Dün
akşam Moda Sahnesi'nde “En Kısa Gecenin Rüyası” adlı
Shakespeare uyarlaması müthiş oyunu izledim. İki buçuk saate
yakın süren oyun gerçekten de çok keyifliydi.
Orijinal
adıyla A Midsummer Night's Dream, 1595 yılında sahnelenmiş ilk
kez; yani günümüzden tam 420 yıl önce! Bugün hala bu romantik
komedyaya gülebiliyorsak, Antik Yunanistan'da geçen öyküyü
günümüzle harman edebiliyorsak, "işte deha budur" demekten ve
sanatın gücü karşısında saygıyla eğilmekten başka ne gelir
elimizden!
Keyifli
ve oldukça interaktif bir masal ortamı yaratılmış salonda.
Sahne ortada, karşılıklı dizayn edilen iki oturma bölümü var.
Herbir oturma bölümünün yanlarında ve ortalarında oyuncuların
yürüyeceği mesafede boşluklar dizayn edilmiş. Dolayısıyla
bütün salonu sahne gibi kullanıyor oyuncular. Kah arkanızdan biri
çıkıyor, kah yanınızdan biri geçiyor ve siz masalın büyüsüyle
daha da bütünleşiyorsunuz. Göz yorucu dekor yok sahnede, sadece 4
adet sıra var o kadar. Böylece oyunculara adapte oluyor ve tamamen
hayal gücünüzün akışına kaptırıyorsunuz kendinizi. Duvarları
boydan boya kaplayan yeşil led ışıklarla ormanın derinliklerine
dalıyor, tavandaki müthiş dekor ve müziklerle, danslarla masalın
içine girmeniz hiç de zor olmuyor. Bu arada tavandaki -burada kopya
vermeyeceğim- esprili detayların oyunda hiç de öne çıkarılmayan
erotizme satır arası bir gönderme olduğunu da belirtmek isterim.
Timur Acar-Didem Balçın (alıntı web) |
Oyunun
konusundan bahsetmeyeceğim. Sonuçta bu zaten bilenlerin bildiği,
bilmeyenlerin ise internet ortamında kolayca özetini bulabileceği
meşhur bir metin. Sadece beni etkileyen kısımlarını aktarmak
istiyorum.
Olay
Antik Yunanistan'da geçiyor. Daha ilk sahnede bir baba var, kızını
bir adamla evlendirmek istiyor. Kızı ise başkasını seviyor. Baba
diyor ki,
“Ya benim seçtiğim adamla evlenirsin, ya da sonsuza kadar bekar kalırsın!”
Ben işte o noktada direkt ama direkt kendi toplumumuzu düşündüm. Biz hiç ama hiç yol kat edememişiz! Hâlâ babalar kızlarının evlenecekleri adama karışıyor; hâlâ kızlar, aşık oldukları adama kaçmaya çalışıyor ve o babaların bir kısmı kızlarını reddediyor, bir kısmı ise söylemeye dilim varmayacak... Gerçi Shakespeare ve çevirmenler benim kadar dramatize etmemişler olayı; komik komik anlatmışlar. “Ben birini severim, o da başkasını!” klişesi çok güzel işlenmiş oyunda. Yerlerde sürünmeler, “köpeğin olayım, sen vicdansız bir mıknatıssın, beni kendine çekiyorsun” sözleri... İşte tam da bu noktada oyunculuklar müthişti, güldüm, eğlendim.
“Ya benim seçtiğim adamla evlenirsin, ya da sonsuza kadar bekar kalırsın!”
Ben işte o noktada direkt ama direkt kendi toplumumuzu düşündüm. Biz hiç ama hiç yol kat edememişiz! Hâlâ babalar kızlarının evlenecekleri adama karışıyor; hâlâ kızlar, aşık oldukları adama kaçmaya çalışıyor ve o babaların bir kısmı kızlarını reddediyor, bir kısmı ise söylemeye dilim varmayacak... Gerçi Shakespeare ve çevirmenler benim kadar dramatize etmemişler olayı; komik komik anlatmışlar. “Ben birini severim, o da başkasını!” klişesi çok güzel işlenmiş oyunda. Yerlerde sürünmeler, “köpeğin olayım, sen vicdansız bir mıknatıssın, beni kendine çekiyorsun” sözleri... İşte tam da bu noktada oyunculuklar müthişti, güldüm, eğlendim.
Hikayenin
devamında aşk iksiri var. Bilirsiniz, peri aşk iksirini damlatıyor birilerinin gözlerine uyurlarken, uyanınca kimi görürlerse ona aşık olacaklar! Tabii ki eşeğe
aşık olan da var aralarında. Aşkın aslında bir ilüzyon
olduğunu düşündüm tam da o noktada. İnsan bir eşeğe aşık
olduğunu belki de hiç fark edemez ya bazen; Shakespeare bunu ne
kadar da güzel anlatmış. Aşık olan insanın nasıl da gözünün
döndüğünü, nasıl da kendini küçük düşürdüğünü
gülümseyerek izledik.
İnsan bazen bir eşeğe aşık olur! ( görsel webden alıntı) |
Periler
vardı, çok tatlılardı. Onları izlerken de oyunculuklara hayran oldum.
Tamamen hayali yaratıkları sahnede canlandırmak ne zor bir şey olsa
gerekti! Ve insan hiç mi teklemez bu kadar uzun ve ağır bir
metinde. Şahane oynadılar gerçekten de.
