30 Ağustos 2013 Cuma

Webit Kongresi Küresel Devleri İstanbul'a Davet Ediyor

İlgi çekici açılışı, 200’den fazla dünya standartlarında birinci sınıf konuşmacısı ve 100’den fazla  ülkeden 8000’den fazla ziyaretçisi ile yükselen yıldız ve en çok katılım sağlanan küresel, dijital, teknolojik ve telekomünikasyon şirketi etkinliklerinden biri olarak WEBIT, Mobile World Kongresi ve  CES’in geleneksel hakimiyetini sonlandırmak üzere .

En büyük küresel şirketler, dijital, teknoloji ve telekomünikasyon uzmanları, girişimciler ve dünyanın dört bir köşesinden genç şirketler 6-7 Kasım’da şimdiye kadar yapılmış olan en büyük Webit Kongresi’nin beşincisi için İstanbul’da toplanıyor. Procter and Gamble, Unilever, Acer, Master Card,

Nokia ve diğerleri Webit Congress 2013’te dünyanın en yenilikçi dijital, teknoloji şirketleri,  yayıncılar ve ajanslarla buluşuyor   (www.WebitCongress.com).


200’den fazla konuşmacı, Webit’i dünyanın en değerli etkinliklerinden biri haline getiren  5 konferansla, dünya standartlarında birinci sınıf konferans gündemini yaratacaklar.

100’den fazla ülkeden gelen 8000’den fazla katılımcı Kongre için 6-7 Kasım’da İstanbul’da toplanıyor. İstanbul Haliç Kongre Merkezi’nde bulunan Haliç Oditoryumu’nda düzenlenen ''Dijital Pazarlama ve Yenilik'' Konferansı (Webit Kongresi’nin bir parçası) 3000’den fazla delege ile belki de dünyanın dijital pazarlama alanındaki en büyük etkinliğidir. Mobil Pazarlama, Sosyal Medya, Yenilik, Reklam ve Programatik, İçerik yoluyla Taahhüt, Gizlilik ve Siber Güvenlik, bu 2 günlük konferansın konularından bazıları.

Kongre kapsamında, Dijital Pazarlama ve Yenilik Konferansı ile birlikte ''Metrix Konferansı''
gibi daha başka paralel yüksek düzey konferanslar da mevcut. Bu konferanslarda dünyanın çeşitli yerlerinden gelen CMO’lar, CTO’lar ve CIO’lar Büyük Veri, matematiksel analiz, ölçümler, reklamların etkinliği ve ticari istihbarat konularında tartışacaklar.

''eTicaret Konferansı'', çok yönlü kanallar, ticari satış stratejileri, dijital para, müşteri deneyimleri, satış analizleri, ödemeler ve kişiselleştirmeyi sorgulamak için dünyanın ve bölgenin önde gelen satıcılarını çözüm sağlayanlarla buluşturacak.

Sadece davetle girilebilen ''Telco Zirvesi'' CEO’lar, karar vericiler ve başlıca telekom sektörü aktörlerini Telco Industry, OTT, Smart&Connected Cities, mGovernance,

Digitization, Connected Cars & Cloud’un geleceğini tartışmak üzere bir araya getiriyor .

6-7 Kasım tarihlerini takvimlerinize ekleyin ve www.WebitCongress.com adresinden şimdi kayıt yaparak İstanbul’daki  5. Webit Kongresi’ne ziyaretinizi garantileyin. En büyük mevcut ve potansiyel müşterileriniz, partnerleriniz, medya ve dünyanın en yenilikçi şirketlerinin en üst düzey küresel ve yerel temsilcileri ile vakit geçirin.

Özel 1 pakette 2 sınırlı kupon teklifimizden yararlanmak için başvuruda bulunun ve Webit Kongresi biletinizi %50 indirimli olarak alın.

Webit Kongresi Hakkında

Webit Kongresi (www.WebitCongress.com), Dijital ve Teknoloji Sektörü, bilgi ve know-how’ın gelişimini desteklemek ve mümkün olan en iyi ticari bağlantı kurma etkinliğini yaratmak amacıyla, dijital, teknoloji ve telekomünikasyon sektörlerine yönelik küresel bir etkinliktir.

2008’de kurulan Kongre’deki delege sayısı 1500’den, 100’den fazla ülkeden gelen 8000 üst düzey delegeye kadar büyümüştür ve bu durum, eşsiz bir üst düzey bağlantı kurma, bilgi transferi fırsatları ve ticari fırsatlar sunmaktadır.

Kongre’nin 5.’si resmi olarak onaylanmış 300’den fazla medya organı, çok sayıda uluslararası sergici ve sponsora ev sahipliği yapacaktır.

Özel bir ''StartUp Village'', geleceğin dijital ve teknoloji alanındaki liderleri olan 21 genç şirket için alan sunmaktadır. Her sene saygın bir uluslar arası jüri en iylerin en iyilerini seçiyor.

