9 Ağustos 2024 Cuma

Hızlandırılmış Hayat Simülasyonu Turu

Tamam olabilir, böyle zamanlar hep olabilir. Ama neden hızlı çekim gibi her şey… Senaryonun birden hızlanıp izleyicinin kafasını karıştırdığı, ucu açık bir finalle sonlanan ve ağızda kekremsi bir tat bırakan kısa film tadında bu aralar hayat… Hayır nasıl bu kadar hızlı olup bitiyor bir şeyler ve hemen “sıradaki” geliyor? Yıllarca suda bekletilen bir yaprağın köklendiğini görüp sevinmekle, o yaprağın kararıp solmasına üzülmenin aynı film karesine sığması gibi…

5 günde 8 ülke 12 şehir gezdiren tur şirketlerinden biri beni kafaladı da hayatı mı turlatıyor yoksa? Bir deneysel çalışmanın kurbanı mı oldum? Tur şirketi 'nasılsa kimse bir şey anlamıyor' diye insanları simülasyona alıyor ve her şeyi yaşanmış gibi mi gösteriyor?


 Bak bu senin arkadaşındı; artık değil, hoop serbest zaman… Akşama dileyenler 38 Avro karşılığında arkadaşlığının neden bittiğine “mercek tutan” bir yaşam koçundan 12 dakika brifing alabilir. Lütfen sabah 5:52’de heykelin altında buluşalım, öbür ülkeye geçeceğiz.”

 “Öbür ülkenin adı ne?”

“ Ülke demeyelim de Kırılgan Aile İlişkileri Kasabası diyelim. Orada sizi güzel bir aile masasına oturtacağız. Ortada en sevdiğiniz yemekler olacak. Herkes bir şeyler söylerken bazı sırlar ortaya dökülür gibi olduğunda hoop bulaşıkları yıkayacaksınız. Bir sonraki ailenize kavuşmak için saatler gece yarısını gösterirken rehberimiz sizi teker teker otobüse alacak. Lütfen gecikmeyin…”

“Neden bir sonraki aileye gidiyoruz?”

“Çünkü aile dediğin şey zaten sanal bir kasaba gibidir. Sıkıcı, aynı şeylerin tekrar edildiği, uzaktan huzurlu gibi görünen, ama aslında yaklaşınca o huzur diye görünen şeylerin kartondan figürler olduğunun anlaşıldığı unutulmuş bir kasaba… E bu durumda yeni bir kasabaya geçmek kadar doğal bir şey olabilir mi?”

“Bir dakika rehber bey, benim kafam karışıyor, lütfen biraz yavaşlayabilir miyiz?”

“Kusura bakmayın, size ayrılan süre ancak bu hıza yetiyor. Daha derin ve daha tutarlı ilişkiler turu için fazla para verseniz bile maalesef bulunduğunuz level buna yetmiyor”

“Peki ne yapmalıyım?”

“İzleyin ve geçin sevgili dostum. Tüketimi hedefleyen, içselleştirmek için değil de fotoğraf çektirmek için gezen; tatmin olmayan, deneyim oburu turistler gibi olun. Hızlanın, size sunulan hayatın keyfine varın… Hem hızlı hızlı geçerken, bu ülkelerin ne çamurunu görürsünüz ne de kirli yüzünü…Bu turlar hep sizin iyiliğiniz için aslında, siz sevinin diye…”

“İyi de elimden kayıp gidiyor sanki bir şe.…”

“Hayır dostum, size öyle geliyor. Bu hızlandırılmış tur bittiğinde sizi evlerinize sağ salim bırakacağız. Hepinizi tek tek hem de… İşte o zaman, bu kadar kısa sürede gezdiğiniz bütün şehirleri elbette anımsamayacaksınız. Zaten biz de böyle bir şey istemeyiz.”

“Amacınız ne peki? Ne anlamı var bütün bu hay huyun? Bu kadar acelenin?”

“Gezi sonunda elinizde kalanların kıymetini anlayacaksınız sevgili gezgin ruh. Kalan arkadaşlarınızın, benimsemek istediğiniz ailenizin ve en önemlisi de neyin biliyor musunuz?”

