28 Şubat 2016 Pazar

Beyaz ve Sağlıklı Dişlere Kavuşmanın En Pratik 5 yolu

Bugün hayalinizdeki beyaz ve sağlıklı dişlere en pratik şekilde kavuşma yollarını paylaşacağım. İşte dişlerimi korumamı sağlayan ve rahatça gülümseme nedenim 5 diş temizleme pratiğim :)

Beyaz ve Sağlıklı Dişlere Kavuşmanın En Pratik 5 yolu
1. Rutinlerinize Uyun

Hayatta en önemli şey sanırım sizin için iyi olan ne varsa alışkanlık haline getirmek. Spor yapmak, sağlıklı beslenmek gibi aslında kişinin kendisine bakması ve temizliğine dikkat etmesi de önemli. İşte bu yüzden diş temizliği rutinlerinizi belirleyin ve ona uyun.
Her sabah ve gece yatmadan önce dişlerinizi mutlaka fırçalayın! Bu alışkanlığınızı halen kazanamadıysanız bugün zaman kaybetmeden kendiniz ve diş sağlığınız için büyük karar verebilirsiniz.

2. Size Uyanı bulun!
Nasıl ki giydiğiniz kıyafetler tarzınızı yansımadığında kendinizi o kıyafetin içinde yabancı gibi hissediyorsunuz, aslında kişisel bakımlarınız da öyle. Diş ve diş eti yapınıza en uygun fırçayı bularak diş temizliğinizi daha verimli yapabilirsiniz.

3. Kendinize Zaman ayrın!
Bir şeyi yapıyor olmak kadar onu doğru sürede ve doğru şekilde yapmak da çok önemli. Özensiz bir biçimde yaptığınız hiçbir şey tam olmayacaktır. O yüzden dişlerinize ve kendinize zaman ayırın. Bu zamanı doğru fırçalama teknikleriyle yaparsanız emin olun kısa sürede farkı siz de fark edeceksiniz.

4. Bazı Ayrılıklar Çok Güzel!
Vedalar ve ayrılıklar hep can yakar ama aslında bazı ayrılıklar size çok iyi gelebilir :) Nasıl mı? 3 ayda bir diş fırçanızla vedalaşın ve hijyen açısından önemli bu değişikliği bir alışkanlık haline getirin.

5. Yol Arkadaşınızı İyi Seçin!
Geldik en önemli maddeye. Diş fırçanızı seçtiniz, kendinize zaman ayırdınız, her şeyi tam yaptınız ama diş temizliğinde istediğiniz verimi halen alamıyor musunuz? O zaman doğru diş macununu kullanmıyor olabilirsiniz. Bu konudan mustarip olanlara önerim; Procter and Gamble’ın dünyada pazara sunduğu en gelişmiş beyazlatıcı diş macunu olan 3 Boyutlu Beyazlık Luxe Perfection İpana olacak.

Yeni İpana 3D White PERFECTION diş macunu İpana’nın en hızlı ve en güçlü beyazlatıcı diş macunu. Perfection diş macunu 3 Boyutlu Beyazlık ailesinin en ileri ve etkili beyazlatıcı diş macunu teknolojisini içerir. Böylece diş minesine zarar vermeden sadece 3 günde diş yüzeyindeki lekelerin %100’e kadarlık kısmını etkin biçimde çıkarıyor.
Tüm bu maddeleri eksiksiz yerine getirenler olarak bol bol gülümsemeyi hak ettik sanırım :)


P.S. Bana bu bilgiler yetmedi, ağız ve diş sağlığı üzerine daha çok şey merak ediyorum diyenleri aşağıdaki siteye alalım.
http://www.agizbakimuzmani.com/
#ipanaperfection  #gülüşünügöster
İçerik Kaynak: http://www.e-gunlugum.com/
Video Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=RZ5ymuChrW0

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

26 Şubat 2016 Cuma

3 sene bekledikten sonra!

Dün akşam saat 20:30 gibi cep telefonumda bilmediğim bir numara, açtım; “Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'nden arıyorum” dedi genç kadın sesi. “Sıranız gelmiş haber vereyim, yarın saat 12:45'de gelebilir misiniz” diye devam etti. “ Evet” dedim, “Hatırlıyorum; 2012'nin sonu ya da 2013'ün başıydı size başvurduğumda!” “Haklısınız” dedi ses, “randevuya gelmezseniz cezalı duruma düşersiniz, tekrar randevu alıp bu kadar daha beklemek zorunda kalırsınız, yazık olur, bence gelin” dedi. “Tamam” dedim, “nereye geleceğim?” diye sordum. Allahtan duymuştum bir arkadaştan, Diş Hekimliği Fakültesi'nin Nişantaşı'ndan Maltepe'ye taşındığını. Yoksa maazallah cezalı duruma düşecek, 3 sene sonra hak ettiğim (!) tedavi şansını kaçıracaktım. “Kadıköy'den metroya binin, Küçükyalı'da inin, 2 no'lu yönden çıkınca 19H veya KM41 otobüslerine binin, ya da taksiyle 7-8 TL yazar, çok yakın” dedi telefondaki ses. “Aman sakın geç kalmayın!” diye de ekledi, itaat ederek “tamam, geç kalmayacağım” dedim. Ne deseydim?

Şimdi bunun üzerine ne yazmalı bilemiyorum, 3 sene sonra sıramın gelmesini mi anlatayım, yoksa bir gece önceden hem de akşam vakti aranıp “yarın geliyosan geliyosun, gelmiyosan keyfin bilir aga!” anlamına gelen emrivakiyi mi anlatayım! Devlet dişini bedava tedavi edecek, iki elin kanda da olsa emre itaat etmen gerekir bre gafil! Ben de yani sineğin yağını çıkartıyorum, teşekkür edeceğim yerde nelere bakıyorum, yuh bana, kadir kıymet bilmez hallerime yuh olsun!