2013’te bu seçim dünyanın dört bir yanından gelen 843 başvuru sahibi arasında yapılıyor.

Webit Kongresi; IAB Avrupa, EACA, EGTA, MMA, Arap ICT Örgütü, Afrika ICT Paktı, CMO Konseyi, Global StartUp Haftasonu gibi kuruluşların stratejik desteği ile düzenlenmektedir.

Kongre; IBM, Yandex, DGTLEco/Adobe, PayPal, Blackberry, Emarsys, Opera Software, TRUSTe, .ME, Crimton, Aramex, Akamai, Qualcomm, Httpool, ThinkDiital, SoftLayer ve daha birçokları gibi çok sayıda sergici ve sponsor tarafından desteklenmektedir.

Bir bumads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

28 Ağustos 2013 Çarşamba

"Biri Bizi Gözetliyor" diğerleri de "yönlendiriyor" formatındayız artık...


biri-bizi-gozetliyor
Biliyorsunuz toplumumuzda BBG (Biri bizi gözetliyor) şov programıyla birlikte başkalarının hayatını izleme, özel hayatı merak etme ve bu merakı giderme anlayışı o kadar açığa çıktı ki, zamanında izlenme rekorları kırdı o program. Meğer insanlar nasıl da bunu bekliyorlarmış! Emekliler, ev hanımları, işsizler, öğrenciler, yani toplumun çoğunluğu bu programı soluksuz izlemeye başladılar. Hatırlıyorum da eski iş yerimde öğlen aralarında Boğaziçi mezunu tiplerin bile bu programı konuşmaya başlamasıyla birlikte nasıl da yalnızlaşmıştım!.. Hatta o tipler bir süre sonra  iş saatinde topluca Facebook'daki tarlalarına domates ekerken, kendimi siyah kolluklarıyla çalışan ve herkesin işini yapan Kemal Sunal gibi hissettiğim de olmuştu! Bu ayrı bir yazının konusu olsun, biz kaldığımız yerden devam edelim.
İnsanlar günlük hayatında ne yapar, ne yer, ne içer, nasıl giyinir, nasıl kavga eder, nasıl aşık olur...vb. şeklinde uzayıp giden soruların yanıtları çok ilgi görmüş olacak ki, bundan para kazanmak isteyenler hemen fırsattan yararlanma yoluna gittiler. Pazar günleri tv kanallarının hemen hemen hepsinde "televole" ile başlayıp "pazar magazini" gibi adlarla türevleri hızla çoğalan programlarda "ünlüler nasıl bikiniyle kameralara yakalandı, kimin selüliti daha fazlaydı, kim hangi sevgilisiyle tatile çıktı, kim nerede yemek yiyordu, kimin eli kimin cebinde..vs." şeklinde tamamen içeriği boş, ama bir o kadar da ilgi gören programlar türemeye başladı. Bu durum, aslında özümüzde var olan, hani bütün gün camdan komşuları izleyen mahallenin dedikoducu teyzelerinin televizyona evrilmiş haliydi bir anlamda.. 
 Korkunç bir yozlaşmadır, bir haddini bilmezliktir, özel hayata saygısızlıktır velhasıl bütün bu yaşananlar. Ama gelin görün ki, sanatıyla gündeme gelmekten aciz, görüntüsüyle, skandallarıyla ünlü olmaya çalışan bazı televizyon insanları bunu paraya dönüştürmenin yollarını aramaya başladılar. Yani özel hayatı bütün detaylarıyla gözler önüne sermek bir çeşit promosyon çalışması olup çıktı. Saçma sapan polemiklerle gazetelerin birinci sayfalarına çıkmayı başaran bu zavallı insancıklar da yeni dizilerde başrol kapmayı başarır hale geldiler.. Severek izlediğim Yalan Dünya'nın bazı bölümlerinde Gülse Birsel bu konuyu çok güzel hicvetmişti. Hatırlarsınız, yönetmen ekibe kızıyordu: "Nasıl bir ekipsiniz siz yahu; aşk yok, kavga yok, olay yok! Başka dizilerin oyuncuları nasıl gündeme geliyorlar ve reklam yapıyorlar.. Böyle olmaz, biz de yalan haber çıkaralım bir şekilde.." Evet olay bu aslında, yalan haberlerle insanları oyalamak ve birilerine para kazandırmak. Beyinleri olabildiğince boşaltmak, haksızlıkları ört bas etmek, gündem saptırmak.. Hani Fikret Kızılok'un eski ama güzel bir şarkısı vardır:
 "Ne sağcı, ne solcu; oğlumuz olsun futbolcu!.." 
 şeklinde devam eden sözleriyle akıllarda kalmıştır. Günümüzde biraz değişikliğe uğrayabilir bu sözler: 

 "Magazin izle,
   Hiç bir şeyi dert etme,
      Yaşa gönlünce, 
         Dünya yıkılmış sana ne!..
           Yediğin yemeğin çöpünü bile fotoğrafla, koy feyse
              Kıskananlar çatlasın de,
                  Bak keyfine! 


