Hani
bazı insanlar vardır, saatlerce konuşsa da dikkatiniz hiç
dağılmadan keyifle dinlersiniz. Engin birikimleri vardır, müthiş
bir anlatı yetenekleri vardır, yormayan yumuşak ses tonları
vardır. İşte Ahmet Ümit tam da böyle bir kategoride yer aldı benim için.
Bumerang'ın Hürriyet Gazetesinde düzenlediği etkinlik 2 saat
sürdü, 15 saat daha sürseydi de keyifle dinlerdim inanın bu
müthiş söz ustasını..
O
kadar dolu dolu, o kadar ders alınası konulara değindi ki, ben hiç
araya girmeden, kaydedebildiğim her şeyi size aktarmak istiyorum.
Zira eğer içinizde benim gibi bir gün roman yazma hayali
kuranlarınız varsa, satır aralarında fark edeceğiniz mesajlar
eminim sizleri de heyecanlandıracaktır.
Fazla
da merakta bırakmayayım sizleri. İçten gülümsemeleri ve nazik
konukseverlikleri ile karşıladı bizleri Bumerang'ın sevgili Hilal
ve Ahmet'i. Oturduk bizler için hazırlanan
masaya, sıcak gülümsemesi ile “merhaba” diyen Ahmet Ümit
bakın neler söyledi:
Ahmet Ümit'in Yazma Serüveni
İlk
yazdığım yazılar lisede kompozisyonlardı. O zamanlar şiir çok
yaygındı, lise çağlarında âşık
olunca şiir yazılırdı. Nasıl ki şimdi Twitter var, o zaman da
şiir vardı. Bir de Türk Sanat Müziği çok yaygındı. Türk
Hafif Müziği diye de bir tür vardı. Edip Akbayram, Cem Karaca,
Barış Manço, Üç Hürel'in yeni çıktığı dönemler. O dönem
biraz da pop müzik dinlenirdi; Abba, Beatles falan vardı. Teknoloji
hayatımıza yoğun olarak girmediği için yazıda da daha lirik,
şiirin yoğun olduğu bir anlatım vardı, şimdi o yok.
O
dönem ben âşık olup şiir
yazmadım, kompozisyon yazıyordum. Politik bir dönemdi, lisedeki
hocamız da solcuydu, sonradan öldürüldü. Sultanı Öldürmek
kitabında O'nu anlattım. Ben yazılarımı hep Che'nin bir sözü
ile falan bitirirdim, öyle bir dönemdi. Sonra da hikaye falan yine
yazmadım. Politik olaylar vardı, ben de bildiriler yazıyordum. Özellikle İstanbul'a geldikten sonra politik hayatım devam etti. O
zaman da bir yazma durumu varmış aslında. Politik yöneticilerim,
yazdığım yazıları eleştiriyorlardı “yine çok duygusal
kaçmış yazı” diye. “Kanlarımız gül açacak”
gibi betimlemeler, imgeler kullanıyordum yazılarımda. Onlar ise
“ABD Emperyalizminin Türk Burjuvazisine yaklaşımı” gibi daha
politik metinler bekliyorlardı benden. Benimse kalemim giderek
imgelere kayıyordu.
Sanatın
dili, soyut imgeseldir..
İki
tür yazı vardır. Birincisi soyut kavramsal, diğeri de soyut
imgesel. Soyut kavramsalda daha çok bilimsel olarak soyutlamalar
yaparken kavramları kullanırız. Felsefede, gazetecilikte ve
bilimde bu tarz kullanılır. Gazetecilikte özellikle somuttan
soyuta gidilir. Sanatta ise soyut imgesel bir dil kullanırız; yani
soyutlarız ama aynı zamanda bunu bir imge ile anlatırız. Mesela
bir aşkın bitişini güneşin batışı gibi metaforlar kullanarak
anlatırız. Sanat da buradan çıkıyor zaten. Mesela ilkel dillerde
ilkellik çok şiirseldir.
Antep'e
gitmiştim. Avcılar kendi aralarında konuşuyorlardı, içlerinden
biri şöyle bir metafor kullandı:
-Ağzımın
içinden iki tane keklik kalktı.
Keklikler
o kadar yakından kalkmış ki adam bunu “ağzımın içinden”
diye tanımlıyor, burnumun ucundan demek istiyor. Bu bir şiir
aslında, adam farkına varmadan şiir yazıyor. Bu müthiş bir şey!
İşte bu, soyut imgesel bir dildir.
Ben
de o politik dönemde soyut kavramsal olması gereken bildirileri
yazarken soyut imgesel bir dil kullanıyordum. Demek ki o dönemlerde
içimde edebiyata dair bir şeyler varmış. Tabii ki bunun da bir
nedeni vardı, birdenbire kendiliğinden olmadı.
