Çok kıymetli blog takipçilerim,
Kemerlerinizi bağlayınız. Az sonra hep
birlikte ota (m)oka söylenerek topluca katarsis yaşayıp en sonunda sessizce
dağılacağız. Baştan söyleyeyim; neye söyleneceğimi, yazının nereye varacağını
şu an hiç bilmiyorum.
Sadece “Söylenmeye niyet ediyorum.”
Yani “Giriş-gelişme-sonuç-ana fikir-baş
karakter-yardımcı oyuncu-zaman kurgusu...” gibi beklentileriniz varsa, bu
okuduğunuz cümleden sonra direkt başka kanala geçebilirsiniz. (İzin veriyorum,
pardon ne haddime efendim, ağzımdan diktatörce bir emir kaçtı. İzin hakkınızı
siz kendiniz şey edebilirsiniz.)
Niye mi böyle yapmak istiyorum? Birincisi
aylardır sus sus sus, nereye kadar modundayım. Yazdığım sildiğim karalamaların
haddi ve hesabı yok cidden. İkincisi; birlik ve beraberliğe hiç olmadığımız
kadar ihtiyaç duyMAdığımız şu hassas sürreal günlerde, konu bütünlüğünü
kurgulamak namümkün de ondan.
(Olanaksız anlamında)
Bu nedenle de aklıma gelen ne varsa
atmayı ve tutamamayı çok aşırı istiyorum, hadi bakalım hayırlısı…
Niyetimi bu şekilde açık ve seçik
beyan ettikten sonra, tatilin son günü olması sebebiyle de zaman kaygısı
olmadan pencereyi açıp rahat rahat oturuyorum şu an salonda. Sokağın sesi
geliyor katman katman kulaklarıma. Önce kargalar, sonra martılar, sonra bakkal
Ali Abinin karşısındaki muhalif komşusuna “O çok iyi, çok saf bir adam;
çevresindekiler kandırıyor!” deyişi. Ve bunu ben bildim bileli
tekrarlayışı. Ve benim bu cümleye asla şaşırmadan sonunu tahmin edişim. Ardından
sanki Ali Abiye itiraz edercesine bir martı çığlığı. Çünkü böyle şeylere artık sadece martılar itiraz edebiliyor. Pardon
mahallenin kargalarının haklarını da yememek lazım. Onlar da “gak guk” diye
gülüyor, hatta bir yerleriyle gülüyorlar hal ve ahvalimize… Bu arada sesler tam
gaz devam. Fonda “Hor hor hor” bir motosiklet sesi. Çünkü herkes her şeyi evine
ayağına istediği için motor sesleri artık hayatımızın en birinci parçası haline
geldi. Ardından salak ve nedensiz bir korna sesi! Hepimiz biliyoruz ki; benzinin
litresi isterse 1000 tele olsun, arabasız hareket edemeyen zengin bir topluma
evrildik artık. Zenginiz ayol, var mı itirazı olan… Onun ardından da karşıdaki
apartmandan bizimevdeymişçesine gelen Arzu’nun sesi:
“ O bardağı köpüklemeden suya tuttuğunu görmedim
sanma!”
Ah be Arzucum, biraz az titiz olaydın
da hayatını böyle kendine zehir etmeyeydin iyiydi. Birine aşık olaydın, kurtulaydın
o dırdırcı annenden… Belediye yerine
daha üst mercilere söylenen sesini bir kerecik olsun duyaydım da “Helal be
Arzu, hakkını arıyorsun!” diyeydim. Ama olmadı, olamadı. Sen ancak böyle deterjana falan
söylenmeye devam edersin! Senin de kaderin kötüymüş be Arzu… Kendin mi ettin kader
mi sana etti orasını yönetmenin yorumuna bırakıyorum. (Senarist de bir yere
kadar müdahale edebiliyor karakterlerin abuk sabuk bakış açılarına; ben daha ne yapayım?)
