28 Nisan 2015 Salı

Öyle olsa ne olurdu ki!

Dün sabah internete göz gezdirirken bir habere takıldım. Aynen şöyle yazıyordu haberde:

"New York'ta ünlü bir reklam ajansında sanat yönetmenliği yapan Matilda Kahl, son üç yıldır işe giderken aynı kıyafeti giyiyor. "Zamanımı ve enerjimi kıyafetlere harcamak istemedim" diyen Kahl, her sabah hazırlanırken işe geç kalma stresi yaşamaktan, giydiklerinin o günkü toplantılara uygun olup olmadığını düşünmekten bıkıp radikal bir karar almış.
Katıldığı toplantılarda erkek çalışanların hiçbir zaman kıyafet seçme stresi yaşamadığını fark eden Kahl, o günden sonra işe her gün aynı kıyafetle gitme kararı almış. Çalıştığı günlerde yeteri kadar yaratıcı iş üretmesi gerektiğini anlatan Kahl "bir de giydiklerimle yaratıcı olmak için baskı hissetmek istemedim" diyor. Aynı bluzdan 15 tane, aynı pantolondan ise 6 tane alan Kahl 3 yıldır üniformasını üzerinden çıkarmıyor." 

Matilda Kahl ve üniforması!

Bence mükemmel bir karar. Bir çeşit “özel üniforma” gibi. Yani iş yerinin seçeceği saçma iş kıyafeti değil, kendi seçtiğiniz üniformayı giyiyorsunuz. Kıyafet konusunun gereğinden fazla abartıldığını düşünen benim gibiler için “işte budur!” dedirtecek cinsten hem de!
O kadar çok faydası var ki... Her şeyden önce “Oldu mu, olmadı mı; uygun mu, değil mi; yakıştı mı yakışmadı mı” stresinden kurtuluyorsunuz.

Daha bitmedi...

Gördün mü Leyla'nın kıyafetini, yine podyuma çıkar gibi giyinmiş, o dekolte de ne öyle, hiç de yakışmamış! Geçen gün de babaannesinden kalma elbise giymişti, rüküş şey... Kadın ilgi çekmek için elinden geleni yapıyor, yakında mayoyla gelirse hiç şaşmam!” söylemleri son bulur düşünsenize... Kahve içme bahanesiyle yapılan ayaküstü beyaz yakalı dedikodularına yeni konular bulunmak zorunda kalınır. Kim niye konuşsun ki Leyla'nın her gün giydiği kıyafeti!

İşin bir de Leylagiller boyutu var tabii ki! Kıyafetiyle, görüntüsüyle var olmaya çalışan Leyla'ya “Her gün aynı şeyi giyeceksin!” deseler Leyla ne yapar! Önce afallar, ne yapacağını şaşırır! Yaşam amacı elinden alınmıştır, kolay mı! İş yerinde ya da yaşadığı mahallede popüler olmasının tek nedeni sıradışı kıyafetleri, saçı, makyajıdır. Leyla eğer hergün aynı şeyleri giyerse silikleşir, diğerleri gibi olur, eşitlenir... Eşitlenmek ne korkunç bir şeydir onun için! Bakar böyle olmuyor, belki de İspanyolca kursuna gitmeye karar verir, ya da şarkı söylemeyi öğrenir. Kültüre yatırım yapmaya başlar, e fena mı olur?

Patron mutlu olur bu duruma. İş yerinde verim artar çünkü. Düşünsenize, erkek çalışanlar Leyla'nın etek boyu veya dekoltesini düşünüp hayal kuracaklarına işlerine yoğunlaşırlar. Leyla'yı kıskanan kadın çalışanlar, kahve molasında konuşacak fazla konu bulamayıp işlerinin başına kısa sürede dönerler. Kırk saat 'onu mu giysem, bunu mu giysem!' derdine düşüp işe geç kalan kadınlar, zamanında görevlerinin başında olur. Bu durumda patron niye mutlu olmasın ki!

O stil senin, bu tarz benim!” gibi yarışmalar anlamını yitirir, e her gün aynı şeyi giyen kadın bu programları izleyip de ne yapsın! Açar belgesel izlemeye başlar... Acun bile belgesel yayınlamak zorunda kalır. Düşünsenize 'survivor' yerine 'Apollo-9' belgeselinin Acun'un televizyonunda yayınlandığını, tam bir skandal, yoksa devrim mi demeliyim!