Fena da olmadı aslında bu şimdi yazdığım şiirimsi, ne dersiniz? Ne diyorduk evet, devam edelim. Eskiden ayıp karşılanan, "gösteriş budalalığı" olarak nitendirilen kimi davranışlar da elbet bu furyadan nasibini alacaktı. Nitekim teknolojinin hızlı gelişiminin etkisiyle ve beğenilme kaygısıyla mı desem, ya da bir boşluğun kapatılması amacıyla mı desem, yalnızlıktan mı desem bilemiyorum, belki de tüm bu nedenlerin bileşimi ile insanlar artık hangi restorana gittiklerini, ne yediklerini, nerede gezdiklerini, hatta yaptıkları alışverişleri bile fotoğraflayarak sosyal mecralarda paylaşır oldular.. "Sahi biz ne zaman bu hale geldik?" diye sorsanız kendi kendinize, bu hızlı dönüşümün nerede başladığını inanın algılayamazsınız.. En azından ben algılayamıyorum.
 Geçen gün adaya gitmiştim tek başıma. Söylemesi ayıp bir restorona oturup balık söyledim kendime, yanında da buz gibi bira.. Sonra tamamen mutlu ve yalnız olduğum o anı, düşünmeden fotoğrafladım ve Facebook'a koydum.. Aslında hiç öyle şeyler yapmazdım. Bir kaç gün geçince dehşete kapıldım! Dedim ki "Ne oluyoruz, sen de böyle yaparsan?.." Hani Çin'e gitsem ve böcek yerken kendimi fotoğraflayıp paylaşsam, bir belgesel değeri olur, değişik bir kültürü paylaşmış olurum en azından. Ama adada yenen sıradan bir balığın fotoğrafını paylaşmanın ne anlamı var ki? Neyi gösteriyorsun, ne için, kime, amacın ne? Dün bu konuyu üstün körü bir arkadaşıma anlattım, adada yemek fotoğrafı paylaşmaktan utanç duyduğumu söyledim. "Ama gayet masumane bir şekilde mutlu bir anını arkadaşlarınla paylaşmışsın, ne var ki bunda?" dedi.. Zaten suçlu değiliz ki, gayet masumuz biliyorum.. Sistem çok kurnaz sadece, bizim suçumuz yok elbette...
 Bu içsel sorgulamaların sonucunda düşünmeye başladım. Sahiden gözetleme kültürü(!)nün bir parçası mı oluyoruz farkında olmadan? 
Bu gözetlemeler, görece masum sayılabilecek insani dedikodu, merak giderme ihtiyaçlarıyla kalsa iyi.. Facebook, bizim bu paylaşımları yapmamızı bir şekilde bilinçaltımızda normalleştirmekle kalmıyor, bizleri farkında olmadan bir yerlere de yönlendiriyor. En savsak, en boş boş bakışlarla arkadaşlarımızın sayfalarında gezinirken hop bir yazı çıkıyor karşımıza.
" Arkadaşın Ahmet, ABC alış veriş mağazasını beğendi, sen de beğen!".
 Biz şartlı refleks deneyindeki köpeğin yaptığı gibi hiç düşünmeden refleks halinde gidip o ABC alış veriş mağazasının sayfasını beğeniyoruz. Facebook para kazanıyor, ABC mağazası para kazanıyor, biz de "arkadaşlarımızdan geri kalmadık, biz de beğendik" tatminiyle bütün bu olan bitenin zavallı bir figüranı olarak daha çok beğenmelere teşvik edilmek için yediğimiz, içtiğimiz her şeyi Facebook'da paylaşmaya devam ediyoruz. Facebook son zamanlarda daha da abarttı olayı. Bir arkadaşımız bir fotoğrafı mı beğendi, ya da bir yorum mu yazdı, hemen gönüllü dedektifimiz Facebook araya giriyor ve bize "bildiriler" başlığında olan biteni sıralıyor: "Arkadaşın Ayşe, bir fotoğrafa "aman da aman, heeyt" diye yorum yazdı, Pelin aynı fotoğrafa "ne güzelsin!" dedi".. İyi de Pelin de kim? Benim öyle bir arkadaşım yok ki? Olsun, arkadaşının beğendiği fotoğrafı beğenen, senin de arkadaşındır!" mantığıyla Facebook beni Pelin'in yorumunu görmeye de teşvik ediyor. Yıllarca mahallemizdeki dedikoducu teyzelere boşuna kızmışız! Hale bakın, teknoloji gelişti ve o teyzelerin kınadığımız durumlarına düştük! Gülsek mi ağlasak mı! 