“Neyin?”

“Gerçek sevginin değerini anlayacaksınız… Bu kadar kısa süreye bilerek sıkıştırıyoruz her şeyi… Yüreğinizde izi kalan şehir ya da kasaba her neyse, gerçekten sevdiğiniz yerin orası olduğunu anlayacaksınız… Ona sıkı sıkı sarılın ve dilediğiniz kadar uzun bir tur ayarlayın o kasabaya… Tek yönlü alın biletinizi…”

Unutmayın; sevgi… Her şeyden önce gelir sevgi ve ne kadar hızlandırışmış tur olsa da sevgi süzülerek kalır pencerenin kenarında…”

--------------------------------------

Simülasyonun fişini çekin arkadaşlar, makine çok ısınmasın…

Devamını Oku

6 Ağustos 2024 Salı

Son Durak Filmi Gibi Bir Gündü...

Gece kabuslar gördüm. Kendi sesime uyanmış olabilirim. Kalktım, önceki yazıyı yazdım. Biraz oyalandım sonra. Dünden kalan mısır ekmeği, birkaç zeytin, domates, üzerine zeytin yağı… Kolayından neskafe… Sonra karnımda olağan dışı hareketlenmeler hissettim, azıcık bekleyeyim dedim; sokakta tuvalet kazası falan yaşanmasın bir de…

Evet azıcık bekledim. İyi hissedince kol çantamı boşaltıp sadeleştirmeye başladım. Maksat ağırlığı azaltmak mıydı, yoksa evden çıkmayı geciktirmek mi… İptal ettiğim kredi kartlarını, birkaç kalemi, birkaç fişi ve bozuk paraları ayıkladım çantadan. Mide ekşimesi hapını da aldım masaya bıraktım. Gözüme dizim ağrıdığında sürdüğüm, dibi kalmış ağrı kesici merhem takıldı. Çok iyi anımsıyorum şimdi yazarken o ânı. Normalde çanta temizliği yaparken o merhemi çıkarmam gerekirdi aslında… Nereden bilecektim bu merhemin bir işaret olduğunu; parçaları birleştirince çıktı ortaya bu detay. Merhemi tekrar çantama koydum.


Sokağa attım kendimi sonra. Salı Pazarı'na gitmek ve kızılcık almaktı niyetim… Pazar bahanesiyle evden çıkabilmekti belki de… Her zamanki yolumdan yürürken kafamın içinde hep dünkü konuşmalar, yazışmalar, işittiğim çirkin suçlamalar, basit ama yaralayan imalı sözler dönüp dolaşıyordu.

“İlle dostun bir tek gülü yaralar beni beni…”

Ne güzel söylemiş Pîr Sultan Abdal…

Her zamanki yolumdan yürüyordum. Normalde o yürüdüğüm yol günün çok büyük kısmında trafiğe kapalı olduğu için ve zaten kaldırımlar çok dar olduğu için sallana sallana yolun ortasındaydım.

Sonra nasıl oldu bilmiyorum, sanırım bilinç kaybı yaşadım bir anlık.

Yerdeydim, kalbim deli gibi çarpıyordu ve ağlıyordum. Sol ayağım beyaz bir minibüsün arka tekerleğinin tam yanındaydı.

Minibüs geri geri gidiyormuş, mal bırakacağı dükkânın önünde olduğu için Allahtan yavaşmış. Başıma insanlar toplandı sonra. Biri benden özür diliyordu, “Kornaya basarak geri geri geldim, duymadınız…”

Ben hiç korna sesi duymamıştım, ve zaten olayın nasıl o hale geldiğini de anımsamıyordum. Can havliyle ve kalbim deli gibi çarparak adama bağırdım:

“Ya ben burada ölseydim, ya ayağım kopsaydı, özür mü dileyecektin…”

Çevreden "tamam sakin olun" diyen oldu. Birisi elime su şişesi tutuşturdu, ayağa kalkabildim sonra. Kenardaki dükkanların birinin tek basamaklı merdivenine oturdum. Sandalye getirmiş birisi, ona oturmadım. Yerde hızlı hızlı nefes almaya, bir yandan da adama bağırmaya devam ettim. Birisi “Ambulans çağırayım mı? “ dedi. “Hayır” dedim. 

