Kşinev’in ilk gününden selamlar. İşte nihayet farklı ülkenin, farklı bir şehrinde yeni bir sabaha uyanıyorum.
Kşinev’de İlk
Kahvaltı
Ne kadar şanslıyız ki bizim evin
altında iki tane market var. Marketler de gayet şık. Su, ekmek ve biraz yiyecek
alıyoruz.
Benim kahvaltıda olmazsa olmazım
zeytindir. Daha önceki yurt dışı deneyimlerimde marketlerden aldığım zeytinler,
yağları alınmış, lezzeti kalmamış, bildiğiniz erik gibi şeylerdi. Bu nedenle vakumlanmış
zeytinlerimi özenle evden getirdim. İyi ki de öyle yapmışım. Nitekim, marketteki
zeytinlerin tipini beğenmiyorum. Bazı lezzetler bence insanın kodlarına doğduğu
yerle birlikte işleniyor. Mesela insanın çocukken annesinin yaptığı tarhana
çorbasının lezzetini unutamaması ve o çorbada hep aynı lezzeti araması gibi. O
yüzden memleketimin zeytini önemli. Bir de bal getirdim küçük bir kavanozla. Bu
ülkenin balının meşhur olduğunu, iki gün sonraki bayram stantlarında fark
edeceğimi bilemezdim. Okuduğum hiçbir Kşinev yazısında, izlediğim hiçbir videoda baldan bahsedilmiyordu.
Siz gelirseniz buralara, Kşinev ballarının tadına bakabilirsiniz. Benim bu
gezide kahvaltı eşlikçim Köyceğiz balları efendim…
Tiflis’te bir türlü damak lezzetine
uygun kahvaltı bulamayışımızın anıları henüz taze iken, riske girmeden evden birkaç
kahvaltılık getirmek bu şehirde gerekmeyebilirmiş aslında ama, yine de güzel oldu.
Buranın peynirleri ve tereyağı da güzelmiş; ben yemesem de yiyenler test ediyor ve onaylıyor. Yani kahvaltı
konusunda sıkıntı yaşanmayacak bir ülke burası.
Marketten aldığımız ekmekle sofra
tamamlanıyor. Ekmek güzel, taze olmasına rağmen dağılması tek kusuru. Evden getirdiğim sallama
çay da var, daha ne olsun…
Söylemeden geçemeyeceğim. Kahvaltının yıldızlarından bir diğeri de Yunan Yoğurdu. Kremamsı bir dokusu var, süzme yoğurt gibi ama daha yumuşak. Yunanlılar bildiğimiz yoğurdu “Greek Yoghurt” diye gayet güzel pazarlıyorlar. Türk yoğurdu diye bir markamız yok bizim bildiğim kadarıyla. Dünyaya pazarladığımız tek gıda ürünü "döner" sanırım. Onu da neredeyse Almanlara kaptırmak üzereyiz. Bir de Efes var hakkını yemeyeyim; gittiğim her yerde gururla karşılaşıyorum kendisiyle…
Kahvaltı benim en sevdiğim öğün.
Ülke çapında pıtrak gibi kahvaltı salonları açılmadan önce ve kimseler “Kahvaltının
mutlulukla ilgisi olmalı…” şiirini bilmezken de, ben Cemal Süreya’yı çok sever
ve başka şiirleri gibi bu şiiri de ezberden söylerdim.
Bu kadar kahvaltı güzellemesi yeter bence.
Günlerden 10 Ekim, hava 23-24
derece gibi, şahane. Bir tişört bir svetşört ile dışarıya çıkabiliriz artık.
Parklar, Parklar, Parklar…
Evden çıktıktan sonra sola dönüp biraz yürüyünce yolun solunda Katedral Parkı, sağında da devasa Stefan Cel Mare parkı var. Seç, beğen, gez, dolaş… Ohh mis gibi. Sol tarafta çiçekçi dükkânlarının arkasındaki Katedral Parkı’na giriyoruz.
İnsan sesi yok, sadece kuş sesleri…Parkın içinde geniş yollar var. Ben diyeyim yüz yaşında, siz deyin iki yüz yaşında dev gibi ağaçlara hayran oluyorum. Öyle uyduruktan bodur ağaç değil bunlar. Gökyüzüne uzanan dalları, dev gibi geniş cüsseleriyle ağaçların atası gibiler. İnsanın içinden yaşlı birine duyar gibi saygı duymak geliyor.
Parkın içindeki katedrale giriyoruz.