Yıllar önce, yani 2012 ya da 2013'de anımsamıyorum, iyi bir periodontolog bulmak için az mı uğraşmıştım. En sonunda özel bir üniversitenin sağlık kurumundan çok ticarethaneye dönüştürdükleri über lüks hastahanesine zor atmıştım kapağı. Öncesindeki maceram ise içler acısı trajikomiklikte. Hatırlıyorum da Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'ni arayıp 15 gün sonrasına ilk randevuyu aldığımda “bir de senelerce sıra gelmez diyorlardı, ne kadar şanslıyım” diye kendi kendime sevinmiştim. Meğer ilk randevu bir aldatmacaymış! Filmini çekip eline tedavi planını tutuşturup, yıllar sonra gelecek sıranı yazıyorlarmış kara kaplı defterlerine! Ne kadar okusan da yazsan da cahillik çektiğin alanlar var mutlaka, ya da yumuşatıp “iyiniyet” mi desem... Tam bir cehaletle ilk muayenemi aynı gün olup tedavi planını elime tutuşturduklarında, çıkmış periodontolojinin kapısında bütün saflığımla beklemeye başlamıştım. O halim aklıma geliyor da hâlâ gülüyorum. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra her bekleme kuyruğunda olduğu gibi bir sosyalleşme yaşanmış, benim o gün randevu aldığımı duyan deneyimli bir hasta “Siz niye burada bekliyorsunuz ki, onlar sizi ararlar; ben mesela 4 sene önce başvurmuştum, sıram yeni geldi” demişti. Kendimi o anki kadar saf, cahil ve aptal hissettiğim başka bir ânım var mı diye düşünüyorum da, sanırım yok; gerçekten yok!

12:45 randevusu için 10'da çıksam evden olur mu acaba diye plan yapmaya başladım dünden. Söz verdiğim işlerin hepsini iptal ettim, sabah kalktığımda hiçbir rutinimi yapmadan direkt hazırlanmaya başladım. Saat 9 gibi telefonum çaldı. “Hatırlıyor musunuz, dün akşam sizi aramıştım, ben Diş Hekimliği Fakültesi'nden...” diye söze başladığında “nasıl unuturum, kaydettim sizi!” dedim. “Sizin randevunuzu 14:45'e alabilir miyiz?” dedi. “Olmaz” dedim,” bütün organizasyonumu 12:45'e göre ayarladım” diye belirttim. “Bir teknik arıza oldu da, mağdur olursunuz, o bakımdan” dedi. “O zaman pazartesi olsun” dedim, pazartesi 10:45 için randevulaştık. Kamera şakası gibi ama gerçek! En azından takip sistemleri iyi çalışıyor diye sevinesi geliyor insanın! Helal olsun, 3 sene geçmiş ama bak aradılar, bu da mı gol değil yani!

art by nytimes
İnsan güne bir planla başladığında ve o plan bozulduğunda kendine gelemez pek, yani ben öyleyim. Normal işlerimi yapacağım yerde kendimi bu yazıyı yazarken buldum olay sonrasında.
Üstüne üstlik buraya kadar yazdıktan sonra istemsizce gittim Google'a “milletvekili diş tedavisi” yazdım, karşıma 8 şubat 2013 tarihli Sabah gazetesinin yazısı çıktı:
Başlıkta şu var:
“Milletvekillerinin implant hakkı 8'e çıktı!” 
Devamında büyük puntolarla şöyle bir alt başlık var: 

“Yurtdışında tedavi gören vekillerin ödemeleri arttırıldı. 6 olan implant hakkı ise 8'e çıkarıldı. Gazi ve Hacettepe üniversiteleri de VIP hizmet verecek”

Gerçekten hamaset yapmak için söylemiyorum, bana o ismi lazım değil özel üniversite hastahanesi 2 implant için geçen ay 4800 küsür lira fatura çıkarmıştı! Milletvekillerine 8'i birden bedavaymış! Ve ne acı bir adaletsizliktir ki, bu kanun çıkıp vekillere 8 implant hakkı tanındığı 2013 yılında, ben yani vatandaş ben, hastahane hastahane dolaşıp tedavi olmak için boş çabalar sarfetmekle meşguldüm!

Aslına bakarsanız ben diş tedavimi o özel hastahane görünümlü über lüks ticarethanede yaptırdım 3 sene önce! Oturup dişlerimin dökülmesini bekleyemezdim!  Ama gideceğim yine de pazartesi günü randevuma, 3 sene sonra gelen kısmet tepilir mi! Bakalım neler olacak, gerçekten çok merak ediyorum. Hani yol yapmak falan diyorlar ya, şu memlekette diş dahil olmak üzere bütün sağlık hizmetlerini bedava yapacak ve her semte bedava ve kaliteli hizmet veren hastahane kuracak babayiğit bir parti çıksa, mesela o parti eğitimi de bedava yapsa, mesela o parti her şehre çok değil 1'er tane fabrika kuracağını söylese, mesela o parti her mahalleye ağaç dikse, mesela o parti kitaplardan vergiyi kaldırsa,  mesela o parti “milletin vekili olmak için maaş alınmaz, bu iş gönüllülük ve vatanpervelik temelinde olur” diyerek, vekillerin bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün ayrıcalıklarını kaldırsa var ya; blogumun sağında solunda önünde arkasında, her yerinde reklamlarını bedava yapacağıma söz veriyorum, hepiniz şahitsiniz!

