışına çıkan çok arkadaşımdan “yayaya saygı” hikayeleri duymuştum da bizzat yaşayınca bizdeki hoyratlığı, bizdeki zengin yoksul ayrımının derinliğini,  bizde “insana saygı” kavramının ne kadar lafta kaldığını ve ne kadar önemsenmediğini ayan beyan görmüş oldum. İçim “cız” etti ne yalan söyleyeyim. Şimdi  “Basit bir trafik ışığı sorununu nasıl da insan haklarına, adalete bağladın” diyeceksiniz biliyorum. Ama demeyin!

 Ona “Basit ayrıntı” buna “Amaan sende pireyi deve yapma”, öbürüne “Böyle gelmiş böyle gider” diye diye ne kadar geriliyoruz medeniyet basamaklarında farkında değil misinz!
Sonuç olarak trafik ışıkları konusunda insanlık için küçük, ama kendim için devrim niteliğindeki bu aydınlanmayı yaşadıktan sonra artık sadece ben geçiyor olsam dahi yayaya yeşil ışık yandığında  şoförlere minnet hissetmiyorum; bilakis göğsümü gere gere, hem de yavaş yavaş geçiyorum karşıya. Hoş medeniyet basamaklarının çok gerisinde olduğumuz için yine eski ritüellerim devam ediyor. Yani yaya geçidinde olsam bile yine hurra yola atlayamıyorum. Önce,  gelen arabanın şoförüyle göz göze gelmem lazım. Sonra da şoförle aramızdaki mesafeye göre ya el kol hareketleriyle, ya da  konuşarak “Dur da bir geçeyim!” iletişimi kurmak zorunda hissediyorum yine kendimi. Yayaya yeşil ışık yansa dahi tırsar, en azından kaş göz işaretiyle şoförün onayını alır öyle geçerim. Öyle ya, canımı sokakta bulmadım! Hele mavi dolmuş şoförlerine  düşman askerinden bile daha az güveniyorum.  

Ama artık bütün yollar arabalar için yapılmışçasına, sanki ben karşıdan karşıya geçerken onların hayatlarından “değerli dakikalarını” çalıyormuşçasına mahcup olmuyorum... “Yollar arabalar içindir, arabalar önemli şahsiyetler içindir, toplu taşıma  gariban halk içindir.” Özel arabasına binen özel insanlar tabii ki arabalarının  hız limitlerinin sınırlarını zorlama haklarına sahiptir” gibi gibi  ülkemizdeki yazılı olmayan kurallar değişmediği sürece, bu ritüellerim devam edecek ne yazık ki!

Velhasıl bu ve benzeri detayları düşündükçe, sadece boğazıma bir yumruk tıkanıyor ve sadece su içebiliyorum.

Sonra da kitaplara ve  tiyatrolara ve dahi filmlere kaçasım geliyor…

Devamını Oku

24 Ocak 2019 Perşembe

Taht olmasın baht olsun be ya!



2019 oldu, bir yazı bile yazamadım. Geçen sene kasım ayında kırk yılın başı bir geziye gitmiştim, iki tane yazı yazdım hakkında, aylar geçti daha üçüncü yazı bitmedi maalesef. Oysa anlatacağım çok güzel şeyler var, içimden geçiyor hep. Tiyatroya gidiyorum arada; yazsam ya bunu diyorum. Yok bir türlü o da olmuyor. Otobüste kitap okuyorum, nefis kitaplar var. Mesela Suç Ve Ceza’yı nefesimi tutarak okuyorum bu aralar. Dostoyevski’yi bu sene silme bitirecek kadar hayran ola ola hem de. Balta sahnesini okudum dün. Hakikaten sahnede izlemiş kadar içindeydim olayın. Üç boyutlu yazmışsın be Dostoyevski diyesim geldi. Neredeyse Raskolnikov’un nefes alışını bile duyar gibi oldum, satır aralarında anlatılan kanın kokusu geliyordu. Hem okuyorum soluksuz, hem de olayın gayet dışına çıkarak “İşte böyle yazmalı, her şeyi çetrefilsiz ve net anlatmalı” diye hayranlık, haz  ve de kıskançlıkla yorum yapıyorum bir taraftan. Otobüste Dostoyevski, işe gidince beşinci sınıf diyaloglar! Neyse işte;  bahsetsem mutlaka blogda bunlardan diyorum, hayır yine olmuyor. Çünkü işe gitmek için harcadığım zaman, işte harcadığım  zaman, kafamın yorgunluğu, insanların yüklediği manevi yorgunluk, saçma salak şakalar, kulağa çalınan saçma salak dedikodular derken yazma dürtüm içimde hapsolup kalıyor ister istemez. E peki hayalini kurduğum roman ya da senaryo ne zaman çıkacak ortaya? Kem de küm…

Ben biliyorum nedenini, siz de biliyorsunuz bal gibi! İşte cevap:

 İş hayatı bir labirent. Dön dolaş aynı yerdesin, çıkışı bulan bile çıkamıyor  bu dolambaçtan!


Bazıları gerçekten iyi paralar kazanıyor bu dünyada, her gittikleri yerde hep üst düzey yönetici oluyorlar, “siefou”, “siyoo”, “kostumır representatif” gibi telaffuzu zor ama kulağa afili gelen kartvizitleri oluyor. Bir üstten bakmalar, bir afralar, bir tafralar… Sanki doğuştan “yönetici” olarak gelmişler dünyaya. Donuk bakışlar, omuzlar dik, göğüs dışarı, yere basınca “ tak tak” diye çıkan topuk sesleri. Kadınlarda kalkık kaşlar, erkeklerde keskin parfüm kokusu… “Ben emrederim siz yaparsınız” modu, heyt beee!  Afedersiniz sanki hiç sümükleri akmazmış gibi, sanki hiç tırnak kenarlarında gereksiz et parçaları uzamazmış gibi, sanki hiç günlük diziye takılmazlarmış gibi. Hep Netfliks, hep belgesel tadında geçiyor hayatları gibi… Ne bileyim işte zoruma gidiyor bütün bunlar. Şimdi bazılarınız “Kedi uzanamadığı ciğere…” falan gibi yorumlar yapıyor, aman diyeyim, gözünüzü seveyim yapmayın böyle. 

Uzanmak ya da uzanmamak değil ki mesele; mesele üstadın dediği gibi gerçekten de “Olmak ya da Olmamak” meselesi! Olmamış kavunu koy altından tahta, o kavun kelek kelek parıldar. Peki var mıdır tahtta balı damlayan, mis kokulu, kehribar sarısı kavun! Bana sorarsanız kavunun iyisi tarlada belli olur ayan beyan!.

Demem o ki, taht olmasın baht olsun be ya! Entrika olmasın, herkesin allı güllü entarisi olsun. Sevenler birbirine kavuşsun; şiir olsun, resim olsun, heykel olsun. Yönetenler ve yönetilenler bir kazanda aşure gibi kaynasın, az şekerlisinden, bol tarçınlısından hem de…

  Bir de daha çok yazmalı olsun, allısından morlusuna…

Not:
Yazayım yani, oh be rahatladım biraz...



Devamını Oku