İşte bütün bunlardan muzdarip olmam sebebiyledir ki, bu yazıyı sizlerle paylaşma ihtiyacı hissettim. Sonraki yazılarımızda sosyal medya alışkanlıklarımızı irdelemeye devam ederiz elbette..

Size özel anların, bütün dayatmalara rağmen size özel kalması dileğiyle,
Sevgiyle kalın..

Devamını Oku

22 Ağustos 2013 Perşembe

HSBC Uluslararası Büyüme Desteği

hsbc

Uluslararası Büyüme Desteği ile firmanız küresel pazarlara açılırken değişen piyasa koşullarında rekabet avantajınızı arttırabilmek amacıyla finansal ihtiyaçlarınız doğrultusunda çözüm desteği veriyoruz.

Uluslararası ticaretinizi finanse etmeye yönelik sunduğumuz 1.000.000.000 TL fonlama desteğinin yanı sıra, sahip olduğumuz küresel ağ ve uluslararası piyasa bilgisi ile büyümekte olan yeni dünyanın bir parçası olun.

Uluslararası Büyüme Desteği ile ilgili detaylı bilgi ve başvuru için lütfen tıklayın.

Bir bumads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Yazdığım makaleleri hesapladım, 1307 sayfalık roman ediyor!!

evde-yazarak-kazanmak
Makale yazarak para kazanmaya başladıktan bu yana geçen sürede kendi adıma bu işte ciddi bir deneyim kazandığımı düşünüyorum. Yaptığım işlerin detaylı dökümünü baştan beri Excel tablosunda tuttuğum için istatistiksel veriler de var elimde.. Örneğin sadece bir Seo firması için tam 100150 kelime yazmışım. Bu yüz bin kelimenin tamamı anahtar kelimelere yönelik seo uyumlu makalelerden oluşuyor. Yine İspanya'da bir firma için yazdığım makalelerin toplamı da 50179 kelimeden oluşmuş. Bir temizlik firması için 12 tane makale yazmışım toplam 4000 kelimeymiş o da.. 4000 kelime de bir okul projesi için yazmışım. Şu anda elimde 5300 kelimelik başka bir proje var örneğin, 53 tane makale yazacağım 100'er kelimelik. Kendi blog yazılarımı saymıyorum tabii ki..
 Merak ettim, sadece para kazanma amaçlı yazdığım toplam 163479 kelime  nasıl bir kitap olurdu diye.. Yaptığım araştırmada bulduğum sonuçlar beni bir hayli şaşırttı. Örneğin George Orwell'in meşhur Hayvan Çiftliği kitabı sadece 29966 kelimeymiş. Yani ben 5,5 tane Hayvan Çiftliği kitabı kadar yazmışım!. Madam Bovary bile 117963 kelimeden oluşuyormuş, ben ondan da fazla yazmışım! Biraz daha araştırdım sonra; hesap yapmışlar, 100 sayfalık bir roman yaklaşık 12500 kelimeden oluşuyormuş. Bu durumda ben makale yazıp para kazanacağım diye uğraşırken aslında 
 (163479/12500)*100 = 1307 sayfalık bir roman yazabilirmişim. Aklıma direkt henüz okumadığım ama en kısa zamanda almayı düşündüğüm Haruki Murakami'nin tabiri caizse tuğla gibi kalın romanı 19Q4 geldi.. O kitap da 1300 sayfa.. Elbette ki roman yazmak için yazar deneyimi ve birikimi gerekiyor, ben bu fantastik hesabı yaparken biraz da matematik ve istatistik sevgimi de tatmin etmiş oldum. Bu hesabı yaptıktan sonra zaten bir süredir karar aldığım şekilde "seçici olmak, yazarken emeğimin karşılığını olabildiğince çok almak" fikrim de biraz daha kesinlik kazandı aynı zamanda.. 

Bütün bunları neden söylüyorum, çünkü artık anahtar kelime ile makale yazma işinden cidden sıkılmaya başladım. Bu nedenle bana gelen projelerde artık seçici davranıyorum. İçinizde bu işe, yani makale yazarak para kazanma işine yeni başlayanlarınız veya başlamak isteyenleriniz varsa, deneyimlerimi aktardığım önceki yazılarımı burayı tıklayarak okuyabilirler. Bu işin ne kadar zor olduğunu merak ediyorlarsa da bu yazıma bir göz gezdirebilirler.