 Mankenler ve modacılar da artık kendilerine başka başka işler bulurlar... 

"Elbise giyip podyumda salınarak yürümek" olarak tanımlayabileceğimiz mankenlik mesleği de tarihin çöp kutusuna gider böylece. İnsanlık bu durumdan zarar görür mü? Bu sorunun yanıtını size bırakıyorum.

Tekstil sektörü batmaz, niye batsın ki, insanlar bir şekilde giyinecekler nihayetinde... Süsü püsü, pulu boncuğu olmayan düz tişörtler üretilir fabrikalarda. Korunma ve örtünme amaçlı giysiler...

Bir de olayın alışverişe çıkma boyutu var!

Ben mesela nefret ederim giysi alışverişi yapmaktan. Canları sıkılınca “vitrinlere bakalım” diye mağaza mağaza gezen kadınları hiç anlamam zaten. İhtiyacım varsa bir giysiye, yani mecbursam satın almaya, olabildiğince küçük dükkanlara girmeye çalışırım. Zira büyük alışveriş nerkezlerinin, mağazaların kalabalığından çok ama çok sıkılırım. Oralara gitmek zorundaysam eğer, açılış saatlerinde gitmeye çalırım ki kalabalık olmasın diye... Matilda'yı işte bu nedenle bir kez daha takdir ediyorum. Meğer aldığı kararın ne çok faydası varmış.

Ütü yaparken düşünmüştüm geçenlerde. Ütüsüz giysi giymek ayıp sayılmasaydı, ütü gibi saçma, sıkıcı, yorucu ve üstüne üstlük elektrik enerjisini fazla tüketen bir eylem yapmak zorunda kalmayacaktık!

 Birisi ütüyü icat etmiş, sonra da ütü ticareti yapanlar “buruşuk giymek ayıptır, medeniyetsizliktir!” gibi hiç bir yerde yazılı olmayan görgü kuralını uydurmuşlar. Sırf bu görgü kuralı yüzünden, bu kural yıkılamadığı için argeye milyonlarca lira ayrılmış ve nanoteknolojik buruşmayan kumaş bile icat edilmiş! Peki ama neden? Buruşuk giysek ne olur! Matilda gibi cesur biri çıkıp bunu başlatsa, herkes buruşuk giyse ne olur!

Ne olmaz ki!

Ütü üreten fabrikalar kapanır, o fabrikalar kapanınca birçok insan işsiz kalır.
Kuru temizleme dükkanlarında ütü yapanlar işsiz kalır.
Benim en çok üzüleceğim şeyse son ütücülerin işsiz kalacak oluşudur.
Mağazalar stoklarındaki ütüleri, ütü masalarını, ütü masası örtülerini, ütü sularını, askıları satamazlar ve iflas ederler. Onlar iflas edince birçok insan işsiz kalır. İşszi kalanlar aç kalır, evsiz kalır.
Ütü reklamı yapanlar işsiz kalır. Reklamlarda oynayıp dünyanın parasını kazanan tv starları para kazanmak için başka yollar aramak zorunda kalırlar.
Öte yandan milyonlarca kilovatsaat elektrik enerjisi tasarruf edilmiş olur. Bu da doğaya katkı sağlar. Ütüsüz giyiniriz ama daha çok oksijenimiz olur, yani daha sağlıklı oluruz...
Hem ütü yapmakla harcanan saatlerde belki daha çok kitap okunur!
.................

İşin içinden çıkmak gerçekten de çok zor... Bence hepimiz doğaya dönelim, doğala dönelim. Revolution gibi, ama silahsız haliyle...

Bu sabah yine çok mu uçtum nedir, gideyim en iyisi, sevgiyle kalın...






Devamını Oku

25 Nisan 2015 Cumartesi

Soma’daki “Toplumsal Dönüşüm Projesi” Onlarla Hayat Buldu!

