21 Şubat 2017 Salı

Kadıköy Haldun Taner Sahnesi Mayıs'ta kapanacakmış!

Bu yazıyı ellerim titreyerek ve gözyaşlarıma engel olamayarak yazıyorum. Çünkü az önce aldığım bir haber beni kelimenin tam anlamıyla allak bullak etti:

KADIKÖY HALDUN TANER SAHNESİ MAYIS AYINDA KAPANACAKMIŞ ! (tadilat yapılacakmış!)

Bu resme iyi bakın, belki de bu binayı son görüşünüzdür! Çünkü ben, tadilat yapılacağına ve sahnenin büyütüleceğine inanmıyorum!



Mart ayı biletleri bugün saat 11'de satışa çıkacağı için ben de sabah 8:30 gibi tiyatro gişesine gittim. Tiyatro müdavimlerinden biri “Mart, nisan iki ayımız kaldı; zaten mayısta bina boşaltılıyormuş. Burada çalışanları da başka sahnelere dağıtacaklarmış” dedi. O an gözyaşlarım gözümü ısıtmaya başladı. “Belki tadilat olur, yeni sezona yetişir!” dedim bütün iyi niyetimle... “Hayır” dediler, “En az iki sene sürecekmiş inşaat!”

İşte o an ağlamaya başladım. “Ama bu sahne çok küçük, büyük oyunlar buraya gelemiyor. Üsküdar sahnesini de yıkmışlardı, şimdi büyük bir sahne yaptılar “ dedi en müdavim izleyicilerden biri. Tam da o sırada yanımızdan büyük oyuncu Mazlum Kiper geçiyordu... Sanırım bu duygusal an, benim de hafızama böyle kazındı...

Ama" dedim, "burası tarihi eser değil mi, nasıl yıkılabilir tarihi eser?” 1969 yılında dünyanın dördüncü büyük sanat merkezi olarak hizmete giren ve 2008'den bu yana tam 10 senedir tadilat nedeniyle kapalı olan Taksim'deki Atatürk Kültür Merkezi gibi mi olacak yani Haldun Taner Sahnesi'nin sonu da!

Kalbim sıkıştı, orada daha fazla duramadım, attım kendimi sokağa... Şakaklarım zonklayarak eve gedim, bu yazıyı yazmak istedim... Zaten uzun süredir düşünüyordum, bu bina neden bu kadar bakımsız; neden boyası, dış temizliği yapılmıyor diye. Demek plan başkaymış! Ama nasıl olur, hala aklım almıyor, hala yüreğim kabul etmiyor! Yoksa yerine bir... Off düşünmesi bile ürkütücü!

Haldun Taner Sahnesi sadece bir tiyatro sahnesi değil ki, toplumsal bellekte yer etmiş bir simge orası... Aynı “Boğa” gibi, insanların önünde buluştuğu bir simge... Yanında dizilen çiçekçileriyle, estetik binasıyla bir güzellik... Mesele sahnenin yetersiz oluşuysa eğer, dokunmazsınız Haldun Taner'e, yaparsınız yeni bir bina başka bir yere... Yok ben bu konuda iyi niyetli düşünemiyorum... 



Açtım bina hakkında yazılanlara baktım:
1927 yılında yapılmış bu bina, 90 yaşına gelmiş günümüzde... Kadıköy Meydanı'nı simgeleyen üç neoklasik yapıdan biriymiş. Önceleri hal binasıyken 1984'de kültür merkezine dönüştürülmüş. Üst katında Devlet konservatuvarı var...”

.............................

Benim üzüntüm sadece sahnenin kapanacak olması yüzünden değil; benim üzüntüm anıların, alışkanlıkların, güzelliğe dair bir şeylerin daha yok edilmek istenmesi yüzünden...

Bir mucize olsun, lütfen; lütfen bir mucize olsun...

GÜNCELLEME- 1 : (saat 12:01) Tekrar gittim gişeye, konu açılınca sırada bekleyen yaşlı bir tiyatro izleyicisi şöyle dedi: " Madem bu bina eskidi diye kapanıyor, o halde biz yaşlıları da öldürsünler, aynı şey!"  Ürperdim...

GÜNCELLEME - 2 : Güya binanın tamamı değil, bir kısmı yıkılıp sahne büyütülecekmiş! Hatırlarsanız AKM de Avrupa'nın en büyük opera sahnesi oluyordu!