Evet ne diyordum, seçici davranmak.. Her işte de böyle değil midir zaten? Başlangıçta hiç bir deneyiminiz yokken ilk bulduğunuz işi koşulları ne olursa olsun kabul edersiniz. Ben de öyle yaptım, ne konu verdilerse yazdım. Topuk dikeni tedavisi de yazdım, Linux Hosting de.. Hatta o kadar çok tatil ile ilgili yazı yazdım ki, neredeyse gezi rehberi kadar bilgi sahibi oldum yurdumuzun tatil beldeleri hakkında! Verilen ücretlere sesimi de çıkaramadım ilk zamanlar.. Bence tam anlamıyla kelime işçisi'ydim.. Emek sömürüsüne felsefe olarak şiddetle karşı çıkan ben, bunca deneyimden sonra artık kelimelerin işçisi değil, patronu olmasa da "iyi kazananı" olmak isterken sizce de haksız sayılmam öyle değil mi? Çünkü şimdiye kadar kiminle çalışsam, en sıkıcı konuyu bile akıcı ve zevkle okunur bir şekilde yazdığımı söylediler abartmıyorum..  Madem yazılarım bu kadar beğeniliyor, o halde neden  100 kelimesi 1 TL'ya - 2 TL'ya yazayım ki? Olay sadece para da değil elbet, yaşanan tükeniş.. Örneğin geçenlerde bir teklif geldi yine, "uçak bileti, araç kiralama..vs." gibi kısır bir konuda benden ayda 300 tane makale istiyorlar.. "Kusura bakmayın ama ne kadar yaratıcı olursa olsun, hiç bir yazar eğer konunun uzmanı değilse, aynı konuda bu kadar çok yazı üretemez!" dedim.. "Ben bu konuda kendimi çok zorlasam da en fazla 10 tane yazı çıkarabilirim." diye ekleyerek nazikçe işi reddettim.. Neden 300 taneyi bir kişiye yazdırmak istiyorlar? Ucuz olsun diye elbette.. 
Biliyorum makale yazarak para kazanma hayali kuran bir çok kişi işsiz, yani mecburiyetleri var.. Bir çoğu da benim gibi iş hayatını protesto ederek evde para kazanmanın yollarını arıyor..
Ama arkadaşlar lütfen 100 kelimeye 0,50 TL / 1 TL gibi ücretlere razı olarak, kelime işçilerinin olabildiğince sömürüldüğü bir piyasanın ekmeğine yağ sürmeyiniz! Çünkü bu iş, zannedildiği gibi öyle basit, tıkır tıkır yapılacak bir iş değil.. Çok ciddi emek sarf etmek gerekiyor kaliteli bir içerik çıkarmak için.

Peki nasıl projelere "evet" diyorum? Dedim ya çok  anahtar kelimeye bağlı yazmamaya gayret ediyorum. Bir müşterim için örneğin günlük tarzı yazıyorum, içimden gelen her hangi bir konuda üstelik. Yazımda sadece bir kez anahtar kelime geçiyor. Elimdeki son proje henüz bitmediği için detaylarını etik olarak vermem doğru olmaz ama şöyle söyleyeyim; 100-150 kelimelik eğlenceli yazılar yazıyorum bu aralar.

Makale yazdırarak web sitelerine trafik getirmeyi, dolayısıyla daha çok kazanmayı hedefleyenlere de kendi bulduğum ve çok da hoşuma giden tabirle "kelime işçileri"nin emeklerini küçümsememelerini, fiyat politikalarını bu anlamda tekrar gözden geçirmelerini tavsiye ediyorum. Aksi takdirde mütevazi olmayacağım bu konuda kusura bakmayın; -benim gibi- kaliteli içerik üreten yazarları kaçırırsınız diye de uyarıyorum kendilerini.

Herkesin sevdiği işte, emeğinin karşılığını doyurucu bir şekilde alması dileğiyle..

Sevgiyle kalın...


Devamını Oku

15 Ağustos 2013 Perşembe

İnsan kendini ne kadar düşünmeli?

Sözcükler ve kullanılış biçimleri çok önemli. Gelin birlikte biraz beyin alıştırması yapalım.
                                             Şimdi size 
kendini-dusunen-kisi
"İnsan sadece kendini düşünmelidir!"
 desem, beyninizin içindeki konuşma baloncuklarından "ne bencil kişi!" eleştirileri geçmeye başlar.. Haksız da sayılmazsınız. Sadece kendini düşünen insan, adı üzerinde sadece kendini düşünür... Çok da enteresan trajikomik bencil tiplemelerle karşılaştığınızda gülmekle kızgınlık arası bir hissiyata kapılırsınız. Örneğin geçenlerde bir arkadaşım anlatıyordu. En bunalımlı zamanında en samimi arkadaşı saydığı kişiyle buluşmuşlar. Maksat biraz dertleşmek. Arkadaşım başlamış anlatmaya sorunlarını, biraz da ağlamaklı.. Çok sevdiği ve güvendiği, dostu bildiği arkadaşına söz sırası gelince cevabı aynen şöyle olmuş: 
"Biz de annemle Kadıköy'den çanta aldık!" Arkadaşım afallamış, neye uğradığını şaşırmış.. Onlarca kez derdini dinlediği, bir çok özel durumu paylaştığı dostu o anda avuçlarının arasından kayıp gitmiş.. Sonra aylarca görüşmemişler..