Soma İçin Bir Olduk:  Hepsi bizim yakınımızdı ki…
Allianz Türkiye, sivil toplum örgütleriyle el ele vererek, bölgede etkilenen vatandaşlara ulaşabilmek, onların yaralarını sarmak ve yeni başlangıçlarını desteklemek için Soma’daydı. Soma’da 2014’te gerçekleşen ve ulusumuzu derinden sarsan maden faciasının ardından, Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği (APHB) ve Bilim Kahramanları Derneği (BKD) ile işbirliği yapılarak “Allianz SomaDA”yı (Soma Dayanışma Ağı) geliştirdi.
Ertesi gün çocukların hiçbiri okula gelmedi...
13 Mayıs 2014, Çarşamba… Kömür madenleriyle bilinen Soma kasabasında meydana gelen elim facianın ertesi günü… Soma’da görev yapan öğretmenler “o gün bizim için çok zor başladı, çocuklarımızın hiçbiri okula gelmedi” diye anlatıyor. Öğretmen Emel Abadan “Öğretmenler odasında sürekli haberleri izliyorduk ve herkes ağlıyordu” diyor. Öğretmen Mustafa Sabur: “Çocuklar okula döndüğünde onlara ne söylerim diye içi içimi yiyordu. Derken bir gün Bilim Kahramanları Derneği’nden geldiler ve etkilenen çocuklar için bir projeleri olduğunu söylediler.”
Allianz SomaDA”yı kapsamında, BKD ile yapılan işbirliği sayesinde, Soma çevresinde, olaydan etkilenen 6 ilçedeki 16 okulun, Bilim Kahramanları Buluşuyor turnuvasına katılımı sağladı. 34 gönüllü öğretmen, 150’ye yakın öğrencinin oluşturduğu 17 farklı Allianz SomaDA takımını 4 ay boyunca turnuvaya hazırladı. Bu yolla, öğrencilerin normal hayata dönüşü desteklenirken, psikososyal ve kişisel gelişimlerine de katkı sağlanması amaçlandı.
Allianz SomaDA”nın bir ayağı da faciadan etkilenen ailelerin çoğunlukta olduğu Dursunbey’deydi. APHB ile yapılan işbirliği sayesinde, Dursunbey’de bir psikososyal destek merkezi açıldı. Çocuklara, yetişkinlere ve gruplara yönelik üç görüşme odası bulunan Dursunbey Psikososyal Destek Merkezi’nin hizmetleri, merkeze uzak bölgelere de ulaştırıldı.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

19 Nisan 2015 Pazar

#görmesendeolur! Festivale davetlisiniz!


Tam da pazar gününe yakışan şahane bir haberim var size. İki gün boyunca günlük hayattan koparak sadece oyun izleyelim desem? Oyun izleyelim, başka dünyalara gidelim, zihnimiz açılsın, ruhumuz beslensin...

9-10 Mayıs'ta günde 12 saatten toplam 24 saat sürecek olan “GÖRMESEN DE OLUR, OKUMA TİYATROSU FESTİVALİ”ne davetlisiniz, evet hepiniz...

 Toplam 11 oyun var festival kapsamında. İstanbul'da yaşayan ve o tarihlerde İstanbul'a gelebilecek olan herkes davetli.

Kimler mi oynuyor, işte festivalde yer alacak olan değerli oyuncular:

Algı Eke, Bennu Yıldırımlar, Birce Akalay, Can Yaman, Deniz Türkali, Deniz Uğur, Elif Erdal, Furkan Palalı, Galip Erdal, Kerem Alışık, Levent Can, Levent Ülgen, Mine Tugay, Oktay Kaynarca, Sarp Levendoğlu, Savaş Alp Başar, Seda Güven, Sercan Alben, Serhan Alben, Serkan Alben, Sezgi Mengi, Songül Öden, Tolga Güleç, Tuba Ünsal, Uygar Özçelik, Yeliz Şar, Yunus Emre Yıldırımer

Bu festival bildiğiniz festivallere benzemiyor! Çünkü festivalin adı #gormesendeolur!


#gormesendeolur atölye çalışmalarından bir kare

Kadıköy Belediyesi ve Tiyatro Laboratuvarı  öyle güzel bir çalışmaya imza attılar ki, bütün belediyelere ve özel tiyatrolara örnek olsun isterim.
 “Modern tiyatroda önermesiz metin yazarlığı” atölyesi açıldı ocak ayında Kadıköy Belediyesi TAK'da. Konu hakkında yapılan röportajı Gazete Kadıköy'ün bu yazısında okuyabilirsiniz.