GÜNCELLEME - 3 : (09/03/2017) Şehir Tiyatroları'na ve İBB'ye yazdığım onlarca tweet'e bir tane bile yanıt alamadım. Fakat dün konuştuğum insanlar, salonun tadilata gireceğine dair duyumlarını benimle paylaştılar. Tiyatroda çalışan iki yönetmen de oraya bir tiyatro kompleksi yapılacağından, ciddi bir tadilat olacağını söylemi arkadaşlara. Fakat projeyi nedense kimse basına açıklamıyor...

GÜNCELLEME - 4 : ( 10/02/2017)

Nihayet tweet'lerime aşağıdaki gibi bir yanıt geldi. Projelendirmenin devam ettiğini, inşaat ile ilgili net bir tarih olmadığını belirtmişler. Tiyatroda çalışan benim konuştuğu herkes Mayıs-2017 demişti. Umarım bu resmi yanıt doğrudur, umarım tiyatromuz uzun süreli bir tadilata girmez. Mayıs'da göreceğiz. 



Devamını Oku

11 Şubat 2017 Cumartesi

Oyunda silah patlayacak mı?

Bu akşam Livingroom sahnesinde Mavi adlı oyunu izledim. Psikolojik gerilim olduğunu bilmeden gittim oyuna, bilseydim gitmezdim. Zaten hayatımızın her yanı psikolojik, her yanı gerilim; bir de oyuna gidip niye gerileyim ki... Neyse oldu bir kere, bu da değişik bir deneyimdi diyelim.
Küçük sahnelerde kuru sıkı silah kullanılmasını sevmiyorum. Oyuncu, izleyicilerin arasında elinde silahla dolaşırken"keşke bitse de kurtulsam" diye düşündum. Zaten kenarda oturuyorum, bir ara silahını bana doğrulttu, "biran önce uzaklaşsa yanımdan" diye kendi kendimi yedim bitirdim. Hayır salon da küçük, çıksan çıkamazsın ayıp olur... "Geldik bir kere mecbur katlanacağız artık" dedim. İşin absürt tarafı ise, en öndeki yaşlı abinin olmadık yerlerde biraz çekingen de olsa gülmesi oldu. Aslında O'nu çok iyi anladım. Zira o kadar sıkıldı ki, istemsizce gülme ihtiyacı hissetti. Yoksa oyunda gülünecek bir şey yoktu. Adı üstünde, “psikolojik gerilim”
Bence oyuncuların sahne sınırlarından çıkıp seyircilerin arasına dalarak, üstelik onların gözünün içine baka baka silah doğrultmaları ve bu şekilde gerilim yaratmaları sanki biraz kolaya kaçmak gibi... Büyük sahnelerde silah patlamasını izleyici tolere edebiliyor, ama küçük sahnelerde o çıkan ses ve barut kokusu insanı gerçekten rahatsız ediyor. Oyunun başında “kuru sıkı silah atılacaktır, dikkatinize” diye anons yapıyorlar genelde. Daha da kötü oluyor benim açımdan bu durum. Gergin bir şekilde bekliyorum, şu silah patlasa da bir rahat etsem diye... Dışarıda bunca şiddet varken, insan ister istemez oyundaki kuru sıkıya bile katlanamıyor.
Bir de “Mavi” adlı oyundaki inişli çıkışlı ses tonlarını sevmedim. Durağan giden metinde aniden oyuncuların seslerini yükseltmeleri, bence bütünün içinde çok sırıtıyordu. Nasıl desem, sanki şarkı söylerken aniden detone olmak gibi... İnsan sinirliyse anlık ses yükseltmez, sesini yükselttiyse de bir süre öyle devam eder. Aniden tekrar yumuşak tona geçmez. Yani bence böyle, yönetmen demek ki benden farklı düşünmüş.
Elbette emeğe saygım sonsuz. Ama gerek metin, gerekse oyunculuklar bana hiç hitap etmedi. Doktor rolündeki Şahin Sancak daha iyiydi ama hasta rolündeki Can Yaman'ın yürüyüşünden ses tonlamasına kadar her şeyini yapay buldum. Belki de gerilim sevmediğim içindir ama; dışarıya çıkınca oyun bittiği için gerçekten çok mutlu oldum. Sıcağı sıcağına bu yazıyı yazarken de hala gülesim geliyor kendi halime. Ne işim vardı benim psikolojik gerilimde... Üstelik dünyaya pembe gözlüklerle bakmak için kendimi zorladığım bu günlerde...
Gerçek hayatın değerini anlaması için insanın bazen kendine hitap etmeyen oyunlar izlemesi de gerekiyormuş! Oyundan çıkınca ne referandum, ne de başka khk'lar gözüme kötü göründü. “Oh be, nefes alıyorum” dedim...
Kendime not-1 : Psikolojik gerilim olayına hiç girme!
Kendime not-2 : Gireceksen de aç tiyatroya sor; "oyunda silah patlayacak mı?"