     Bir de  tam tersi durumlar var. Bir arkadaşım vardı. Abartmıyorum, aylar boyunca derdini dinledim, her hafta sonu geldi küçücük evimde konakladı. Çalışıyordum ve hafta sonlarında O'nunla ilgilenmekten kendime ayıracak zamanım kalmıyordu. Yine de bir gün bile O'nu yalnız bırakmadım. Hep anlattı, ben hep dinledim. Aylar sonra birden ayıldım ve 
"Dostluk böyle tek taraflı olamaz, bir gün bile bana "nasılsın?" demedin! Hep üzüntülerini benimle paylaştın, mutlu anlarını başkalarıyla.. Kara gün dostu olmaktan gerçekten çok sıkıldım, artık senin kemikleşmiş sorunlarınla ilgili yapacağım bir şey kalmadı. Lütfen sorunlarını tek başına çözmeye çalış ve bir kere de seninle mutlu bir anı paylaşalım" dedim.. Demek ben O'nun için dert dinleme kutusuymuşum ki, yıllarca görünmedi ortalarda. Şimdi tam karşımdaki apartmanda oturuyor, hemen hemen her gün görüyorum ve bana selam bile vermiyor.. Aslında iyi ki de vermiyor..
     Sadece insan ilişkilerinde değil, duyarlılıklarda da kendini belli eder bu tipler. Örneğin toplumsal dayanışmayı gerektiren bir durum vardır ülke çapında; "bizim şehre bir şey olmaz!" diyerek kendini geri çeker kendini düşünen kişi. Politikacıların çoğu da bu karakterdedir maalesef. Koltuğu sağlam kalsın da isterse ülke elden gitsin, umrunda olmaz çoğunun. Örnekler çok, sıkmayayım canınızı  daha fazla..  
               

"İnsan kendini de düşünmeli!" desem, bu sefer de yaşamının merkezine sadece başkalarını koyan, arada sırada insan olduğunu, belirli ihtiyaçları olduğunu ayrımsayan, "fedakar" denilen, temelde ise kendini feda eden insanlardan olmak gelir akla.. Anadolu kadını, hele de anneyse tam da böyle bir tiptir. Yıllarca didinir, çalışır, çocuklarını düşünür. Yemez yedirir, giymez giydirir, istediği bir şey olursa da söyleyemez.. Bir gün sessiz sedasız yaşama veda eder. Geride çoğunlukla kadir kıymet bilmez çocuklar, kendisi öldükten hemen sonra evlenecek olan bencil bir eş kalır.. Ne yaşamıştır ki dolu dolu? Anıları filme çekilecek olsa, kaç tane "Sadece kendisi için yaşadığı ve mutlu olduğu sahne olur?" Yok bu önermeyi de reddediyorum..

"İnsan kendisi için bir şeyler yapmalıdır!"
 İşte benim asıl söylemek istediğim bu.. Kendimiz için bir şeyler yaparsak, mutlu oluruz. Mutlu olursak, çevremizi mutlu etmemiz çok daha kolaylaşır. Bir çeşit kaldıraç etkisidir aslında yaşanan. İnsanın kendisi için bir şeyler yapması asla bencillik değildir. Belki de yeni bir perspektif gerektirir.      Örneğin "Hayır" sözcüğünü doğru zamanlarda kullanmayı başarabilirsek, aslında kendimiz için bir şeyler yapmaya başlıyoruz da demektir. Yani birileri sizi zorla bir yerlere götürmek istiyorsa ve canınız istemiyorsa "hayır" demeyi başarabilmelisiniz. Yalnız kalıp kitap okumak istiyorsanız, evinize ziyarete gelmek isteyen arkadaşlarınıza kırmadan "bu sefer olmaz, başka zaman" diyebilmelisiniz. İşte bu kadar basit aslında.. 
     Hep başkalarıyla ilgili durumlarda da değil elbet, mesela kendini iyi hissettirecek bir kitaba ayrılacak vakit, iyi hissettirecek dostlara ayrılacak vakit, hatta kilo sorununu dert etmeden çok sevilen çikolatadan alınacak keyifli bir lokma, sadece kendinizi iyi hissetmek için giyinip süslenmek, bir hobi edinmek, yeni şeyler öğrenmek.. Basit şeyler bunlar, ama farkında olmadan, hep başkalarını düşünmekten genelde erteliyoruz bunları, ya da ihmal ediyoruz..

Nerelerden geldim bu konuya diyeceksiniz. Geçen gün severek ve ilgiyle takip ettiğim Sayın @Güzin Eyüboğlu'nun bloğunda bir yazıya denk geldim, çok da hoşuma gitti anlattıkları ve ben de aynı konuda yazmaya karar verdim... Merak ettiyseniz, buyurun buradan okuyun derim.. 



Kendimize daha çok değer verdiğimiz zamanlar çoğalsın diyerek ayrılıyorum bu günlük..
Sevgiyle kalın..