Beyaz dişler, mutlu gülüşler dilerim efenim...
Devamını Oku

23 Şubat 2016 Salı

Yarın Sevgililer Günüydü!

Gözlerimi aralıyorum, bembeyaz bir ışık var sadece. Neredeyim, bilmiyorum.“Hasta kendine geldi” diyor birisi. Kalkıp etrafa bakmak istiyorum, ama ne mümkün! Sanki başımın üzerine onlarca kilo ağırlığında taş koymuşlar, kıpırdayamıyorum. Demek ki yine kriz geçirmişim. Alışkanlıklarını kabullenen insanların sakin tavrıyla “ne kadar da sıklaştı bu bayılma nöbetleri, bakalım nereye kadar devam edecek?” diye düşünüyorum. Bir taraftan da “Ben hasta değilim, bırakın gideyim!” diye haykırmak istiyorum. “Hastayım” desem, başıma gelecekleri biliyorum çünkü. Sesim çıkmıyor pek. Biraz daha dinlenmem lazım sanırım. Boğazımda gıcık da var. Bir su veren olsa da içsem keşke... Beyaz giysili güzel bir hemşire yüzüme doğru eğiliyor ve tatlı sesiyle “aramıza hoşgeldiniz” diyor. Susuyorum; kaçıncı gidişim ve kaçıncı dönüşüm bu, bir bilse... Sanki aynı güzergahta hiç durmadan ring seferi yapan halk otobüsü gibiyim son zamanlarda. Öte yanla bu yan arasında soluksuz bir trafik benimkisi. “Allahtan şoför arabesk müzik dinlemiyor, yoksa bu yolculuklar ne kadar çekilmez olurdu” diyorum sesli sesli. “Şu halimde bile espri yapabiliyorum ya, bravo bana” diye de gülümsüyorum bir taraftan. Söylediklerimin hasta sayıklaması olduğunu düşünüyor demek ki, duymazdan geliyor güzel hemşire “Çabuk toparlandınız” diyor. “Evet, trafik yoktu bu sefer!” diyorum. “Anlamadım” diyor, “Önemli değil, yol” diyorum, “kısa sürdü.” Şaşkın şaşkın bakıyor yüzüme, “Amaan boşverin, ben de anlamıyorum zaten!” diyorum.


"Bu sefer nerede yakalandım acaba?” diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Hafızamı zorluyorum. Birbiriyle bağlantısız görüntüler beliriyor; sedyede baygın yatan ben, etrafımda koşturan insanlar, “Kız ölüyor, çabuk hastahaneye sür!” diyen bir çığlık! Başımdan dökülen soğuk su, sarsıntı, sonra buğulu bir beyazlık... Bir ara gözlerimi açtığımı anımsıyorum, tanımadığım birisi kesme şeker mi tıkıştırmaya çalışmıştı ağzıma! Yok canım, yanlış hatırlıyorumdur diye düşünüyorum. Biraz daha zorluyorum hafızamı, evet dolmuştaydım en son, tabii ya, sahiden de birisi kesme şeker yedirmeye kalkışmıştı. Hatta yanılmıyorsam muz yedirmek için çabalayan birisi de vardı yolcuların arasında. Direndim tabii ki, yemedim hiçbirini. Baygın da olsam yemem, prensiplerim var. Dört beyazdan uzak dururum hep. Un, şeker, tuz, bir de buz... Rakıya bile buz atmam! Birden silkelenip “Off, kes be kızım saçmalamayı da ne yapacaksın onu düşün sen!” diye kızıyorum kendi kendime. “Buradan bir an önce çıkmazsan, kobay faresine çevirmeye kalkacaklar seni!“ diyorum. En son bayıldığımda, kolumdan aldığı kanı görünce gözleri faltaşı gibi açılmıştı genç doktorun. Uzaylı görmüş gibi davranmıştı bana, kan tüpünü kapıp kaçmıştım apar topar. İyi de ne yapabilirim, ben de böyle bir insanım işte. Alıştım bu halime! Hem kime ne zararım var ki; azıcık bayılıyorum, bıraksalar 15 dakika sonra ayılıyorum kendi kendime o kadar. Soranlara da “astral yolculuk vaktim gelmişti, bilet yakmayı sevmem” diyorum. Aval aval bakıyorlar genelde. Bıktım çünkü insanların bana tuhafmışım muamelesi yapmalarından, ayılınca acıyan gözlerle bakmalarına ise gerçekten de tahammülüm yok. Onlar böyle yaptıkça kötülük yapasım geliyor hep, alay edesim geliyor. Halbuki böyle olmak istemiyorum ki ben, zorlamasalar...
Hemşire bir şırıngayla geliyor, eyvah hemen bir şeyler yapmam lazım. “Tuvalete gitmeliyim” diyorum hızla kalkarak, “biraz kan alacaktım, tahlil için” diyor. “Tuvalete gideyim, dönüşte alırsınız“diyorum. Bu bayılma huyum çıktığından beri çanta taşımadığım için kafam rahat. Eski zaman kadınları gibi iç çamaşırımın içinde taşıyorum paramı ve kimliğimi, nerede bayılacağım belli olmuyor çünkü. Ayılınca bir de çanta derdine mi düşeyim yani! İnsan bukalemun gibi, herşeye alışıp adapte olabiliyor. Ben de babaanne yöntemiyle kendimce önlem alıyorum böyle işte. Hemşire görmeden yokluyorum çamaşırımı, evet para ve kimlik duruyor. Şimdi şüphe uyandırmadan buradan kaçmam lazım. Yavaşça kalkıyorum, “tuvalet nerede acaba?” diyorum hemşireye, “odadan çıkın, soldan devam edin, koridorun sonunda göreceksiniz” diyor. Gerçekten de dediği gibi yapıyorum. Aynada kendime çeki düzen vereyim, öyle çıkayım bari. Hasta yakınıymışım gibi... Devlet hastahanesindeyimdir inşallah diyorum. Özel hastahanelerde güvenlik müvenlik insanı rahat bırakmazlar, fatura ödemeden çıkartırlar mı hiç! Tuvalete giriyorum, aynada kendime bakıyorum. Sorun yok, turp gibiyim, bir de rujum olsaydı iyi olurdu gerçi. Buna da bir çözüm bulmam lazım, boynuma kolye gibi minik bir kese mi assam, içine ruj, rimel falan koyarım. Terden ıslandığı için rengi iyice siyahlaşmış görünen saçlarımı parmaklarımla tarayıp, sonra da kaşlarımı düzeltiyorum. Tamam artık çıkabilirim.


