Ahmet
Ümit'in doyumsuz söyleşisine kaldığımız yerden hızımızı
kesmeden devam edelim, birinci bölümü okumayanları önce Ahmet Ümit Söyleşisi-1 yazısına alalım ki kaçırmasınlar ..
Yazı
dizimizin bu ikinci bölümünde de araya hiç girmeden Ahmet Ümit'in
sözcükleriyle devam etmek istiyorum.
Ahmet Ümit ile edebiyata kısa bir yolculuk
Çok etkilendiğim sabit bir başucu kitabım olmadı. Bir dönem Tevrat'tı, bir dönem Kuran'dı, bir dönem İncil, bir dönem 1001 Gece Masalları, bir dönem Memleketimden İnsan Manzaraları. Ama şuna inanır ve hissederim:Bence başından beri bütün yazarlar aynı kitabı yazıyorlar.
Bildiğimiz ilk destan, Mezopotamya'da yazılmış olan Gılgamış Destanı'dır. Gılgamış'tan günümüze dek sözlü ve yazılı ne kadar edebi eser üretilmişse, yani masallar, efsaneler, şiirler, romanlar, tiyatro oyunları, denemeler; hepsinde aynı şey anlatılıyor. Bu anlatılan şeyse şu:
HAYAT NEDİR, BİZ NİYE VARIZ, BİZİM HAYATLA İLİŞKİMİZ NEDİR?
Ve edebi eserlerin derdi tüm bu sorulara yanıt vermek de değildir.
17-18 yaşlarındayken bu soruları bana sorsanız yanıtlarını biliyordum, o kadar da emindim ki! Ama artık bilmiyorum. Bu sorularun yanıtlarını bilmediğim için de edebi eserle bilimsel eserin, dinsel eserin farklı olacağını düşünüyorum. Edebi eserler hep bir belirsizliğin üzerinde yükselirler.
Neden?
Belirsizlik derken neyi kastettiğimi açıklamak isterim size.
Homeros'un yerine koyalım kendimizi.,
Homeros neyi anlatıyor? İlyada'yı anlatıyor. Yunanlılar gelmişler, Truva şehrini kuşatmışlar. Burada bir şehir var, şehirde savaş var. Kuşatılmış bir şehir, savaşan insanlar var. Bir yanda aşk var, Truvalı Helen, bir yanda politik çıkarlar var, bir yanda tanrılar var. O dönemin dini anlayışı Zeus. Fakat dikkat ederseniz Homeros, Yunanlılar haklı veya Troyalılar haklı demez, asla!
Savaş doğru ya da yanlış da demez. Anlattığı şey, savaşın insanlar üzerindeki etkisidir.
Sadece savaşın değil, aşkın insanlar üzerindeki etkisidir.
Aşk müthiş bir şeydir demez.. Bir yandan Paris'le Truvalı Helen'in aşkını anlatır ve biz “Ah, ne kadar güzel aşk” deriz.
Öte yandan aşkın yıkıcılığını da anlatır.
Bence yazar – edebiyattan söz ediyorum- olguların insan yazgısı üzerindeki etkilerini anlatır.
Olgu derken, aşktan söz ediyorum, savaştan söz ediyorum; politikayı, dini, depremi kastediyorum. Yani ne varsa... Bir olgu olacak ve bu olgu doğru mu yanlış mıdan çok o olgunun karakter üzerindeki etkilerini anlatacaktır yazar. Yani örneğin olgu İslam Dini ise, yazarın endişesi İslam Dininin doğru ya da yanlış olması değildir. İslam Dininden ortaya çıkarak, o karakter üzerindeki etkilerini anlatacaktır. O yüzden yazar, bazı şeyleri belirsiz bırakacaktır. Kime bırakacaktır? Okura elbette.
Okur bu karakteri okuduğunda o karakterle özdeşleşecek, o karakterle içiçe geçecek, kendini o karakterin yerine koyacaktır.
Buradan da şöyle bir yere varılır. Okurun karakterle yüzleşmesi demek, aynaya bakması demektir. O aynada bir okur olarak o karakterden yola çıkarak kendi ruhunuzu hissedeceksiniz.
Bir edebiyat eserinin iyi olup olmadığının kriteri bana göre şudur:
Bir eseri okurken su gibi akıp gidiyorsa, bu, o eserin iyi olduğunu göstermez. Çünkü bazıları da akıp gitmeyen eserleri okumayı sevebilir.
Eserin çok güzel bir dili olması da onu iyi bir edebiyat eseri yapmaz.
Karakterlerin iyi anlatılması da bana göre o eserin iyi olduğunu göstermez. Ama siz, bir eseri okuduğunuzda:
“Buradaki karakter gibiyim ben ya, bende bir aşağılık taraf var. Bir kere benim gibi zayıf. Şu yalan söyleme huyumdan bir türlü vaz geçemedim. Bu kıskançlıktan kurtulmam gerekir.” gibi şeyleri söylemeye başlıyorsanız, o eser size bunları itiraf ettiriyorsa, veyahut:
“Ya ben ne fedakar bir insanım ya, geçen ne iyi yaptım o arkadaşım için, bak bu da yapmış!" dedirtiyor ise, bence o eser başarılı bir eserdir.