Bilirsiniz, genellikle engelliler için yapılan projeler hep ötekileştirilerek hayata geçirilir. Yani engelliler korosu yapılır, engelliler tiyatrosu hazırlanır vs.  Aslında kaş yaparken göz çıkarmadır benim nazarımda bu tür projeler.  Hiç öyle bir amaçla yola çıkılmasa da içinde acıma, merhamet gibi duygular barındırır ve  önyargı oluşturur insanlarda.  Oysa bu proje öyle değildi. Görme engellilere de kapılarını açan atölyede “Yaratıcısıysan, konu hakkında doğru ve nitelikli bir eğitim almışsan, yazabilirsin!”  ana fikri vardı bence.  Herkese açıktı atölye, görenler ve görmeyenler bir aradaydı ayrım yapılmaksızın. Adı ve sloganı da  özenle seçilmişti: 

Görmesen de olur!”

Tiyatro laboratuvarı'nın değerli sanatçıları, aynı zamanda yöneticileri olan Serhan Alben ve Sercan Alben bu eğitimi büyük bir özveriyle verdiler. Bunu nereden mi biliyorum, çünkü ben de oradaydım!


Oyunlar yazıldı, artık değerlendirme toplantısı yapılıyor!

 Gerçekten çok heyecan verici bir süreçti. Düşünsenize, hayal ettiğim karakterleri ünlü oyuncular ete kemiğe büründürecek!  Festival tarihini büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum bu nedenle, nasıl heyecanlıyım bir bilseniz! 

Adeta bir imece gibi herkes ucundan tuttu projenin. Mesela İkinci Adam Yayınları, ortaya çıkan 11 oyunu “Görmesen De Olur, Toplu Oyunlar” adıyla kitaplaştırıyor. Bu kitap, Anadolu'ya dağıtılacak ve içinde yazma özlemi olan herkese ister görsün, ister görmesin ilham kaynağı olacak; belki de bu kitabı okuyanlar arasından yeni yazarlar çıkacak ortaya... Yerli metin bulamama sıkıntısı çeken tiyatro sevdalıları için bir kaynak olacak üstelik. 

Serhan ve Sercan Alben'e ne kadar teşekkür etsek azdır!


Daha bitmedi!  Ünlü ve başarılı fotoğrafçı Mehmet Turgut, projeye katılan yazar ve oyuncuların fotoğraf çekimlerini üstlendi. Festivalde bu fotoğraflar da sergilenecek. CNN'de yaptığı Falan Filan adlı programı takip edenler, festival ve kitap hakkında sanatçının yaptığı röportajları görebilirler önümüzdeki günlerde. 

Festivale onur konuğu olarak gelecek olanlar ise Türkan Şoray, Jülide Kural, Kadir İnanır, Yasemin Yalçın, Meltem Cumbul, Mazlum Kiper, Engin Uludağ, Zihni Göktay, Haldun Dormen,
Göksel Kortay gibi değerli sanatçılar, alternatif tiyatro yöneticileri, şehir ve devlet tiyatrosu genel sanat yönetmenleri, sinema yapımcıları olacak.

Oyunumu Türkan Şoray'ın da izleyecek olması, benim için adeta bir peri masalı kadar heyecan verici, ne yalan söyleyeyim. 

#Görmesendeolur projesine emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum içtenlikle...

Sözün özü şudur ki,  9-10 Mayıs'ta CKM (Caddebostan Kültür Merkezi)'ndeyiz.

 Bekleriz efenim...





Devamını Oku

12 Nisan 2015 Pazar

Ne demek bu şimdi, gel de anla!

Bazı durumların gerçekten de bir dilden diğerine tercümesi olmuyor. Çünkü yaşam tarzları, görülen muamele, sosyal düzey bambaşka...

Neden mi, gelin anlatayım:

Yıllardır İsviçre'de yaşayan bir arkadaşım var. Artık İsviçreli oldu da denebilir. Oranın vatandaşı, oralı bir eşi var, çocukları da orada doğdu...

İsviçre-zengin ülke!


Ne zamandır görüşmüyorduk, dün akşam aniden çıkageldi. Sohbet işlere güçlere geldi. Çocuklar hangi okula gidiyor, okul çıkışı onlara kim bakıyor diye sorduğumda dedi ki;

Ben artık haftada 4 gün çalışıyorum, eşim de 3 güne indirdi çalışma zamanını. Devlete fazla vergi ödeyeceğimize çocuklarımıza kendimiz bakarız diye düşündük..”

Ben tabii ki anlamadım bu cümleyi, tekrar ettirdim:

Devlete fazla vergi ödeyeceğimize çocuklarımızı kendimiz büyütelim dedik” diye tekrar etti. “Böyle bir cümle Türkçe'de olmaz!” dedim. Ne demek yani devlete fazla vergi vermek yerine çocukları kendin büyütmek?