Bu dış sesleri niye mi anlatıyorum, ne
bileyim giriş olsun diye, sahneyi gözünüzde canlandırın diye. Kafamın ne derece
meşgul olduğunu anlatmak için biraz da. Aslında pek de düşünmeden doğaçlama
gelişiyor her şey. Hayırlısı; nereye varacak bakalım bu yazının sonu. Hatırlatayım bu arada, daha
söylenmeye başlamadım, bunlar girizgah, ısınma turları…
....
Sonra bir ses daha bir ses daha, ve
bir ses daha… Uğultu halinde üç apartman sonraki kafeden gelen kahvaltı yapan insan
sesleri. Bingo! Ahan da ilk söylenme
konusunu buldum. Kahvaltı!
Evet başlıyorum, hem de üst mertebeden
emekli albay ses tonuyla. Sevgili blogseverler, katarsise giden ilk adımı atmanın
heyecanı var şu an üzerimde! Şehri iki dakika dinleyince kendiliğinden geldi düştü
konu önüme… Söyleneceğim ve rahatlayacağım az sonra.
Kolay da oldu; çünkü kafede kahvaltı
etmeyeni dövüyorlar!
Bir sahanda iki yumurta kırıp 55 TL’ye satan
kahvaltıcılar bu işten gayet mutlu tabii ki! Tamam itiraf edeyim, senede birkaç
kere ben de dışarıda kahvaltı yapıyorum. İyi de arkadaş, nedir bu sanki her Pazar
kiliseye gidip ibadet eder gibi güruhlar halinde kahvaltıcıları tıklım tepiş
doldurmalar! Ayin mi yapıyorsunuz,
mecbur musunuz? Sayenizde bizim mütevazı mahalle bile oldu kocaman bir
kahvaltıcı sokağı. Geçmişteki koltuk tamircilerini, yorgancıları, hırdavatçıları
ve laz bakkalları özleyeceğim hiç aklıma gelir miydi? Hay bin kunduz!
Neden her
şeyin dibini sıyırıyoruz, tadında bırakmıyoruz? Neden her şey bu kadar çok
kopyalanıp amip gibi bölüne bölüne özünü kaybedip sekizinci el replika resim
haline geliyor? Neden “Kahvaltının mutlulukla ilgisi olmalı” şiiri naif haliyle
kalmadı da reklam sloganı haline geldi? Sivas’tan Sinop’a kadar neden birbirinin
benzeri uyduruk mekanlarda kocaman dilimlenmiş domatesleri, hamur kızartmalarını,
soğuk simitleri güzelleyen kahvaltıcı güruhu türedi? Daha doğrusu bu saçma
yerlerde gürültü patırtı içinde "kahvaltı yapmaktan zevk alınır" illüzyonunu nasıl
yerleştirdi insanlar bilinçaltlarına!
Neden kendine “butik otel” diyen küçük işletmeleri
işletenlerin annelerinin nasıl yıkadıklarını bilmediğimiz elleriyle yaptıkları
çilek reçelleri “Ev yapımı reçel” diye bu kadar övüle övüle bitirilemez hale
geldi?
Neden eskiden yüzüne bile bakmadığımız, mahallenin
fırınından alınan hamurun çiçek yağında top top kızarmış hali “pişi” ya da “bişi” diye 100 teleye satılır oldu? Siz neden beni bu kadar söyletiyorsunuz? Bu kek böyle nasıl kabardı? Babam böyle pasta
yapmayı nereden öğrendi? (Pardon bu cümle doktor ötker reklamından kafama kazınmış, yanlış oldu)
Bu soruların yanıtı yine bende. Şöyle
ki;
Eskiden, yani bizim çocukluğumuzda Anadolu’nun pek çok
yerinde evinde oturmaktan hoşlanmayan baba tipolojisi vardı. O babalar akşam
yemeğini yedikten sonra sigaralarını sokak kapısında ağızlarına yerleştirip
kapının kapanma sesiyle senkron çakmağı çakar, ve tabakhaneye bir şey yetiştirme
telaşı ve hızlı adımlarla kendilerini köşe başındaki kahvehaneye atarlardı.
Hafta sonu olduğunda bu babalar yine evde otur(a)maz, yine kahvehaneye giderlerdi.