İşte bu yüzden ben, Dan Brown, Grangé gibi yazarların eserlerini çok beğenmiyorum. Çok güzel hikaye anlatıyorlar, merakla okuyoruz ama duygusal olarak bir yüzleşme, bir alt üst oluş, bir kendinizle karşılaşma yaşamıyorsunuz bu yazarları okurken. Burada iyi veya kötü tanımlamasını kullanmadık dikkat ederseniz. Bana göre diyorum, çünkü sanat çok subjektif bir şeydir. Ve sanatın tanımı çok zor yapılır.
Edebiyatın tanımı aşkın tanımı gibidir!
Edebiyat nedir demek, aşk nedir demek gibidir. Tarif edemezsiniz. Aşk hakkında bir sürü şey söyleyebilirsiniz. Ustalar sayfalarca yazmışlar. Biri dört cilt Anna Karanina'yı yazmış, öteki Madam Bovary'yi yazmış. Aşk nedir dendiğinde çok genel şeyler söyleyebiliriz. Mesela “imkansızı ümit etmek” deriz. Bir insanın şahsında o insana iyiyi, güzeli, kahramanı, etkileyiciliği yani her şeyi ona yüklemektir deriz.
Böyle bir şey olmaz ki, gerçekçi değil! O adama da yazık, kadına da yazık. Önce böyle her şeyi yükle, sonra da “umduğum gibi çıkmadı” de.. Böyle bir şey yok ki! Sanat da böyledir.
Tabii ki şöyle bir tarif de yapabiliriz:
“Bir konuyu, bir düşünceyi, güzel Türkçemizi kullanarak bir kurgu içinde anlatma sanatına edebiyat denir” diyebiliriz.
Böyle bir tanıma edebiyat dersinde geçer not verirler. Bunu yapan binlerce eser vardır ama çoğu edebiyat değildir. Edebiyat değildir deme hakkım yok elbette, zaten kimsenin böyle bir hakkı yok. En büyük eleştirmenlerin bile hakkı yok. Çünkü Jules Verne yaşarken kendisini Fransız Akademisi'ne almamışlardı. O adamların hiç birini tanımıyoruz ama Jules Verne'i hepimiz biliyoruz.
Cervantes, Don Kişot'u yazarken “bu aptal hikayeyi niye yazıyorum ben” diyordu, “kendini şövalye zanneden bu salak kahramanı yazacağıma şiir yazmalıyım” diyordu, şiirlerinin hiç birini hatırlamıyoruz bugün. Yine Conan Doyle, yarattığı Sherlock Holmes'den nefret ediyordu, “ben büyük romanların yazarıyım, böyle bir dedektifle ne işim olur” dedi ve öldürdü kahramanını.
Öyküde ölüm raporu verilmediği için millet yazıhanesini bastı hatta!
Yani “iyi edebiyat nedir?” sorusunun yanıtı, ZAMANA DİRENEN METİNLERDİR!
Eğer 50 yıl sonra, 100 yıl sonra da okunursam bu demektir ki Ahmet Ümit iyi yazarmış. Yoksa bugün kitaplarımın 500.000 adet satması, birçok dile çevrilmesi, filmlerinin yapılması, ödüller alması – Nobel de olabilir– benim iyi bir yazar olduğumu göstermez. Bugün bu anlaşılmaz, sizin çocuklarınız, torunlarınız okuduğunda, “oo benim babaannem tanışmış bile” derlerse ben iyi yazar olabilirim, bunu asla bilemeyeceğim.
Ama ben şu anda çok mutluyum. Şöyle de olabilirdi:
Ben yazıyorum, kimse beni okumuyor, kimse beni okumadığı için giderek hırçınlaşıyorum, çok okunan yazarlardan nefret ediyorum, okur salak beni anlamıyor diyorum, böyle biri de olabilirdim. Bir yandan gündüzleri bir yerlerde çalışıp yokluk içinde akşamları yazmaya da uğraşabilirdim. İyi ki de böyle değilim.
Böyle bir sürü insan var ve aralarında gerçekten çok iyi yazarlar var. Biraz önce söylediğim gibi okunuyor olmak, ilgi görüyor olmak iyi bir yazar olduğum anlamına gelmiyor.