Açıkladı anlayabileceğim dilden kısaca:

İsviçre'de adil bir vergi sistemi olduğu için gelirin ne kadar artarsa o kadar çok vergi veriyormuşsun. Bu bir.

İkincisi ise çalışma saatlerini kendin belirliyormuşsun. Arkadaşım bankada çalışıyor, eşi de hastahanede hemşire. İstedikleri gibi belirliyorlar çalışma saatlerini. Bir ara arkadaşım haftada 2 gün çalışıyordu çocuklar bebekken, sonra beş güne çıkardı, şimdi tekrar dört güne indirmiş.

Dolayısıyla ne oluyor, haftada 5 gün yerine 4 gün çalıştığı için geliri düşüyor ve daha az vergi ödüyor. Böylece de başta söylediği cümle anlam kazanıyor.

Yani çok çalışıp devlete çok vergi öderken çocuklara da vakit ayıramazken bir tercih yapıyor, az çalışıyor, daha az kazanıyor ama daha az da vergi veriyor! 

Görüyorsunuz değil mi, İsviçrelilerin belki üzerinde bile duramayacakları sıradan bir cümleyi bize uyarlamak için ne kadar zorlandım! Çünkü bizim ülkemizde en çok vergiyi asgari ücretliler veriyor ya, çünkü bizim ülkemizde kimi zaman işçi patrondan daha çok vergi ödüyor ya, çünkü bizim ülkemizde bırakın kendi mesai saatini kendin belirlemeyi, izin alana bile kötü gözle bakılıyor ya, çünkü bizim ülkemizde fazla mesaiye kalmayanı işten atıyorlar ya, ne bileyim işte kafam basmadı, anlayamadım İsviçre'nin sistemini!

Biz hâlâ ödediğimiz vergilerin nereye harcandığı konusunda emin değiliz ya, anlayamıyorum ben onların sistemini, mesela her mahallede parasız kreş falan diyordu, gerisini dinlemek bile istemedim...

Bu güneşli pazar sabahında akıllara kıskançlık gibi negatif bir duyguyu getirmeyi planlamadım gerçekten de, ama işte insanın aklı karışıyor ister istemez, film repliği gibi ;

...Onlara var da bize yoh mi? “ diyesi geliyor insanın!

Kalın sağlıcakla...


Devamını Oku

5 Nisan 2015 Pazar

Suçluları buldum!


Tepeden bakan insanlara olan kızgınlığımın temel iki nedenini çözdüm bu sabah!

Birinci suçlu insanlar değil, insanların yaptıkları işlermiş, ikinci suçlu da Türkçenin ekleriymiş!

İnsanlar yaptıkları işle var olmaya çalışıyorlar ya, bütün mesele buradaymış meğer...

Anlatıyorum efendim...

yan yana yaşayabiliriz!

Elimde olsa, şirketlerdeki bütün üst düzey yöneticilere bir aylığına onların gözünde değersiz olan işleri yaptırırım, ki anlasınlar sadece kendilerinin değil, herkesin önemli olduğunu!

Mesela genel müdür çaycı olacak, aynı kendisinin müdürken yaptığı gibi "bir çay getirsene" diyecekler ona, nezaket yok, rica yok, teşekkür tabii ki yok. Müşteri temsilcisi ofisboy olacak, müşteriyle görüştüğü için kendisini kaf dağında görürken birden “şu fotokopiyi hemen çek, ne biçim çekmişsin bir daha çek, oğlum sen laftan anlamaz mısın, adam gibi çek!” diyecekler. 
Muhasebeci şoför olacak, "bankaya git, oyalanma, parayı çek, şunu yap, bunu yap!" diye emrettikleri şoförler gibi birileri de onlara emirler yağdıracak...
Başbakan lağım temizleyecek mesela, önünde ceket ilikleyenler kokusundan yanına bile yaklaşamayacaklar, cumhurbaşkanı sabah 5'te kalkıp çöpleri toplayacak, içişleri bakanı gişede bilet satacak. Fazla da yorum yapamıyorum bu paragrafa, hakaret davası falan açarlar maazallah! Cumhurbaşkanına “çöpçü” demekten 2 yıl hapis cezası alan var mıydı sahi, olmuştur çünkü, olabilir de, olmayacak diye bir şey yok!

e-şi-tiz! nokta..


