Hani derler ya “Bu çocuk hep burnunun dikine
gidiyor!” Şimdi bunu duyunca aklınıza bağıran, çağıran, tepinen, çığlıklar atan,
hatta “şımarık” tabir edilen çocuklar geliyor değil mi? Ama ben öyle değildim. Öyle
değildim ama duruma itaat eden bir yanım da olmadı hiç. Dışarıdan uyumluymuş gibi
görünen, kibarlığından taviz vermeyen; ama içten içe özgürlük çığlıkları atan içine
dönük bir asiydim belki de. Örneğin, annem belki bulutların üzerinden şimdiki
halime gülüyordur ama, bana matematik öğretmenliğini yakıştırdığında burun
kıvırmıştım. Babam eczacı olmamı istediğinde “Dükkan açayım sen de emekli
arkadaşlarınla orada çay kahve iç, hem gözünün önünden de ayrılmamış olurum”
demedim yüzüne gerçi ama, aynen böyle düşünüp eczacılığı en son tercihlerime
yazarak O’nu da kırmamış oldum bir anlamda. On yedi yaş asiliği miydi, yoksa
ruhumdaki özgürlük eğilimi o günlerde böyle mi dışa vurmuştu bilemiyorum.
Yaşam önceliklerimde “kendi kararlarımı kendim
alabilme” maddesi hep ilk sıralarda yer aldı. Yani birisi bana bir şeyi “Dikte
ettiği için!“ değil, “O şeyi kendim istediğim için” yapmayı tercih ettim hep.
Örnek mi, örnek çok... Örneğin okul hayatım boyunca bana kimse “Ders çalış!” demedi; istediğim için çalıştım
ve başarılı oldum. Ukala ve bir o kadar
da itici diş doktoru “Sigarayı bırakmazsan seni tedavi etmem!” dediği için
değil; bu olaydan bir sene sonra kendi özgür irademle kendim karar verdiğim
için sigarayı bıraktım. Ya da İzmir’den İstanbul’a bir gün içinde taşınma
kararı almakta beni iteleyen tek şey iç sesimdi. Ha bazen yanlış kararlar
almadım mı, elbette aldım. Ama özgür irademle aldım. Yanlış kararlarımın yanlış
sonuçlarına tek başına katlanmayı bildim üstelik. İnsandaki akıl, düşünme
yetisi, karar verme güdüsü başka ne işe yarar ki zaten.
Kendi kendime haksızlıkları tespit eder, kendi
kendime bunlarla baş etmeye çalışırdım. Hayatım boyunca da böyle oldu. Bir
gruba dahil olmak, “emir komuta” zincirinde bir nefer olup verilen görevleri
yerine getirmek, hiç de bana göre bir şey değildi, hala da değil…
Kızgınlıklarımı, eleştirilerimi yazarak, çizerek ifade etmeye çalıştım hep. Ya
da en kötüsü içimden yaşadım.
İşte bu nedenledir ki, yani yapım öyle olduğu
içindir ki, “tepeden inmeci tavırlara” oldum olası tahammül edemem. Yani birisi
bir karar alıp onu dayattığında kaşıntım tutar. Oradan kaçasım gelir,
uzaklaşasım gelir.
Özgürce yazmak, çizmek, seyahat etmek, şarkı
dinlemek, oyun izlemek varken… Yani dileyenin fasulyeye dilediği kadar soğan
doğraması pekala da mümkünken ve fakat tüm basitliğine rağmen hayat böyle yaşanmazken; üstüne üstlük bir de dikteler silsilesi
yağmur gibi göklerden yağarken; benim gerçekten de paralel evrene ışınlanasım
gelir… Hayal kurmak için yatağa koşan çocuklar gibi…