Devamını Oku

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Sahiden mutlu musunuz?

"Hayattaki en büyük amacınız ne?" diye sorsak, bir çok kişi "Mutlu olmak" der. 
"Peki mutlu musunuz şu an?" diye sormaya devam etsek, sanıyorum çoğunluk, mutsuzluğunun bahanelerini sıralamaya başlar.. Gelin insanlar neden mutsuz olurlar birlikte düşünelim:


Paranın kölesi olanlar, mutsuzluğa mahkumdur!

Haydi uç bir örnek üzerinden yola çıkalım: 
Parası, evi, arabası, yazlığı, kendine ait işi, çocuğu, kendini seven bir eşi olan; sağlığında bir problem olmayan, tatillerini istediği gibi yapabilen birinin mutsuz olması için bir neden var mıdır sizce? Ama sorsanız, inanın bir şeylerden yakındığını duyarsınız! Mesela evine gelen yardımcısının yerleri iyi temizlememesi O'nun için bir mutsuzluk kaynağıdır. Ya da o kadar para verip pahalı kurslara gönderdiği halde çocuğunun piyano çalmayı öğrenememesi veya iyi basketçi olamayışı onun uykularını kaçırabilir.. Gittiği pahalı lokantada servis biraz gecikse ortalığı birbirine katacak kadar mutsuzluk üretmeyi bile başarabilir bu kişi. Çünkü o, parasıyla her şeyi satın alabileceğini, bütün güzellikleri kendisinin hak ettiğini düşünecek kadar paranın esiri olmuştur. Çok parası vardır ama, "neden daha çok parası olmasın ki!" konusunda hayıflanır durur. Daha çok kazanmak için işini daha çok büyütür, iş büyüyünce doğal olarak artan sorunlarla baş edemeyerek mutsuzluğuna mutsuzluk katar. Maalesef kabul ediyorum ki bu sistemde mutlu olmak için biraz para gerekiyor, ama iyi kullanamadıktan sonra zengin olmuşsun ne yazar değil mi ama.. Keyfini çıkaramadıktan sonra şatoda yaşamışsın, etrafında insanlar pervane olmuşlar, bir elin yağda, diğeri balda olmuş ne çıkar.. Şimdi içinizden bazıları "O kadar olmasa da biraz param olsa ne keyif yapardım!" diyorsunuz biliyorum. Ne yazık ki hayatın bazen adaleti olamıyor. Kimileri bolluk içinde mutsuz olurken, kimileri de samanlıkları seyran etme çabasında.. 

Kıskançlık en büyük mutsuzluk kaynağıdır!

kötü-kalpli-cadı
Pamuk prensesi zehirli elmayla öldürürse, dünyadaki en güzel kadının kendisi olacağını zanneden bu kötü kalpli cadıya sempati duyanınız yoktur her halde.. Peki bu cadılar sadece masallarda mı var? Özellikle iş hayatında, hatta en yakın arkadaşlarınızın arasında bile size sevimli görünürken, aslında içinde kıskançlıkta masal cadısını sollayacak kadar kötü duygular barındıranları hala keşfedemediniz mi? Çok iyimsersiniz o zaman!.. Haydi en basit güncel olayları düşünelim birlikte.. Mesela saçınızı çok sevdiğiniz bir modelde kestirdiniz. En yakın arkadaşınız "dost acı söyler (!)" mantığı ile "hiç yakışmamış!" dediğinde bunun gerçek nedenini hiç düşündünüz mü? Ya da harika bir işe girdiniz diyelim, mutluluktan uçuyorsunuz. Yine o iyi kalpli görünen cadılardan biri, kıskançlığına yenik düşerek "Bu işte mutlu olamazsın; ben biliyorum, patronu rezalet biriymiş!" derse ne düşünürsünüz? Ruh ikizinizi buldunuz, aranızı bozmak isteyenler kimlerdi bir yoklayın hafızanızı.. Ama merak etmeyin, kıskanç insanlar, her ne kadar sizi üzerek mutlu olmaya çalışsalar da bunu başaramazlar.. Çünkü her gördüğü güzelliği kıskanıp, "neden bende yok, o hak etmiyor aslında, benim olmalıydı vs." diyen bir insanın mutlu olması imkansızdır. Bu tiplere karşı temkinli olmakta ve mutluluğunuza gölge düşürmelerine izin vermemekte yarar var, benden hatırlatması..

Yüzeysel yaşayanlar mutsuzdur!

kesis
Elbette ki bu keşiş gibi derinlemesine düşünmek gerekir demiyorum. Ama yaşadıklarımızdan tat almayı bilmezsek nasıl mutlu olabiliriz ki? Rüzgarla gelen ıslak çimen kokusunu hissedemezsek, bir çocuğun bizimle göz kontağı kurduğundaki gülümsemesini algılayamazsak, güzel bir müziğin ruhumuzu okşamasına izin vermezsek, kelebeğin güzelliğini görmezsek, bir kitabı çok severek yutarcasına okumazsak, bir insanı kalbimizde hissetmezsek.... Siz zaten tamamlıyorsunuz bu cümleyi biliyorum..