 Sakin sakin açıyorum kapıyı, sağa sola bakıyorum, karşıda merdivenler var. Koşmayan ama hızlı yürüyen telaşlı hasta yakını gibi merdivenlere yöneliyorum. Bir kat, iki kat, ve nihayet zemin görünüyor. Güvenlik memuru cep telefonuyla meşgulken, teknolojiye içimden teşekkür ederek yavaşça süzülüyorum kapıdan. Çıkar çıkmaz büyük bir nefes alıp içime çekiyor, olanca gücümle o nefesi dışarıya veriyorum. Arındığımı hissediyorum ve hızla uzaklaşıyorum hastahanenin sokağından. Biran önce kaçmam lazım bu şehirden! Eve gidip eşyalarımı toplamalıyım. Ahmet ne olacak ya? Bir yerlerden telefon bulup O'na ulaşmam lazım. Telefonumu cebime koymuştum ama demek ki bayılınca düşmüş. Offf, ne garip dertlerim var! Anlatsam gülüp geçerler, anlamazlar kendi pencerelerinden baktıkları için ama, gerçekten de benim ne acayip sorunlarım var böyle! Ayrık otu gibiyim resmen, bir insan ötekilerden nasıl böyle farklılaşabilir? Oysa dışarıdan nasıl da aynı görünüyoruz... Düşünceler arasında boğulup yine her şeyi berbat etmemeliyim, evet bu sefer başarmak zorundayım!

Yeterince param var nasılsa, taksiye binerim, mahalleye gelince bakkaldan ararım Ahmet'i, bir yalan uydururum. Bugün bu işi halletmem lazım. Böyle düşünceler arasında dalıp gitmişken bir taksi geçiyor, hemen durduruyorum. Biniyorum ve adresi söylüyorum. Adam “sahilden mi gidelim?” diyor, “sahilden” diyorum istemsizce, bildiğimden değil; biliyormuş gibi davranmam gerektiğinden. İnsanlar bir şeyi gerçekte bilip bilmediğini sorgulamıyor ki, sadece emin misin ona bakıyor. “Mış” gibi davranmak yetiyor yani. Kendine güvenli görünürsen, zaten onlar da sana pek bulaşmıyorlar. Şimdi “yolu bilmiyorum” desem, kimbilir taksici beni nasıl kandırır! O hemşire acaba kanımı görseydi “aramıza hoşgeldiniz” lafını geri alır mıydı? Muhtemelen alırdı, hatta beni tanıdığına pişman bile olurdu... Bazen sonucunu bildiği durumları yaşamak istemez insan. Ahmet'ten uzaklaşmalıyım. İnsan en sevdiğini, onu çok sevdiği için terk edebilmeli. Yarın 14 şubat, sadece sevgililer günü değil, Ahmet'ten ayrılışımın 1. günü! Seneye bütün dünya sevgilisiyle elele sevgisini kutlarken, ben Ahmet'i böyle özel bir günde özgür kılmanın şerefine tek başıma kadeh kaldırıyor olacağım. Ahmetse beni bekliyor heyacanla, yarın kan verip evlilik formalitelerini halledeceğiz sanıyor. Ah Ahmet, ruhum, hayatımın en anlamlı sözcüğü... Seni nasıl sevdiğimi içimde götüreceğim bu sefer de, bütün yolculuklarımda yaptığım gibi... Nasıl katlanacağım sensizliğe, nasıl geçecek günler, geceler... Sevgililer gününde seni terk ettiğim için beni hiç affetmeyeceksin belki de!  Bir dakika ne oluyor, bu sarsıntı ne? Yavaşlasana biraz! Dursana, ne yapıyorsun! Şoför kan ter içinde “Adam kendini attı arabanın önüne ya!” diyor. “Sussana be!” diye bana bağırıyor! Tok bir ses duyuyorum. Şidddetli bir sarsıntıyla savrulurken koltuğu tutuyorum sıkı sıkı.. Kafamı çarpmıyorum, bilincim yerinde. Araba duruyor, kalp atışlarım hala çok hızlı. Yan yatan arabanın ön camında masmavi bir leke görüyorum. Yerdeki adam...Nasıl yani, Ahmet, mavi, sevgi, 14 şubat...




Not: Yaratıcı yazarlık ve senaryo atölyesi kapsamında yazdığım ilkinci ödevdir, kurgudur, daha eğitmenin kritiklerini öğrenmedim, hatalarım varsa affola.../EvdeYazar

* 1. görsel : Frank Donato * 2. görsel: Mark Chadwick * 3. görsel : Lidiane Rodriguez
Devamını Oku

16 Şubat 2016 Salı

Yoksa Siz Tüm A4 Kağıtları Aynı mı Sanıyordunuz?