Adam biraz da korkmuş belli ki. Bir yandan esnafa mal bırakıyor, bir yandan da “Bilerek yapmadım” diyordu… Orada birkaç dakika oturup ayağa kalktım sonra. İşte o zaman fark ettim bileğimin sızladığını. Birkaç adım  attıktan sonra aklıma çantama geri koyduğum ağrı kesici merhem geldi. Onu sürdüm, bir sızı vardı evet. Acaba üzerine basmasa mıydım? Biraz daha yürüyüp kendime “Bak var bu işte bir hayır, Allah sana bir mesaj yolladı. Takma artık kafana  insanlar şunu demiş bunu demiş’leri diye telkin verirken uzaktan gelen tramvayı fark ettim. Tramvay gelene kadar karşıya geçebileceğimi düşündüm. Demek ki tramvayın ne kadar uzakta olduğunu da algılayamamışım o an Ben tam karşıya geçerken bir adam bana seslendi:

“Kenara geçin, tramvay geliyor…”

Adamın sesi ile eş zamanlı olarak tramvayın zilini de duydum, son andaki hamleyle kendimi sola atarak kurtuldum bundan da…

Nefes nefeseydim. Bir günde iki tane ölüm tehlikesi atlatmıştım! Üstelik bir tanesinde arabanın altında kalmıştım…

Otobüs durağına vardım. Oturdum, bileğimdeki sızı devam ediyordu, merhemi çıkarıp tekrar sürdüm.

Neydi şimdi bütün bunlar? Yaşadığım olayların mistik boyutu muazzamdı! Bilincini kaybederek minibüsün altında kalıyorsun, ama mucize oluyor ve hafif bir sızı ile kurtuluyorsun. Tramvay konusunda bir adam seni uyarıyor, son anda kenara çekiliyorsun.

Gitmese miydim acaba pazara? Ya bileğim çok sızlarsa! Ama belki de maydanozların yeşilleriyle domateslerin kırmızılarını görmek iyi gelecekti bünyeme.

Atladım otobüse gittim pazara…

Tedirgin yürüdüm hafif bir sızı ile…

Evet evet çok büyük bir sınamaydı bu… Yaşam buydu işte, bir minibüsle bir tramvay arasında mucizelerle ayakta kalabilmek… Gerisi gerçekten de boş, hem de bomboş…

Dostum bana zehirli oklar atmış, atsın varsın…

Öbürü beni azarlamaya kalkmış, azarlasın varsın…

Bir diğeri hasta olduğunu söyledikten sonra bana zehirli bir mesaj yazarak, ve o durumdayken cevap veremeyeceğimi, kendimi savunamayacağımı bile bile  “orantısız güç kullanmış” ve benim ne biçim bir dost olduğumu haykırmış, ben alttan aldıkça “git kendi yoluna selametle…” demiş…

Hepsi, ama hepsi boş…


Pazar dönüşünde yolumun üstünde sevdiğim kuaförün dükkânı var. Kapısının önüne tabure koymuş, tanımadığım başka biriyle laflıyordu. “Otur soluklan” dediler. Oturdum, biraz kızılcık ikram ettim kendilerine. Çok sevdiler. Kızılcıklar gerçekten çok büyüktü. Derken derken laf lafı öyle bir açtı ki, birden “bugün iki kere ölümle karşılaştım” cümlesi çıktı ağzımdan.. Adını şimdi anımsamadığım matbaacı esnaf vardı sadece masada. O kadar güzel moral verdi ki bana… “Her şey işaret” dedi. “Hayatı çok da takmamak lazım” dedi. “Akrabalardan ve tanıdıklardan uzak durmak lazım” dedi…

Sonra dükkândan bir müşteri kadın çıktı. Konuyu hiç bilmeden:

“Allahın mucizelerine inanmak lazım ve sormak lazım “Bugün gelecek mucizeleri görmek için neler mümkün” diye…

Çok acayip, çok da mistik bir gündü anlayacağınız.