O zamanlar kahvaltının mutlulukla bir ilgisi var mıydı? Bu sorunun yanıtını
bulmayı sosyologlara bırakıyorum ben. Evde bu babalara batan görünmez dikenler
vardı belki de. Ya da ne bileyim ev, onların kafasında “Oturup zaman
geçirilmeyecek bir yer” olarak kodlanmıştı. Belki de ev içindeki otoritelerini
sarsmamak için hane halkıyla fazla yüz göz olmak istemiyor, sadece içlerindeki liderlik
içgüdüsüyle hareket ediyorlardı. Niye saçma olsun ki bu düşüncem? Siz hiç
halkın içinde oturup çay içen, onların fakir sofralarında tatil günü geçiren
padişah gördünüz mü? Ya da siz hiç işçi
yemekhanesindeki sıradan esprilere katılan SiEfOu gördünüz mü? İşte bu babalar belki de bir
nevi “Ev SiOu’suydular ve lider ruhluydular. Aksini kanıtlayabilen buyursun, hodri meydan. Sonra aradan yıllar geçti ve işte
bu babaların çocukları ve de torunları evrim geçirerek “Evde kahvaltı yapamaz!“
hale geldi. Babaların gittiği kahvehaneler elbet evrimden nasiplerini
aldı ve üçüncü nesil kahveciye dönüştü. Nasıl teori ama? Neredeyse akademisyen
olacağım sayenizde, çok fena gaza geldim. Devam o zaman.
Evet, ”İlle de o sahanda pişmiş yumurta
kafede yenilecek ve 55 TL bayılınılacak” geni bu kafe müdavimi camianın kromozomlarına
işlemiş olmalı. Ne bileyim, başka çözümleme gelmiyor aklıma. Ha bu arada sakın
yanlış anlaşılmasın, ben bu kahvaltı olayına söylenmiyorum. Sadece durum tespiti
yapıyorum. Yoksa bana ne, kim nerde yumurta kırarsa kırar. (Yerseniz; albay
benim nasılsa) Ben sadece şeyi anlamıyorum. Evde mutlu olamayan insanları… Evde mutlu değiliz, kendimizi dışarı atalım;
bu şehirde mutlu değiliz, kendimizi Ege’nin köylerine atalım, Ege’nin köyleri
de yetmez kendimizi Evropa’ya atalım, o da yetmezse Nirvana’ya ulaşmak için
Tibet’e gidelim. Yok o da olmadı, Mars’a gidecek gönüllülere adımızı yazdıralım…
E çünkü kafamızın içindeki huzuru
elimizden öyle bir aldılar ki, dışarıda kahvaltı edersek kaybettiğimiz mutluluk
geri gelecek zannediyoruz!
Gelmez arkadaş, niye gelsin? “İki
zeytinin bir dilim ekmeğin başınaydı doymamız…” diyen şairler ölmüş artık.
Bu şiirleri anımsayan mı var? Kimse kendine itiraf edemiyor, ben söyleyeyim o
zaman:
“Ancak çok sevdiğin dostunla senede bir ya da iki
kez dışarıda kahvaltı edersen o zeytinden keyif alırsın, yoksa zaten zeytin bildiğimiz zeytin, ekmek bildiğimiz ekmek!”
Nasıl ağır mı oldu bu söylediklerim? Anlamamakta
direniyor musunuz? Hipnotize olmuş gibi kahvaltıcı mekanlara akmak moda çünkü. Maddi gücü
olmayanlara da kolaylık var. Instagram’dan dışarıda kahvaltı yapanların fotoğraflarına bakıp
hayaller kurmak bedava!
Ve evet, Cemal Süreya’dan çok çok özür
dileyerek açıklıyorum, hazır mısınız?
“KAHVALTININ MUTLULUKLA BİR İLGİSİ
YOK!”
Kahvaltı yaptığın kişinin var mutlulukla ilgisi.
Kıssadan hisse:
Kopyala yapıştır zevkler
peşinde koşmayın. Gidin mutfağa, ekmeğinize sana yağı sürün. Hadi kalın
sağlıcakla…
Mutlu pazarlar …