Ofis çalışmalarının baş aktörü olan A4 kağıtlar cinsi, kalınlığı, rengi ve kalitesi bakımından pek çok çeşitliliğe sahip. İlk bakışta “kağıt işte” demenize sebebiyet verebilen bu tertemiz sayfaların hepsi elbette ki aynı değil. Eğer kanıt istiyorsanız, arşivinizde yıllanmış belgelere göz atın. Bazıları sararmış, bazıları ise ilk günkü kadar beyaz kalmıştır. Aynı yazıcıdan çıkmış olmalarına karşın bazılarının baskısı solmuş ve dağılmış, bazıları ise yeni çıktı alınmış gibi mürekkep kokuyordur. İşte bunun nedeni kağıdın farklı olması…
Günlük kullanım için tercih ediyor olsanız da Avansas fotokopi kağıtları gibi kaliteli olan A4’leri tercih etmeniz, belgelerinizin yıllarca yeni kalmasını sağlar. Kalitesiz kağıtlar da, özellikle arşiv belgesi çıktısı almak için kullandıklarınız, bir süre sonra size hayatınızın şokunu yaşatabilir. Bizden söylemesi. Peki, neden fotokopi kağıtlarında böyle bir fark var? İşte nedenler…

1- Gramaj Olayı Sadece Gıdalarda Geçerli Değil!
Fotokopi kağıtlarında gramaj farkı var. Gramaj kağıdın 1 metrekaresinin ağırlığını ifade eder. Çok ağır kağıtlar makbul olmadığı gibi gramajı çok düşük kağıtlar da çok ince olacağından makbul değildir. Altın oranı yakalayan Avansas fotokopi kağıtları işte bu nedenle yüzlerce ofisin favorisi! Siz ne sanmıştınız?

2- Nem Sadece Havada Oluşmuyor!
O elinizden düşürmediğiniz A4 kağıtların da bir nem oranı var. Nemin maksimum düzeyde olması gerekir ki, kağıt çabuk kırışmasın, kırılmasın ve mürekkebi dağıtmasın. Çıktı aldığınızda “aman Allah’ım, yazıcı resim çizmiş” demenize neden olan dağılmış mürekkepler yazıcının değil kağıdın suçudur.

3- Kartuştaki Mürekkebi Sömüren Kağıtlar Var!
Kartuş çok çabuk bittiğinde nefret dolu kem gözlerle yazıcıya bakarsınız ya, aslında suçlu yazıcı değil, kalitesiz A4’ler! Fotokopi kağıtlarında “perdah” adı verilen bir yüzey düzgünlüğü olayı var. Yüzeyi çok düzgün olmayan kağıtlar, çıktı alırken tüm mürekkebi içine çeker. Haliyle üç haftada bitmesi gereken kartuş 3 günde sizlere ömür. Kaliteli A4’lerde yüzey çok düzgün olduğundan kartuşu da kullanmaz, adeta koklar… Yoksa siz bunu da mı bilmiyordunuz?

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

14 Şubat 2016 Pazar

Bergüzar'lara inat, yaşasın 14 Şubat!

Evet yine geldi 14 Şubat. Beklediğinizi söylemeyeceğim; yani 14 Şubat, kapitalizmin alışverişe teşvik günüdür demeyeceğim. Çünkü bu söylemin de içi boşaltıldı, artık zengin klişesi oldu. Bize de farklı şeyler söyleme gerekliliği doğdu. Dolayısıyla, az kazanan herkes doya doya 14 Şubat'ı kutlasın, doya doya tüketsin diyeceğim. Neden mi? Bergüzar Hanım yüzünden! Hayatındaki tüketim unsurlarını olabildiğince azaltmaya çalışan ben bile, sayesinde kendimle çeliştim bu sene. Yani "doya doya 14 Şubat kutlayın" deyip sizleri şaşırtmışsam, bunun tek suçlusu Bergüzar Hanım'dır!


Yaşasın 14 Şubat Bayramı!

Pek magazin takip etmem ama geçenlerde gözüme çarptı, Bergüzar Hanım'a sormuşlar Sevgililer Günü hakkında ne düşündüğünü : Bana sormayın, dünyanın en saçma günü. Tüketim günü olduğu için sevmiyorumdemiş. “Pardon, oynadığınız dizilerden bölüm başına aldığınız yüzbinlerce tele'yi tüketmiyor musunuz Bergüzar Hanım?” diye sormak isterdim kendisine. Sanki minimal bir hayat yaşıyor da hanımefendi, tüketim gününe karşı çıkıyor! Oysa kimbilir kaç kadın, Bergüzar Hanım'ın saçlarını savura savura tanıttığı şampuan reklamından etkilenerek, kimbilir kaç lirasını bırakmıştır kozmetik dükkanlarında? Hem tüketim toplumunun ikonik yüzlerinden olacaksınız, hem de tüketime karşı olduğunuzu söyleyeceksiniz öyle mi? Hem saçma reklamlarda yer alarak insanları tüketime teşvik edeceksiniz, hem de “tüketim günü saçma” diyeceksiniz. Dünyanın en saçma çelişkisi değil midir bu duruşunuz? 


En sevgilin benim sevgilim!