Çok
kitap okuyan çocuk ve genç bir adamdım.
Annem
terziydi, kız çıraklarımız olurdu özellikle yaz aylarında. Bu
kız çocukları sabah 7-8 gibi gelirler, akşam 5'e 6'ya kadar
kalırlardı.
Bir ev düşünün Gaziantep'te. 9 odalı, kocaman bir
bahçesi, bahçede bir ceviz ağacı.
Sıkılırlardı tabii bütün
gün o çırak çocuklar. Annem onlara masallar anlatırdı.
İzlediği filmlerin hikayelerini, okuduğu romanları.
Annem
inanılmaz bir hikaye anlatıcısıdır, ben de oradaydım, mutlaka
etkilenmişim demek ki, fakat hiç farkında değildim. Sanırım
oradan da çıktı.
22
yaşına gelene kadar yazar olmak aklımdan bile geçmiyordu, şiir
bile yazmamıştım. 1982 yılında 22 yaşındayken annemden
aldıklarım, o zamana kadar okuduklarım birdenbire patladı.
Çok
iyi bir okurdum. Ortaokul ve lise yıllarında aşağı yukarı
klasiklerin tümünü okumuştum. Büyük yazarların çoğuyla
tanışmıştım. Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo, Sait Faik, Yaşar
Kemal, Orhan Kemal, Nazım Hikmet gibi yazarların bütün
eserlerini okumasam da belli başlı eserleri hakkında bir fikre
sahiptim. Ama yazar olmak aklımın ucundan bile geçmiyordu, çünkü
yazarlık benim için çok yüksek bir mertebeydi.
Bir
gün bir rastlantı oldu...
82
anayasasına karşı eylem yapıyorduk. Duvarlara afiş falan
yapıştırıyorduk. Benim bir arkadaşım bu eylem sırasında
yakalanıp tutuklandı. Ben O'nun sorumlusuydum ve örgüt benden
olayın detayıyla ilgili bir rapor yazmamı istedi. İşte o raporu
ben hikaye şeklinde yazdım, daha doğrusu yazmışım. Halbuki
rapor soğuk dille yazılan bir şeydir, hala da öyle yazılar
yazamam ben. İşte o yazdığım hikaye, tuhaf bir şekilde 40 ayrı
dilde yayın yapan bir dergide basılıverdi. K.Yalçın diye sahte
isimle basıldı, benim haberim bile yoktu.
Edebiyat,
sanat kadar güçlü bir şey gerçekten de yok. Bir şeye sanatla
girdiğiniz zaman her yer alt üst olabiliyor. Nitekim o yazı da böyle bir etki yapmıştı demek..
Bu
dergi Prag'da yayınlanıyordu. İşin enteresan tarafı edebiyat
dergisi falan değil, Barış Ve Sosyalizm Sorunları adlı politik
bir dergi. O dergide böylece ilk kez bir öykü yayınlanmış oldu.
Çünkü makaleler vardı normalde o dergide, Gorbaçov yazıyordu,
uluslararası işçi hareketleri falan yazıyordu. Baktığınızda
benim öyküm de edebi niteliğinden ötürü yayınlanmadı. Baskı
altında bir ülke var, bu ülkede demokrasi için savaşan genç
insanlar var, o insanların kahramanlığını, özverisini anlatan
bir hikaye olduğu için yayınlandı o yazı. Yoksa şahane bir
edebiyatçı doğuyor durumu değil. Faşizme ve askeri diktatörlüğe
karşı dövüşen insanların enteresan hikayesiydi. Dediğim gibi
22 yaşında yeni bir Marquez geliyor durumları yoktu. Fakat çok
heyecan verici bir durum. Düşünsenize, ilk yazdığınız öykü
40 ayrı dilde yayınlanıyor!
İşte
bu noktada yazıyla olan ilişkim kendiliğinden belirlenmiş oldu.
Ruh halim, o güne kadar olan birikimim bu noktaya getirmişti beni.
Bu olay olunca “Allah Allah benden yazar olurmuş” fikri oluştu.
Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşmesi durumu yani. Aynen böyle
oldu.
Yazar
olmaya karar verdikten sonra yine kitap okumaya devam ettim...