Sevdiğim işi yapıyorum, iyi de para kazanıyorum
Büyük ilgi görüyorum, büyük alkış var, gittiğim her yerde insanlar el üstünde tutuyorlar. Mesela bir lokantaya gitmişsem hemen bir yer bulunuyor, şahane bir şey. Mesela geçenlerde Konya'ya gitmiştim, normal bir oda ayırtmıştım otelde. Otel görevlisi “Aaa orası olmaz!” dedi ve bana otelin suitini verdi. Masaya oturuyorum şarabın en iyisi geliyor. Uçağa biniyorum, hostesler tanıyor, “Ahmet Bey, paltonuzu oraya koymayın verin biz içeriye asalım” diyorlar. Pilot, “buyrun kokpitten bakın” diyor. Bunun gibi çok güzel yanları var.
Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? İmza günlerinde bir sürü insan fotoğraf çektirmek için kuyruğa giriyor. Şahane yani.. Bu kısmı çok güzel ama burada bir de tehlike var:
Sanatta değerli olan şey, biricik yani “unique” olmaktır.
Mesela Picasso, 20. yüzyılın en önemli ressamıdır. Neden? Çünkü kübist resimler yapmıştır. İstese klasik resimler yapamaz mıydı? Yaptı, önce onu yaptı. Sanatta mesele özgün olmaktır. Sizden önce yapılanlardan farklı bir şeyler yapmanız lazım. Ancak o zaman gerçek sanatçı olabilirsiniz. Zamana karşı kalıcı olmak dedik ya, işte o kalıcılığı böyle sağlayabilirsiniz.
Agatha Christie gibi yazarsam bunun hiçbir kıymeti olmaz. Kadın zaten en güzelini yazmış. Conan Doyle gibi yazarsam bunun da bir anlamı yok. Ben, Ahmet Ümit gibi yazmalıyım ve benim özel bir bakışım olması gerekir. Olaylara farklı bir bakış açısıyla bakmamdan kaynaklanan farklı bir üslupla eserlerimi oluşturmam lazım. Öncelikle kendi kültürüm olması lazım.
Mesela Peyami Safa, Cingöz Recai diye bir karakter yarattı, bildiğiniz Arsen Lüpen! Kemal Tahir daha berbatını yaptı, Mayk Hammer'i birebir yazdı. Taklitlerle bir yere gidilmez. Zaten onlar da bunu biliyorlardı. Her ikisi de gerçekten çok büyük yazarlardır.
Devamı gelecek ......
------------------------
Evdeyazar'ı notu: Bir sonraki bölümde edebiyatla ilgili yine çok ilginç ve bana göre çok değerli olan notları paylaşacağım sizlerle, umarım beğenerek okuyorsunuzdur...
Çok güzel aktarmışsınız, keyifle okudum. Devamını merakla bekliyoruz...
YanıtlaSilTeşekkür ederim, devamı sanırım bir kaç gün daha sürer. Dedim ya derya deniz bir sanatçı söz konusu olunca konuşulan şeyler de sayfalara sığmıyor :)
SilSevgili Evde Yazar; bu ve önceki yazınızı ikişer defa sindire sindire okudum.Paylaşacağınız diğer yazıyı da okurken eminim tekrar baştan okuyacağım.Yazarlık bu kadar kolay ve bu kadar zormuş. Ahmet Ümit çok önemli detaylara dokunmuş ben zaman yolculuğuna çıkmış gibi hissettim.Bahsettiği yazarları ve okuduğu kitapları bende okumuştum ve biliyordum birden ''aaaa ya doğru söylüyor bende de böyle etki bırakmıştı''dedim kendime.Acayip hissettim kendimi hala da hissediyorum.Kafamda okuyup etkisinde kaldığım sürükleyici kitaplar daha vasat bulduklarım dünya klasikleri gelip gidiyor.Şu an her biri için daha farklı düşünüyorum level atlamış gibi oldum valla.Yarım kalan Sultanı Öldürmek tekrar okunacak bu kafamla bakalım ne hissedeceğim.Devam yazınızı dört gözle bekliyorum çok teşekkür ederim elinize sağlık.Harikulade...
YanıtlaSilBu çok güzel yorum için teşekkür ederim, yorulmama değdi doğrusu, sevgiler:)
Silsupersiniz
YanıtlaSil:) sevgiler
SilHakikaten okudukça derinlere daldım aktarımlarınız harika. Emeklerinize sağlık.
YanıtlaSilBen sadece aracıyım, söyleyen müthiş:)
Siledebiyat hakkında yazdıkları harika.. yürekten katılıyorum. edebiyat eserinin kendinizle karşılaşma yaşatması çok değerli. ben de bunu hissetmediğim kitapları pek sevmem. dan Brown benim de pek ilgimi çekmeyen yazarlar arasında..
YanıtlaSilK dergisinin sloganımıydı başka bir yerden mi tam hatırlamıyorum. buna yakın bir anlamdaydı.güzel bir söz, hatırladığım kadarıyla "edebiyat insanı insana insanda gösterir."
bu güzel paylaşım için tekrar teşekkürler evde yazar..
Bu güzel katkınız için ben teşekkür ederim, ne güzel bir tanımlama:
Sil"..Edebiyat, insanı insana insanda gösterir."
Teşekkürler:)