Bu ülke kutuplaştıysa, bence sadece politikacıların nefret söylemleri yüzünden olmadı. Çok kazananlarla az kazananlar arasındaki makas açıldı hızla bu sistem sayesinde. Ve çok kazananlar, kazançlarını basın ile az kazananların gözüne gözüne sokmaktan çekinmediler. Hava attılar “life style” dergilerinde evlerini, malikanelerini göstererek; hangi diziden kaç para aldıklarını, nasıl zengin bir hayat yaşadıklarını ilan ederek... Ünlüler basın yoluyla, ünsüzler sosyal medyada paylaştıkları yeme, içme, gezme, satın alma fotoğraflarıyla... İnsanlar bu kadar deli gibi tüketiyorsa, birilerine öykünmelerinin bu durumda o kadar çok payı var ki! Bergüzar Hanım, oyunculuk anlamında karşılaştırılır mı bilemem ama, neredeyse Hollywood starları seviyesinde paralar kazanırken, set işçileri asgari ücrete talim ediyor. Set işçilerinin ve ülkedeki herkesin maaşı da Bergüzar Hanım gibiler ile aynı oranda artsaydı, kendisini alkışlar ve söylediği şeyden dolayı şapka çıkartırdım. (Bergüzar Hanım kusuruma bakmasın, bu yazıda kendisini sık sık örnek olarak gösteriyorum. Ee haftada yüzküsur bin lira kazanıp sonra da tüketim gününe karşı olduğunu beyan etmenin bu kadarcık bir bedeli olmalı artık. Mesleğin yan etkisi diyelim. Hap gibi yani, faydası var ama azıcık baş ağrısı yapıyor! Daha doğrusu bu söylemim şahsına değil, pozisyonunadır; hakaret olarak algılamasını istemem.)


Ay lav yu, ay lav yu, du yu lav me, yes ay duuu..

Nerede kalmıştım, evet böyle şeyleri gördükçe, eskiden karşı olduğum 14 şubat kutlamalarını teşvik edesim geliyor gerçekten de! Bir tarafta neredeyse sonsuz denilecek tüketme kapasiteleriyle her gününü Sevgililer Günü gibi geçiren Bergüzar Hanım gibiler var; diğer tarafta da senede bir gün Sevgililer Günü bahanesiyle tüketme lüksünü yaşamak isteyenler var. Kimden yana olmamı bekliyorsunuz, “Bravo Bergüzar Hanım'a, ne güzel de söylemiş, 14 Şubat tüketim günüdür” mü demeliydim. Derdim gerçi de, rol çaldı benden ve benim gibi orta sınıf mensubu insanlardan. Daha doğrusu birisi yaşam standardına göre konuşmuyorsa, ben buna çok bozuluyorum. Lüks içinde yaşayıp Marksizm'den bahsedenleri nasıl kaale alasım gelmiyorsa ve kendileriyle inceden inceye eğleniyorsam, asgari ücretin 100 katını bir haftada kazanıp “14 Şubat tüketim günüdür” diyenleri de kusura bakmasınlar kaale alamıyorum.


Bir tek kalp yeter bize!

Aslında Bergüzar Hanım'a teşekkür de etmem gerekiyor. Sayesinde 14 Şubat'a farklı bakıyorum bu sene. Gül mü alınması gerekiyor, alalım kardeşim! 50 lira vermeyelim de pazarlık yapalım ama alalım fena mı! 14 Şubat mumları mı yakılması gerekiyor, onu da yakalım! Senede bir gün sevgi sözcükleri uçuşsun havada, romantik şarkılar çınlasın dört bir yanda! Madem kapitalist düzende yaşıyoruz, tadına varalım azıcık, bizim de hakkımız değil mi? Hatta abartalım, her yıl 14 Şubat'ta karnavallar düzenleyelim, sokaklara dökülelim, eğlenelim, coşalım.

Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın...” Demiş ya sanatçı Murathan Mungan, ben de diyorum ki;

Bergüzar'lara inat, yaşasın 14 Şubat!”

Bu özel güne  en yakışan şarkı ve görüntülerle sizleri başbaşa bırakıyorum, mutlu pazarlar...


Devamını Oku

8 Şubat 2016 Pazartesi

Sarı Çocuğun Hayali

O gün kasabanın ustaları gelince çok sevindim. Nasıl sevinmem ki, üzerimde çöreklenmiş bunca senenin yorgunluğu son bulacaktı yakında! Ustalar, içimdeki çürümeye yüz tutmuş tahtaları söktüler önce, sanki ciğerlerimden katran söker gibi. Biraz acı çektim tabii ki. Kolay mı, canından can gidiyor. Sonra o sökülenlerin boşluğundan hava girmeye başladı yüreğime. Temiz havaydı, ilk gençliğimdeki kadar güzel, ilk günüm kadar taze. Nefes alan hücrelerim canlandı, bir silkeleneyim derken, baktım güzel renkli yeni döşemelerle kaplıyorlar bedenimi. Hiç zorluk çıkarmadım, ne yapıyorlarsa ses etmedim, öyle mutluydum ki. Taze kesilmiş meşe kokusuyla sarhoş gibiydim. “Bu tamirattan sonra yüzyıl daha yaşarım” diye çocuklar gibi sevindim. Sonra gök mavisi boya ile renklendi iç duvarlarım. İhsan Efendi'nin en sevdiğinden hem de. Nasıl da güzel seçmiş sarı çocuk, nasıl da bilirdi babasının zevkini. Konuşabilseydim, teşekkür edebilseydim keşke kendisine; yüreğime dert oldu, hakkı kaldı üzerimde. Bir tek dışımdaki tuğlaların elden geçmesi kalmıştı. Bir aya kalmaz o da bitecek, yeni gelin gibi süslenmiş halimle anahtarımı hediye edecekti İhsan Efendi'ye sarı çocuk, diyecekti ki:

Babacığım, bunca yıl sen beni okutmak için çalıştın didindin. Benden saklasan da ben bilmiyor muyum bu evi benim için elden çıkarmak zorunda kaldığını. Çok şükür sayende elim ekmek tutuyor artık, bu ev bundan böyle senindir, annemle güle güle oturun.”
Ama diyemedi, cansız bedenler konuşamazlar çünkü!