Sanırım çok da ders almadığımı görmüş olacak ki, Yaradan bugün beni bir minibüsün altına attı, yetmedi sonra tramvay tehlikesi ile karşılaştırdı. Sonra da bilge matbaacı ile son dersini verdi.

Teşekkürler bütün bu aydınlanmalar için…

Evet, kimse için fazla üzülmemek gerektiğini öğrendim bugün… Ve insanın aklı başka yerde olursa başına neler gelebileceğini çok acı deneyimledim. Yaşadığımız âna odaklanmalı ve o ândaki gerçekleri ve güzellikleri görebilmeliydik. Yaşamak dediğimiz şey, bir parça pamuk ipliği ve onu bağladığımız dal parçası arasında rastgele bir şeydi... İpe asılarak  mahsur kaldığımız dal parçasından kurtulabilir, bu arada ipin kopma riskini de dibine kadar yaşayabilirdik...

Ve fark ettim ki, hayatta hiç kimse için ama gerçekten hiç kimse için fazla düşünmeye değmiyor…

Sonuçta o minibüs az daha hızlı olsaydı, bugün bu yazıyı belki de görünmeyen âlemlerden görünmeyen harflerle yazıyor ve birilerine hayat dersi veriyor olacaktım… 

Ve şu anda bütün olumsuzlukları ardımda bırakmaya yürekten niyet ediyorum….

Teşekkürler, çok çok teşekkürler…

Not: Bileğim hâlâ sızlıyor, viks sürdüm…


Devamını Oku

5 Ağustos 2024 Pazartesi

Ah Benim Salak Kafam...

Ah be benim salak kafam… Bu blog sonuna kadar anonim kalmalıydı.  Özellikle yakın çevreler bilmemeliydi kim olduğumu. İşte insan düşünemiyor böyle şeyleri. Ya da sonradan dank ediyor kafaya, şarkıdaki gibi; “Hep sonradan gelir aklım başıma, hep sonradan, sonradan… “

Bir iki kişinin sansür baskısı yüzünden elbette 11 senelik blogumu kapatmayacağım ve yazdıklarımdan taviz vermeyeceğim ama “ah be” diyorum; “ne söylersin blogunun adını! Ah salak kafam ah!  Çünkü burası bir gazete köşesi değil ki, gönül teline dokunan şeyleri yazma yeri…

İnsanın kalbi kapalı kalmalıymış oysa…

Belki de bunca yıldır hayattan almam gereken ders buymuş. Çünkü geçtiğimiz ay, bu konuda son derece ağır iki darbe yedim çok sevdiğim iki ayrı dostumdan. Diğer konuyu da anlatacağım sonra… Ve yüzleştiğim şey şu oldu; meğer hiç dostum yokmuş… Ben onlara karşı iyiysem dostmuşuz, biraz kendimi düşündüğüm zamanlar için dişlerini bilemişler çoktan… Ama’lar, zaten’ler,  çeşit çeşit argümanlar havada uçuşacakmış meğer…

Evet, hayat diyor ki bana

“Bak herkes ‘mış gibi yapıyor’, sen de öyle yap! Açma kalbini kimselere, açma…”

Tamam sevgili Hayat. Söz, bundan sonra kimselere açmayacağım kalbimi; aldım dersimi en ağırından, lütfen artık biraz durulalım… Bu darbeler çok ağır geldi, ama gerçekten anladım ben…

Olan oldu artık, en azından bu saatten sonra daha da sansürsüz yazabileceğim. Çünkü yazdıklarımdan rahatsız olanlarla aramızdaki köprüleri yıktık attık… Demek ki kağıttanmış o köprüler; iskambil kâğıdı gibi savruldu bütün yaşanmışlıklar ve gösterilen özen, sevgi falan filan… İstedikleri kadar bana gıcık olabilirler artık; bak işte içimdekileri yazdığım için onlar da özgürleşiyor sayemde…