Bazıları ibadet ediyor, bazıları ise fotoğraf çekiyor. Ben de bir mum yakıp içimden
iyi dilekler geçiriyorum. Girişte kimse başörtüsü için zorlamıyor. Bazıları
örtmüş başını ince bir eşarpla, bazıları ise örtmemiş. Ben yine de saygımdan svetşörtümün
kapşonunu kafama geçiriyorum.
Stefan Cel Mare
Central Park
Kşinev’in merkezinde 17 dönüm alana yayılmış bir park burası. Parkta tam 50 tür ağaç varmış. Wikipedia’ya göre akasya ağaçları 130 ile 180 yaş arasındaymış. Yani ben doğru tahmin etmişim yaşlarını. Wikipedia, parkın 1818 yılında Rus askerî mühendisleri tarafından düzenlendiğini söylüyor. Kim ne derse desin bu park işini Ruslar iyi biliyormuş zamanında. Parklar ve içinde heykeller özellikle. Gittiğim Rus etkisinde kalmış şehirlerde en çok bu ikiliye bayılıyorum.
Central Park’taki heykeller de muhteşem. Ünlülerin büstleri haricinde telden yapılmış bu anne çocuk heykeli de çok etkileyici.
Parkın içinde Puşkin de dahil
olmak üzere Moldova edebiyatındaki önemli yazarların ve sanatçıların
heykellerinin olduğu klasikler sokağı var. Puşkin, sürgünde geçirdiği yaklaşık
3 yıl içinde bu parka sıkça gelirmiş.
Parkın dışında da meşhur Stefan Cel Mare’nin
heykeli bulunuyor. Bugün çekerim, yarın çekerim derken fotoğrafını çekmeyi ihmal
etmişim bu Moldova kahramanının. Daha doğrusu büyülenmiş gibi ağaçlara
bakmaktan, o unutamayacağım ağaç kokularını içime çekmekten elim gitmemiş.
Peki kim bu Stefan Cel Mare? Stefan
Cel Mare, Büyük Stefan demekmiş. 15. Yüzyılda yaşayan Ştefan’ın, Osmanlı ordularını
tam kırk kere yendiği rivayet ediliyor. Moldova’nın en önemli kahramanı kendisi.
Romanya’da da pek çok caddede ismi geçiyormuş. Osmanlıya karşı en uzun süre
direnen kralmış. Meşhur Kazıklı Voyvoda’nın da kuzeniymiş aynı zamanda. Kılıcı
da bizim Topkapı Sarayı’ndaymış bu arada. Adamı yenemedik, bari kılıcını mı
alalım demişiz acaba? Madem hep Osmanlıyı yenmiş bu Ştefan, kılıç bize nasıl
geçmiş? İşte bu soruların cevaplarından ne güzel filmler yapılır diye düşünmekten
kendimi alamıyorum.
Park gerçekten muhteşem. Kenarına
ışıklı şık bir yol yapmışlar, bir ressam resimlerini sergiliyor.
Şeffaf naylondan estetik görünümlü küre şeklinde çadır gibi şeyler var parkın girişinde. Kafe desen değil, ama ne? Yakından bakınca anlıyorum ki bu şık çadırların içinde kedi-köpek sahiplendiriyorlar. Sokaklarda, özellikle akşamları bir iki tane küpeli köpek gördüm ama kediyi sadece daha sonra anlatacağım Puşkin Müzesi’nde gördüm. Dolayısıyla parklar güvercinlere, kargalara ve değişik kuşlara kalmış adeta.
Güvercinler çok güzel. Grisi var, simsiyah olanı var, beyazı var; hatta grili beyazlı, kahverengili süslü renklerde olanları da var.
Hafta içi olmasına rağmen pek çok
insan banklarda oturuyor. Çoğunun elinde kartondan aynı renk kahve bardağı
var. Sonradan anlıyorum ki bu kahveleri şehrin gittiğim bütün parklarında gördüğüm
Bonjour Cafe’lerden almışlar. Bu Bonjour Cafe’lere ben de gittim, sonradan
anlatırım; gerçekten çok şık ve ekonomik kafeler. 25-30 Lei’ye parkta kahve
alıp içmek, Kşinev sakinleri için sıradan bir şey. Bizde kafede kahve içmek de
lüks oldu biliyorsunuz.
Parkın içinde bir yerlerde sokak şarkıcıları çok yüksek olmayan
sesle şarkılar söylüyor. Elinde telefonla sesli sesli konuşan birilerini hiç
görmüyorum.