Son geldiğinde komşuya bırakmıştı anahtarımı, göz kulak oluyordu Kürt Necati ve karısı bana, üzerimde çalışan ustalara çay bile demliyorlardı. Komşuluk güzel bir şey. Dün akşam üzeriydi, önce benim kapım hızlı hızlı çalındı, açan olmayınca, Necati'lerin kapısını çaldılar. Gelenler belediyenin görevlileriymiş, sarı çocuğun şehit olduğu haberini almışlar. Necati'den anahtarı alıp al bayrağı astılar penceremden. İşte o an, yüreğim öyle bir burkuldu ki, sözler yetmez anlatmaya! Olayı öğrenince İhsan Efendi'nin hali kimbilir nice olurdu? Keşke gözlerim görmez olaydı, kulaklarım işitmeseydi; keşke hiç anlamasaydım bu olan biteni... Ama olan olmuştu işte, ateş gelmiş bize düşmüştü. Bu saatten sonra ciğerime o temiz havayı çeksem, iskeletim sapasağlam olsa ne olurdu ki, giden gitmişti bir kere. Artık yapacak bir şey yok, dua ederim ruhuna; tıpkı dedesine ettiğim gibi, tıpkı babaannesine ettiğim gibi. Zamansız gitti yavrucak, sıralı ölüm olmadı O'nunkisi. Daha yeni nişanlanmıştı; evlenecek, kendi çocuğu da avlumda büyüyecekti. Ah be sarı çocuk, otuzunda gencecik delikanlıydın sen, nasıl kıydılar o körpe bedenine...

Yıllara meydan okuyan yaşlı iskeletim beni iyi taşıdı, bu ağırlaşmış gözler nelere şahit olmadı ki! Şimdi o bayrağa sarılmış tahta tabutun içinde yatan sarı çocuğun doğduğu günü biliyorum ben. Bir bahar vaktiydi, erikler yeni çiçeklenmişti. Babası İhsan Efendi nasıl da heyecanlıydı, belli etmek de istemiyordu gerçi ama, ben anlıyordum, içi içine sığmıyordu. Karısı Gülizar, nur topu gibi o küçük bebeği kollarına uzatınca, gözünden akan yaşlara hakim olamamış, salya sümük ağlarken, bir taraftan da kahkahalarla gülmeye başlamıştı.. Koşup gitmiş iki tepsi dolusu lahmacun yaptırmış, taze çalkalattığı yayık ayranıyla hayırlı olsuna gelenleri doyurmuştu. Kendi olmasa da gönlü zengin adamdır İhsan Efendi, eh oğlu da olunca açmıştı kesenin ağzını. Ne bilecekti ki, 30 sene sonra, oğlunun ölüsüne gelenlere yine lahmacun dağıtacağını...

Sarı çocuk doğduğu zamanlarda Kürtlerle Türkler birbirlerini böyle öldürmüyordu. Gül gibi geçinip gidiyorduk, tavuklarımız birbirine karışıyordu. Bizi bize bu kadar düşürmemişlerdi daha. İhsan Efendi Karadenizlidir, karısı Gülizar kadın hem Alevi, hem de Kürt'tür. Bunun lafı bile geçmedi onca yıl. Birbirlerini hiç incitmediler. Gülizar kadının akrabaları geldiğinde kendi aralarında Kürtçe konuşmaya başlarlar, İhsan Efendi de takılırdı:
Yine benim dedikodumu mu yapıyorsunuz anlamıyorum diye...” Gülerdi Gülizar Kadın, “Yok bey, hiç öyle şey olur mu, kaptırdık yine çocukluğumuzun hatıralarına, çocukluğumuzun dilinde” derdi. Bu sarı çocuk, annesinin söylediği Kürtçe ninnilerle büyüyüp, babasının kemençe çalarak söylediği Lazca türküleri ezberledi. Annesinin akrabalarıyla Kürtçe konuşur, babasının akrabalarından dinlediği laz fıkralarına gülerdi. Yüreği sevgi doluydu. Çok istediler ama kader işte ne yaparsın, olmadı İhsan efendilerin ikinci çocuğu. İşte bu yüzden göz bebekleri gibi baktılar oğullarına.

İhsan Efendi pazarcılık yapardı, o köy senin bu köy benim dolaşır, taze meyve sebze toplayıp kasabanın pazarında satardı. Tek derdi sarı çocuğu okutmak, vatana millete hayırlı bir evlat yetiştirmekti. Başardı da, oğlu subay okulunu kazandığında mutluluktan gizli gizli ağlamıştı, ben şahitim. Dedim ya duygusal adamdır İhsan Efendi. Babası gibi hakikatli, yufka yürekliydi sarı çocuk da, O'nun nelere katlandığını iyi bilirdi. Okurken yaz tatillerinde gelir, pazarda babasına yardım ederdi, subay çıktığında da hiç büyümedi burnu, öyle mütevazı, öyle hatırşinas, öyle hisli... Okulunun son senesinde bankadan aldığı krediyi ödeyemeyip evi satmak zorunda olan İhsan Efendi'nin “biraz da amcanlarla beraber yaşayalım” demesine zaten hiç inanmamıştı... Diplomayı aldığı gün, o evi babasına hediye etmeyi kafasına koymuştu bir kere.