Bu
kararı verdikten sonra artık bir yazar adayı olarak okumaya
başladım. Ben yazsaydım nasıl yazardım yaklaşımında bir tutum
bu. Okuduğum bazı kitapları tekrar okudum, yeni kitapları da bu
gözle okumaya başladım. Madam Bovary'yi ben yazsam nasıl olurdu
gibi ukalalıklarım da olurdu bazen. Normaldir bu. Daha doğrusu
başlarda sevimli gelen ve affedilebilecek bir histir, sonrasında
ise çirkinleşir. Başlangıçta bir yazar böyle deyince herkes
“tabi, tabi” der ve güler geçer, anlayışla karşılar. Ama şu
anda ben çıkıp “dünyanın en iyi polisiye roman yazarı
benim” desem çirkin olur, hoş değil. Ama o zaman genç bir
yazarsın, sevimli durur.
Devamı gelecek......
-----------------------------
Evdeyazar'ın
notu:
Okurken
aynı etki sizde de oldu mu bilmiyorum ama ben kayıtları tekrar yazarken bile yine çok
keyif aldım. Devamı çok uzun, dediğim gibi hiçbir cümlesini
kaçırmak istemeyeceğiniz bir söyleşi oldu. Siz bu birinci bölümü
okurken, ben de notlarımı toparlamaya devam edeyim..
Bizde zevkle okuyacağız o zaman :) bakalım neler var notlarında...
YanıtlaSilUmarım öyle olur:)
SilAhh ne kadar güzel yazmışsınız bir solukta okudum devamını merakla bekliyorum.
YanıtlaSilAslında ben bir şey yapmadım, Ahmet Ümit'in harika anlatımını size aktardım sadece:)
SilHarikasın Evde yazar ;) bana tekrar aynı dakikaları yaşattığın için çok teşekkürler.
YanıtlaSilDedim ya, ben sadece aracıyım, söyleyen üstat:)
SilKeyifli geçirdiğiniz saatleri, biz de keyifle okuduk, devamını bekliyoruz...
YanıtlaSilO kadar güzeldi ki gerçekten de, mümkün olduğunca atlamadan sizlere de aktarmaya çalışacağım konuşulanları, ama sanırım epey uzun sürecek hepsini yazmak:)
SilDevamını bekliyoruz tabi ki ilk kısım çok ilginçmiş :)
YanıtlaSilSonrası da inanın aynı güzellikte ve derinlikte, dopdolu:)
SilTeşekkürler paylaşım için.. çok güzel.. keyifli...ne güzel anlatmış. kompleksiz, harbi, doğal..
YanıtlaSilokumak istediğim ama henüz okuyamadığım yazarlardan..
devamını bekliyoruz..
Evet dinlemesi cidden çok keyifliydi, kitaplarını da bence çok seveceksiniz:)
SilYazının tamamını sanırım 4-5 bölümde ancak bitirebilirim. Böylesine bilgili bir insan, dolu dolu konuştu tahmin edeceğiniz üzere ve benim de yazacağım çok şey var etkinlikle ilgili:)
Aynı masada oturup, sohbet edebilmek, ne güzel bir şans..
YanıtlaSilEvet gerçekten de öyle. Bumerang sağolsun, bu tip etkinliklerle harika fırsatlar sunuyor bizlere:)
Sil40 ayrı dile çevrilmiş. Vay be, büyük fırsat gelmiş Ahmet Bey'in ayağına. Tabi okuduğu kitapların yararı var yine. Bir kez daha kitap okumanın önemi ortada. Güzel bir yazı olmuş. Geri kalanını merakla bekliyorum. (✿◠‿◠)
YanıtlaSilEvet çok güzel bir fırsat olmuş gerçekten de, belki de okuduklarının ödülüdür kim bilir...
SilBu fırsatı değerlendirmesi ise O'nun ön görüsü ve aldığı risk olmuş, iyi ki de olmuş:)
Devamını hazırlıyorum:)
Bazen musibetler hayra yol açarmış. Hikaye baya ilginç.
YanıtlaSilEvet, fırsatların nereden geleceği hiç belli olmuyor, görmeyi ve değerlendirmeyi bilmek gerek sanırım.
SilÇok sevdiğim bir yazar , keşke ben de kendisiyle görüşebilsem. Polisiye , macera , gerilim , kurgu her zaman ilgi alanımda en üst seviyededirler. Bazen kendimle çelişiyorum , fobik anksiyeteli birinin bu kitaplarla ne işi var denir benim gibisine de :) Ama Ahmet Ümit bu yaa! çok şanslısın evde yazar :) Bu arada güzel paylaşım teşekkürler...
YanıtlaSilEvet böyle bir yazarla söyleşmenin ne büyük şans olduğunun farkındayım, ama bencillik yapmadım; dinlediklerimin neredeyse tamamını sizlerle de paylaştım gördüğünüz üzere:)
SilBen polisiye, gerilim kitapları okumayı sevmem aslında, ama dediğiniz gibi Ahmet Ümit başka:)