Bu parklarda ben en çok kokuyu
seviyorum, doya doya içime çekiyorum. Ağaçlardan, bir yerlerden de tanıdık gelen nefis bir koku yayılıyor.
Gerçekten büyüleyici.
Parkın bakımına canlı şahit oluyorum.
Bir adam, vinç ile yaşlı bir ağacın dallarını buduyor. Küçük bir kamyonet
geçiyor; içinde toplanmış, yere dökülen sarı kızıl sonbahar yaprakları… Biraz
ileride kadın işçiler, toprağı kazarak havalandırıyor. Yaşlı ağaçların
aralarına yeni fidanlar dikmişler… Değer verdikleri park, özenle bakım görüyor
ve tertemiz.
Yerlere dökülen meşe palamutları
ve kuş cıvıltıları…
Arada ambulans seslerini duyuyorum
sadece. Çünkü şehir gerçekten sessiz. Korna sesi ya da konuşan yüksek insan
sesi duymuyorum. İçime huzur doluyor.
Bu Central Park bence sadece park
değil, aynı zamanda meydan gibi. Çünkü akşam 5’ten sonra kalabalık halde
insanlar geçiyor parkın içindeki bazı yollardan. Belli ki otobüsten inmişler,
parktan geçerek evlerine ya da başka bir otobüs durağına gidiyorlar.
İnsanın ruhu okşanmaz mı ya, işten
dönerken böyle bir parktan geçse…
Bu ülkeye gelirken tarihî veya turistik fazla bir şey göremeyeceğimi
biliyordum. Bildiğim diğer bir şey ise çok yeşil olduğuydu.
Parkları gezmek için başka bir
ülkeye gitmeyi istemek nasıl bir yeşil özlemidir…
Neden bizi betona buladınız ey
ruhsuz yöneticiler!
Ve gezimin ilk gününün ilk
yarısından hissettiğim şu:
Kşinev; tahminimden daha modern, daha güzel, daha sessiz, daha bakımlı, çok yeşil güzel bir şehirsin sen.
İyi ki
gelmişim…
ARKASI YARIN…
Kşinev yazılarının hepsi burada…
Sanki bazılarımız bu tür ülkelere allanan pullananlardan daha yakınız, gibi hissettim yine:)
YanıtlaSilEvet, doğru tespit... Allı pullu turistik şeyler değil de o şehrin ruhunu hissetmek... Ve ben bu gezide hiç turistik bir şey görmedim aslında. Gördüğüm bütün güzellikler, orada yaşayan halk için yapılmıştı ve belki de ondan çok sevdim. Ve evet ben Rus'ların değdiği kültürlere özel ilgi duyuyorum sanırım.
Sil🥰
oleeeey olaysız kahvaltı :))) parkları seviyon sen :) bizimkiler gibi pis olmasınlar yeter :)
YanıtlaSilBu kadar olaydan sonra bu kahvaltı da olsun artık :)) Parkları evet çok seviyorum, Rusların yaptığı parklara ise hayranım :) Kesinlikle pis değil, huzur dolu, mis gibi ağaç kokuyor. Heykeller, fıskiyeler şahane. Burada bir de Fransızların elinin değdiğini tahmin ettiğim şahane kafeler ve İtalyan isimli şık büfeler de vardı parklarda. Çok beğendim. Sadece parkları için bile bu tarz ülkeleri gezebilirim. İki şeritli yol kadar geniş kaldırımlar, ağaçlar, kuş sesleri, temizlik... İnsan daha ne ister... Neden bizim ülkede bunları yapamamışız, neden ya, bizim neyimiz eksikmiş 😶🌫️🦚🥲 Gidip görmesem, Moldova derim, amaan nesi güzel olabilir ki derim, Avrupanın en fakir ülkesi diye anılıyor derim. Mesele para değilmiş yeğen, mesele bakış açısıymış diye ses verir Ramiz Dayı'nın tok sesi :))
SilParkların, sokakların temizliği çok önemli. Malesef ülkemizde hem belediyecilik kötü hem de insanlar pis. Atıp geçiyorlar