Geçici görevle gitmişti Şırnak'a, anasına babasına söylememişti üzülmesinler diye. O gün çıkan çatışmada, on arkadaşıyla birlikte vurulmadan bir saat önce aramış Kürt Necati'yi, beni sormuş. Kimbilir nasıl hayaller kurarak... Gerisini anlatmaya gerek yok, zaten anlatacak dermanım da yok... Ama şunu söylemeden edemem, sarısı karası fark etmez, yeter artık, ölmesin çocuklarımız...

Not: Yaratıcı yazarlık ve senaryo atölyesi kapsamında yazdığım ilk ödevdir, gerçek bir olayın internetten alınma fotoğrafı üzerine tarafımdan kurgulanmıştır, daha eğitmenin kritiklerini öğrenmedim, hatalarım varsa affola.../ EvdeYazar
Devamını Oku

2 Şubat 2016 Salı

Dünyadan ilginç kadın haberleri!

İyi günler sayın seyirciler, şimdi haberlere geçiyoruz.

Aldığımız son dakika haberine göre Almanya'nın en büyük kentlerinden birinde toplanan binlerce kadın, “Son dönemlerde artan kadın cinayetlerine son!”Helga'lar ölmesin!“Helga, Hans'ın malı değildir!” şeklindeki çarpıcı pankartlarla eylem yaparken, polis göstericilere saldırdı. Binlerce kadın sıkılan gazdan baygınlık geçirirken, ortalık savaş alanına döndü. Göstericilerden biri “Kadına şiddet bu ülkenin kaderi değildir. Bütün Helga'lar kurtulana kadar mücadeleye devam!” açıklaması yaptı.

Öte yandan İsviçre'nin Bern kentinde gece saatlerinde tacize uğrayan bir kadın için sosyal medyada açılan başlıklar ülke gündemine oturdu: “Bir İsviçreli kadın, gece vakti sokakta ne yapıyormuş acaba?” şeklinde atılan tweet sonucunda binlerce İsviçreli erkek, aynı şekilde tweet'ler atmaya başladı. Her konu hakkında referandum yapılan İsviçre parlemantosu bu konuyu da gündemine taşıdı. Yapılan oylamada, gece 23.00'den sonra sokağa çıkan kadınların her şeye müstehak olduğu!” sonucu çıktı ve o saatten sonra sokakta gördüğü kadını taciz eden erkeklerde “ağır tahrik” unsuru düşünülerek, ceza indirimi uygulanacağı bildirildi.

Avustralya'nın Sidney valisi, “tayt giyen kadınlar erkekleri tahrik ediyor, edebinizle giyininiz!” şeklinde bir açıklama yapınca, kadınların yüzde 50'si valiyi haklı buldu ve evlerindeki taytları getirip şehrin özgürlük anıtı önünde sembolik olarak yaktılar. İçlerinden bir kadın, “Valimiz son derece haklı. Eğer bu dünyada erkekler suç işliyorsa, bunun sorumlusu bizleriz, haddimizi bilelim” şeklindeki açıklamasıyla büyük alkış topladı.

Finlandiya'nın başkenti Helsinki'de kız çocukları ile erkek çocuklarının aynı sınıflarda ders görmeleri yasaklandı. Finlandiyalı çiçeği burnunda eğitim bakanı yaptığı açıklamada şöyle dedi: “Kızlar ve erkekler birbirlerinden ayrı tutulmak zorundadır. Ataşı'nan barut yanyana durmaz. Biz bu konuda gerekli düzenlemeleri yapıyoruz. Değil aynı sırada oturmaları, aynı sınıfta olmaları dahi düşünülemez. Hedefimiz ayrı binalarda eğitimi sürdürmek!“
Finlandiya'da kız çocuklarının 9 yaşına kadar okumaları yeterli görülüyor. “Adını soyadını yazsın, pazarda somon balığının fiyatını okuyabilsin yeter. Fazla okumak kızların gözünü açar, gözü açılan kızlar Finlandiya'nın ahlakını zedeler!” diyen eğitim bakanı, başarılı çalışmalarına milli iradenin desteğiyle devam ediyor.

Diğer bir haberimiz ise Kanada'dan. Kanada'da “kadın olma yaşı” 18'den 9'a düşürüldü. Bu sayede aileler, kızlarını 9 yaşına geldiğinde diledikleri adamla evlendirebilecek, hatta bunun karşılığında uygun gördükleri bir parayı da talep edebilecekler. “Aileler boşuna değil, kendilerine faydalı olsun diye çocuk yetiştirir. Bir çocuk kolay mı büyüyor? 9 sene bakıldıktan sonra bir kızın satılmasından daha doğal ne olabilir! Yaşı geçince kız para etmez!” diyen aileler, Kanada'nın milli servetine katkı için, sattıkları kız çocuğu başına aldıkları paradan yüzde elli oranında vergi ödüyorlar.

Son haberimiz ise Türkiye'den:

Sayın seyirciler, biliyorsunuz bugün günlerden 4 Nisan 1926. Medeni Kanunu kabul eden Türkiye'de birden fazla kadınla evlenmek yasaklandı, evlenmek için yaş sınırı getirilerek küçük yaşta evlenmeler kaldırıldı, kadınlara da boşanma hakkı tanındı, miras hukukunda kadınlara eşit haklar getirildi.

İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?diyen Atatürk adında bir liderleri var onların...




******************
Bu yazıyı yazmama ön ayak olan “kadın olmak” adlı mimi bana paslayan sevgili “sağlikliyasamgurusu” bloguna çok teşekkür ederim. Mimi bu yazıyı okuyan bütün blog yazarlarına paslıyorum ben de.

 Yazalım güzelleşim, sevgiyle...




Devamını Oku