Oyun
içinde oyun yazmış Shakespeare. Ormandaki periler, zengin düğünü
ve bir de tiyatro oyunu hazırlayan bir grup köylü. Bu köylülerle
alt sınıf, üst sınıf ayrımını çok güzel vurgulamış yazar yıllar yıllaar öncesinde.
Alt sınıf insanlarının duruşu, üst sınıfa karşı kendilerini
anlatmak için ezilip büzülmeleri ve kendilerini savunamayıp, üst
sınıfın doğrularını hemen kabul edişleri. Bunun yanısıra bilinçsizce gösterdikleri cesaret, biliyormuş gibi konuşmaları...
Hani yönetenlerin tabiri caizse “koyun” olarak adlandırdığı,
cahil bırakılmış, ama boyun eğen kesim var ya... Batı yakasında değişen bir şey yok anlayacağınız!
Mesela
bir bölümünü anlatayım. Güya dük'ün düğününde bir piyes
sergileyecekler ve oyunun içinde bir aslan var. Açıklama yapma
gereği duyuyor soylulara:
“Şimdi
bu aslandan korkmasın zarif hanımlar, ben aslında doğramacı
Snug'um, oyunda masusçuktan aslan rolü yapıyorum!”
Bu
zekice diyalogları kurgulayan Shakespeare, alttan aldıkça kendini
ve varlığını hiçe sayan halk tabakası anlatımı ile sanki günümüz
insanlarını betimliyordu ve müthişti. Hani bizde de öyledir ya! "Devlet büyüklerimiz en doğrusunu bilir” derler ya hani, şapka
çıkarıp yerlere kadar eğilirler ya statüsü yüksek olanın
karşısında. Oyundaki dük'ün de, kendinden yaşça büyük
köylüye elini öptüren çağımız siyasetçilerinden hiç farkı yoktur aslında!
Ama
tam da bu noktada şöyle bir yorumum var. Bu çok çarpıcı olan
bölüm, oyunun en sonundaydı ve biz izleyiciler biraz yorulmuştuk.
Belki biraz daha kısa olabilirdi, belki de ikinci bir araya ihtiyaç
vardı.
Bu bölümde, yönetmen Kemal Aydoğan çok radikal bir yorum yapmış. Köylüler
şiveli konuşuyordu, gerçi aralarında mantıklı bir dağılım da
vardı. Kimisi Anadolu'nun doğusundan, kimisi de batısından
seçilmişti. Ama sanki biraz fazla abartılı gibi geldi bana bu
köylü konuşmaları. Yani nasıl diyeyim; perilerin, kralın, kraliçenin, aşıkların olduğu büyülü masaldan çıkıp, Anadolu
köylüsü muhabbeti dinlemek biraz beni olaydan kopardı. Tabii ki
ben sanat eleştirmeni değilim, ama bir izleyici olarak bu esnaf
köylü sahnelerinin çok egzajere edildiğini düşündüm. Bu kadar
abartılmasaydı daha iyi olurdu sanki. Ama bu küçük eleştirim
yanlış anlaşılsın istemem, oyundan genel olarak tatmin oldum ve
çok beğendim.
Müzikler,
kostümler ve sürpriz danslar muhteşemdi. Oyunculuklara gerçekten
de hayran kaldım. Timur Acar'ı hep sinemada ve televizyonda
birbirine benzeyen rollerde görmüştüm, pek de ilgimi çekmezdi, ama oyunda müthişti. Mert Fırat ve Melis Birkan cidden çok
başarılılardı. Erkek peri Puck'a hayat veren Volkan Yosunlu
müthişti. Lysander'i oynayan Onur Ünsal'ın özellikle çok iyi
kullandığı ses tonuna hayran oldum. İntikam dizisindeki Dicle
rolünden tanıdığımız Beyza Şekerci, hem bale hem de oyunculuk
eğitimi aldığı için sahneye çok yakışıyordu.
Son
bir notum daha olacak. Gerek okuduğum kitaplarda, gerekse izlediğim
oyun ve filmlerde kaba küfüre adapte olamıyorum. Hatta "ivedik" tarzı kaba küfür filmlerinin, ucuz para kazanma amaçlı, sanatla
alakası olmayan kandırmacalar olduğunu düşünüyorum. Tamam elbette küfür hayatımızda var, ama bunun sanattaki yansımasının çok zarif biçimleri de var. Keşke
devamını hatırlasam; oyunun bir bölümünde “sen çukursun!”
gibi bir aşağılama sözcüğü vardı. Hayran kaldım, "edebiyat
işte budur!" dedim. Kolaya kaçıp kaba küfür yazabilirdi ama “çukur”
demişti yazar ve ben çok ama çok etkilendim bu sözden...
görsel web alıntısı |
Sonuç
olarak, sevme sevilmeme kaosu, kavuşmalı mutlu sona eren aşk
hikayesi, periler, aşağılandıkça yalakalıkta sınır tanımayan
halk kitlesi ve Shakespeare'in şiirsel dilinin güzel bir
uyarlaması, müthiş bir oyunculukla sizi bekliyor. Ben tavsiye
ediyorum, izleyin ruhunuz şenlensin.. Ve oyunda emeği geçen
herkesi kutluyorum.
Bugünlük de benden bu kadar, sevgiyle...
"Kimse sanatsız kalmasın!" der ve kaçarım...
Bugünlük de benden bu kadar, sevgiyle...
"Kimse sanatsız kalmasın!" der ve kaçarım...
Ben de geçen ay gittim oyuna ve blogumda yorumladım bana da beklerim =)
YanıtlaSil