Kendime not-3 : Ne olursa olsun, tiyatro güzel bir şey, asla vazgeçme! 



Devamını Oku

1 Şubat 2017 Çarşamba

Gitmek mi zor, kalmak mı...

Bir şey söylemek için kapıyı çalan komşum da pasaporta başvurduğunu söyleyince, kalakaldım. Daha 2 buçuk yaşında olan çocuğuna bu ülkede gelecek göremediğinden bahsetti. 1989 yılında Bulgaristan'daki zulümden kaçmak için Türkiye'ye geldiklerinde, babasının toprağı öptüğünü anımsıyor. O zamanlar 7-8 yaşlarındaymış. Yaklaşık 600.000 göç olmuş o günlerde ülkemize Bulgaristan'dan. Ne için, huzur için... İroniye bakın ki, o tarihlerde çocuk olanlar, şimdi tersine göç etmeye çalışıyorlar! Ne için, huzur için... Bulgaristan artık Avrupa Birliği üyesi. Huzurlu, az parayla yaşanabilen, enflasyonu olmayan, doğası korunan, yeşili korunan bir ülke. Aradan geçen sadece 28 sene! Tarih için 28 yıl nedir; küçücük bir nokta. Bu kadar kısa sürede neler olduğunu düşününce insan ürperiyor...

Biz eskiden de kötü şeyler yaşadık bu ülkede. 12 Eylül döneminde birçok insan kaçtı yurtdışına. Ama onların çoğu göz önündeki insanlardı; sanatçılardı, müzisyenlerdi, yazarlardı, ve çoğu aranıyordu. Ama ya şimdi... Şimdilerde gitmek isteyenler sıradan vatandaşlar. Ne aranıyorlar, ne de sabıkaları var... Sadece bu topraklarda artık kendilerine güzel bir gelecek göremiyorlar; çocuklarına güvenli ve huzurlu bir dünya kuramamaktan endişe ediyorlar.



Gidenlerin sosyal medya hesaplarına bakıyorum da... Ne bombalar var, ne çatışmalar var, ne işsizlik var, ne parasızlık var, ne çaresizlik var, ne de umutsuzluk var... İsviçre'deki arkadaşım çocuğunu bedava mahalle kreşine gönderip haftada 15-20 saat çalışarak bisikletle Avrupa turları yapıyor. Avustralya'ya giden blogger arkadaşım insanların ne kadar kaygısız olduklarından ve işe bile parmak arası terliklerle gittiklerinden bahsediyor. Avustralya'da yaşayan bir başka arkadaşım, evinin bahçesine diktiği, büyümekte olan yeşil domateslerin coşkusunu paylaştı en son yazdığı mesajda... İngiltere'deki arkadaşım, gittiği operalardan, tiyatrolardan söz ediyor. En son Çin yeni yılını kutlamışlar coşku içinde. Girip internete geziyorum çeşitli ülkelerde... Yok arkadaş, dışarıda gerçekten farklı bir dünya var...

Ha gidenlerin mutsuzlukları yok mu? Var elbette; vatan hasreti çekiyorlar. İnce belli bardaktan çay içmeyi ve çayın yanındaki doyumsuz muhabbeti özlüyorlar mesela. Ya da Akdeniz'in sıcağını, ya da Sariyer böreğini, kuru fasulyeyi özlüyorlar... Elbette dostlarını ve ana dillerini özlüyorlar...

Biz de huzuru özlüyoruz. Seçim yapma hakkı verselerdi, ince belli bardaktan çay içerek ne olacak bu memleketin hali diye hayıflanmayı mı, yoksa geleceğe güvenle bakmayı mı tercih ederdi insan...

Kafamda deli sorular...


Devamını Oku