Daha da uzatmama gerek yok, ilkokul seviyesinde anlattım farkındaysanız.

Eşitiz işte, kendini bir şey sanmaman için ille de böyle basitçe bir anlatım mı istiyordun? “ demek istiyorum birilerine, onlar maalesef okumaya zaman ayıramayacak kadar meşguller. Blog gibi amatör şeyleri okuduklarını düşünemiyorum bile... O yüzden her zamanki gibi kendi aramızda dertleşiyoruz yine. 

Gelelim Türkçenin suçlarına:

yorsun” ekinden kurtarmak gerek bu anlattığım zavallıları. Mesela sekretere gider,
 “bu paketleri kargoya veriyorsun” “Onu öyle yapmıyorsun” “Bunu böyle yapmıyorsun” bıdı bıdı , bıdı bıdı... Yahu bizim misler gibi “misin, musun” eklerimiz var, kullansana işte, desene mesela “rica etsem bu paketleri kargoya verir misin?” diye... Yok demez, derse otoritesi sarsılır... Şimdiki zaman ekiyle “yapıyorsun, ediyorsun” diyecek ki,  karşı tarafa düşünmek için  zaman bırakmasın. Karşısındaki -kendisinden alt tabaka vatandaş(!)- duyduğunu hemen emir telakki etsin ve uygulasın.

Bir de “ alım, elim” ekleri var ki onların bazen anlamları akıllara zarar bir despotizme varabiliyor.
Mesela üst düzey arkadaş gelir der ki alt düzey olana “Bu dosyayı bundan sonra böyle düzenleyelim” veya der ki “ bu kolileri aşağıya taşıyalım” Şimdi bu söylemden ne anlıyoruz, birlikte yapılacak bir iş var gibi geliyor değil mi? Hayır öyle değil işte fiiliyat.. “Bu kolileri taşıyalım” diyen zat-ı muhterem kenarda elleri belinde beklerken o zavallılar kan ter içinde taşımaya başlar. E desene o zaman be zat-ı muhterem “Ali usta kolileri bir zahmet taşır mısın lütfen?”

Dedim ya, bütün sorun yapılan işlerde ve bu masum görünen ek'lerde! Yoksa hepimiz eşitiz aslında... Ve ben boş yere kızıyorum insanlara...

Sevgiyle...



Devamını Oku

1 Nisan 2015 Çarşamba

Flaş Flaş Flaş! Kesintinin nedenine inanamayacaksınız!

Dün biliyorsunuz 77 ilimizde elektrikler aynı anda kesilmiş, Amerikalıların ancak dizisini izledikleri Revolution'ı hayata geçirmeyi başararak, adımızı tarihe altın harflerle yazdırmıştık.

Enerji Bakanı Ahmet Güneş, biraz önce nihayet ağzından baklayı çıkardı! Ben de belki duymayanlar olmuştur diye açıklamayı hemen size iletmek istedim. Bakın neler dedi:

Sayın ve çok değerli vatandaşlarımız, geçen sene de biliyorsunuz trafoya kedi kaçmış ve elektrikler kesilmişti. Bu seneki kesintiler ise çoook uzaklardan, uzaydan geldi. Evet yanlış duymadınız, uzayda bizi çekemeyen rakiplerimiz, “bu Türkiye denilen ülke nasıl bu kadar yüksek standartlara ulaşır, bunların ilerlemesine bir dur dememiz lazım!” diyerek gelip Ankara'daki şalteri indirmişlerdir. Bunu nereden mi biliyoruz, şalterin yanına bir mektup bırakmışlar. Evet böylece uzaylıların Türkçe konuşabildilerini de öğrenmiş olduk.

Bu arada çok önemli bir bilgiye daha ulaştık. Geçen sene tam da seçim günü trafoya girerek elektriklerin kesilmesine neden olan kediler de meğer uzaylıymış!”

Elbette bu saldırının karşılığını misli ile vermeyi düşünüyoruz, önce şu nükleer santralleri bir kuralım hele!

Nasılsa sizler birer ko... pardon ko-caman insanlarsınız, her zaman olduğu gibi bu dediklerime de inanırsınız, hepinizi sevgiyle kucaklıyorum, siz olmasanız ben de olamam...”


Seneye bugün daha farklı bir haberde görüşmek üzere...


April fools!



Devamını Oku