YanıtlaSilHaklısınız. Bu bir kültür meselesi bence. Moldova'da ben açıkta hiç çöp kutusu görmedim, yerde de çöp yoktu. Biz güya temizliğimizle övünürüz, nasıl sokaklar bu kadar pis oluyor anlamak mümkün değil. Üstelik bunun eğitimle de alakası yok bence. O kadar çok üniversite mezunu biliyorum ki sigarasını camdan aşağıya fırlatan... Düzelir mi, olabilir, neden olmasın. Bolu Belediyesi son dönem yasal hakkını kullanarak çöp atanlara ceza kesiyor, epey yol kat etti sanırım. Diğer belediyeler de umarım böyle önlemler alır. Bizim insanlarımızın aklı başına gelmesi için biraz ceplerinden para çıkması lazım :) Sevgiler 🥰🌺
SilYurt dışına çıkan arkadaşlardan kahvaltı konusunu duyuyorum hep burdan götürüyorlar çok ilginç. Ne güzel anlatmışsınız şehri. Hülya
YanıtlaSilBenim gördüğüm kadarıyla kahvaltı kültürümüz genellikle uymuyor. Ya tatlı ve kahve tercih ediyorlar, siyah çay bulunmayabiliyor, ya da kendilerine göre börek gibi hamur işleri oluyor. Ben peynir ve tereyağı sevmediğim için çok zorlanıyorum kahvaltı konusunda. Açıkçası kahvaltıyı riske atmak istemem :)
SilBenim tercihim, otelden çok mutfaklı bir Airbnb evinde kalmak. Biraz evden getirip, biraz da oranın marketinden alarak kahvaltı hazırlamak güzel oluyor. Evde kahvaltı yapıp çıkmak ayrıca çok konforlu. Aç aç dolanma riski de ortadan kalkıyor :)
Bu arada teşekkür ederim güzel yorumunuz için, umarım devamını da beğenirsiniz, sevgiler 🌺🥰
Can için de zeytin önemlidir. Gerçekten de düzgün zeytin bulduğumuz giç olmuyor.
YanıtlaSilYurt dışına çıkmanın en sevdiğim yanı sadece o günü yaşamak sanırım. Öncesini bilmiyorum, sonrasını düşünmüyorum, sadece o an var.
Zeytin severler toplansın :) Ben peynir de yemediğim için kahvaltımın baş kahramanıdır kendisi. Bir de Ege'de yaşadım, o kadar olsun :) Evet ânı yaşama hissi gerçekten de müthiş oluyor, çok iyi geliyor bünyeye. Bir bilinmezde önüne ne çıkarsa yaşamak... Şahane bir duygu ve iyileştirici etkisi var kesinlikle.
Sil🌺🥰
Güzel parklar, tertemiz yerler, sessizlik, huzur, etrafta sanat eserleri.. ne güzel. ne kadar hasretiz. boşuna dememiş adam, coğrafya kaderdir diye. :(
YanıtlaSilBiz de öyle olabilirdik, bu güzel ülkemizde daha da güzelini yaratabilirdik. Dediğiniz gibi ülkemizin coğrafik konumu nedeniyle birçok karanlık el, iş birliği ile ülkemizi bu noktalara getirdi. Oysa işte hepimiz insanız. İki yeşillik görüp, iki sevinip, iki mutlu olup, üreterek ve eğlenerek hayatımızı geçirmek hepimizin hakkı değil mi…
SilAma umutsuz olmamak lazım, kara gün kararıp kalmayacak elbette…
Enseyi karartmayalım 🌺
Benim de en sevdiğim öğün, kahvaltıdır. :)
YanıtlaSilKatedralin fotoğraflarına bakıyorum, süslü işçiliğine hayran kaldım. Keza parktaki heykeller de öyle...Ne büyük şans ki, canlı gözlerle gördünüz.
Oraya giderken yaşadığınız talihsizliklerden sonra gezinizin ilk günü şahane geçmesine sevindim. Umarım devamı gelir. :)
Sonraki bölümde görüşmek üzere...:)
SilMideme güvenemediğim için evde kahvaltıyı tercih ettim hep gezide. Bence çok da güzel oldu. Çünkü güne başlarken mide bozulması günün heba olması demek 😊 Fakat önünden geçerken hep tok denk geldiğimiz için bir türlü tadına bakamadığımız vişneli tatlılar ve börekler biraz aklımda kaldı 😊
Katedrallerin süsleri çok hoş gerçekten de. O yüksek tavanlardaki resimler, oymalar, işlemeler… Zamanında ne kadar çok emek vermişler. O ihtişamı görmek cidden etkileyici. Evet gördüğüm için şanslı hissettim ben de…
Teşekkürler yorumunuz için, sevgiler 🥰🌺