“Mış gibi” yapmaya ne gerek var; kalbimi kıranları alttan ala ala kendime saygımı yitirme noktasına geldim, ama olmaz ki bu kadarı da; gerçekten olmaz… Hak mıdır, reva mıdır… Kalbimi kıranlar, kalbimden uzak olsunlar artık. Lütfen ama, lütfen…

Ben; oldum olası, başkaları adına utandım. Başkaları adına incindim. Ama artık buna bir dur demek lazım, çünkü ben incindikçe çevremde beni sevmeyenlerin sayısı daha da arttı. Belki de bu dünyaya ait değilim. İki sene önce öz yeğenimin lakap takmaya bile gerek duymadığım eşi, beş yaşındaki çocuğuna gözümün önünde dayak atmaya kalktığında da aynı şey olmuştu ruhuma. Sarsıla sarsıla ağlamıştım. “Bu çocuğu doğurdun diye bu şekilde davranmaya hakkın yok!” diye bağırmıştım o kıza. Sonra adını sildim telefonumdan, benim için yok hükmündeydi. Yok efendim acıtmadan vuruyor gibi yapmışmış da bilmem ne… Ya o çocuğun ruhu incinmedi mi… Öz yeğenimle artık hiç konuşmuyorum. Çünkü ben o dünyanın parçası olmak istemiyorum…

Nereden geldik buralara…

Son yazım, yani Buzlar Kraliçesi yazım olay oldu tahmin edeceğiniz üzere. Kraliçe yazıyı okumuş- ki yazarken bunu öngörmüştüm- çekinecek bir durum yoktu benim açımdan…  Dışarıdan bir gözle kendisine ayna tutmasına vesile olurdum belki… Yeni tanışan biri olarak üzerimde bıraktığı olumsuz etkiyi, hayal kırıklığını okursa, belki sessizce düzeltebilirdi kendini… Tahmin edeceğiniz üzere olaylar böyle gelişmedi….

 Ben kötü olayım önemli değil; ama lütfen birbirlerine sevgi dolu ve özenli davransınlar...

Ben, arkadan laf döndürmeden, okuyacağını bile bile Buzlar Kraliçesi ile ilgili duygularımı, son derece süzerek ve son derece sadeleştirerek yazarken son derece kendim gibiydim. Şimdi olsa yine yazarım aynı şeyleri…

Sonuçta ne oldu?

“Keşke yazmasaydın” dediler, “Neden yazdın” dediler… “Biz sana ne yapmıştık ki” dediler, “Nasıl böyle bir şey yazarsın?” dediler, “Başka şey mi bulamadın yazacak!” dediler…

Kimse de yahu bu Evde Yazar böyle yazmış, nasıl etkilenmiş, nasıl üzülmüş demedi, aslında “kral çıplak” demiş demedi… Ben zaten bu yazıyı yazdıktan sonra Buzlar Kraliçesi ile herhangi bir sosyal ortamda bir araya gelmeme kararı almıştım. Ama şahane manevraları neticesinde dostumla aram geri dönüşü olmayacak şekilde bozuldu. Ve hatta başka ortak tanıdıklarımız bile bana yazıdan dolayı fırça atmaya kalktılar, neyse ki telefonun reddetme tuşu çalışıyordu…

İşte böyle…


Her şeyde bir hayır vardır diyorum ben. O soğuk, buz gibi geçen üç günden sonra bir daha karşılaşırsam rol yapıp samimi davranamayacağımı bildiğim için zaten huzursuzdum. Tertemiz bir gelişme oldu sonuçta. Artık görüşmeyeceğiz…

Umarım o küçücük çocuğu sevgi dolu bir ailede, travmalardan uzak büyütmeyi başarırlar…

Umarım benden uzakta mutlu mesut yaşarlar…

Sükûnet lazım, kaliteli yalnızlık herkesin ihtiyacı…  

NOT: Eskiden ne güzel mizah yazıları yazardım, ayarlarımı bozuyorlar, beni benden alıyorlar, bunu bana kimse yapmasın artık....

Devamını Oku