Peki nedir mutlu olmak? Gerçekten de çok mu zordur? Haydi bu gün mutlu olduğumuz anların farkındalığını yaşayalım ne dersiniz?

Mutsuzluk nedenlerimizi sıralamaya kaldığımız yerden devam ederiz belki sonrasında..


Sevgiyle ve iç huzuruyla kalın..



 







Devamını Oku

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Bayramda bir yere gitmek mi? Hayır, No, Pas, Keine...!

tatil-mi-eziyet-mi
Bayram için İstanbul'dan Bolu'ya 12 saatte varanlar mı dersiniz, Tem oto yolunda 15 kilometrelik araç kuyrukları mı dersiniz, feribot kuyruklarında saatlerce bekleyenler mi dersiniz.. Bodrum'a 1 milyon kişi akın etmiş, Ölü Deniz belediye başkanı "rezervasyon yaptırmadan gelmeyin" demiş, Antalya dolmuş taşmış.. İşte bu haberleri okudukça "oh iyi ki de kımıldamamışım bir yerlere bu bayram" diyorum kendi kendime..
 Bayram gibi toplu tatillerde durum hep aynı.. Hele ki otobüs yolculuğu Çin işkencesine dönüşüyor. Harem otogarını işlevsiz hale getirdiler güya, durum daha beter oldu bence.. Örneğin yılların firması Kamil Koç'un Ataşehir tesislerini gördüyseniz bana kesin hak verirsiniz.. Gelen otobüsle giden otobüs aynı küçücük yerde yolcu bindirip indiriyor. Orası o kadar kalabalık oluyor ki, otobüslerin manevra yapacak yeri kalmıyor. İnsanlar ellerinde bavullar, koliler,su şişeleri, çocuklarla bir o yana bir bu yana "toplu dans ayini yapar gibi" otobüsün altında kalmama mücadelesi veriyorlar. En son bir temmuz akşamı tam bir saat kırk beş dakika geç kalan otobüsü beklerken yaşadığım bu görsel şov(!)dan sonra Kamil Koç'u bildiğim her mecraya şikayet etmiştim. Hatta öyle sinir olmuştum ki bu trajikomik olaya, kendimi tutamayıp telefondaki -görevi sadece şikayet dinlemek olan- zavallı "callcenter" elemanına "Kamil Koç eskiden uçak kalitesinde bir otobüs firmasıydı,  geldiği durumda zavallı Kamil Koç'un yattığı yerde kemikleri sızlıyor" demiştim.. Gülüyorum şimdi kendi kendime ama durum vahimdi, birilerine bu durumun tortularını kusmazsam içim şişecekti.. Ben bu rezilliği kendi halinde, hiç bir özelliği olmayan, hatta ramazan rehavetinde bir temmuz gecesi yaşamıştım; bayram gidişi ve dönüşünü ise cidden düşünemiyorum bile.. Diyelim ki şezlong kalabalığından adım atacak yer kalmayan o plajlara gittiniz, diyelim ki insan seli içinde tatilinizi bir şekilde yaptınız, ee dönüş çilesini yaşadıktan sonra ne anlamı kalacak o tatilin, yani dinlendiğinizi mi düşünüyorsunuz şimdi? 
Elbette büyüklerini ziyaret edip bayram kutlaması yapmak isteyenlere bir sözüm yok.. Gidilecek tabii.. Ama ben sevmiyorum o seremonileri de.. Neden derseniz, yılda bir kez bayram için gittiğim memleketimde insanları yaşlanmış görüyorum, bir şeyleri değişik buluyorum, içim ürperiyor.. Eskisi gibi bayramlık kıyafet coşkusu, harçlık alma heyecanı da olmadığına göre, her şey sahte geliyor, zorlama geliyor. İstiyorum ki çocukluğumun güzel bayramlarının anısı kirlenmesin, öylece kalsınlar yerli yerinde..
İşte bahaneler bulup bayram kutlamalarına gitmeyişimin nedenlerinden biri de bu.. Her gidemeyişlerimden sonra vicdan azabı yaşasam da bu çelişki hep sürüyor böyle.. Bazen gidiyorum, çoğunlukla kaçıyorum.. 
Bu duygularıma Murathan Mungan'ın o güzel sözlerine nefis bir ezgide daha da anlam katan Yeni Türkü tercüman oluyor:
"YENİK DÜŞÜYOR HER ŞEY ZAMANA
                 BİZ BÜYÜDÜK VE KİRLENDİ DÜNYA..."
Kirlenmemiş bayramlarda hep birlikte coşmak dileğiyle...


Devamını Oku