9 Ekim 2021 Cumartesi

Rakı Abi’nin Dönüşü

Hastanede yatan bir arkadaşımla periyodik olarak her gün konuşuyoruz. “Camdan bakıyorum” dedi geçen gün. “Ne görüyorsun?” diye sordum. Geniş bir avlu, güzel güzel ağaçlar ve bol yeşilli manzarasından bahsetti. Sonra ben de anlatmaya başladım:

Camdan baktığımda karşı apartmanın üçüncü katında “Rakı Abi”nin son bir aydır tadilat yaptırdığı evini görüyorum. Galiba dokuz on senedir yoktu Rakı Abi. Park yeri bulamadığı için bir gün kafasına esmiş, gül gibi evini aniden bırakıp Koşuyolu’ndaki bahçeli, otoparklı güzel evlerden birine taşınmıştı. Oysa mahallede evine gittiğim nadir insanlardan biriydi kendisi. O yüzden taşındıkları için üzülmüştüm. Evine gittiğim dediğime bakma sen. Bir kere gittim hepi topu; kızından piyano dinlemek için. Çok da güzel çalmıştı. Sahi adı neydi?  Bira içmiştik birer tane de.  Benim gibi komşusevmez, evgezmesi yapmaz birisi için büyük olaydı tabii ki…

 Her akşam camın önünde oturur, elinde rakı kadehi ile bakkala ve alt kattaki kendine benzeyen kişiye espriler yapardı. Galiba kavun da olurdu önünde eşlikçi olarak, belki de biraz beyaz peynir. Tam anımsayamıyorum şimdi. Bazen klasik müzik açardı yüksek sesle. Bazen de o zamanlar liseye giden kızının çaldığı piyanoyu dinlerdik.

Rakı Abi (Temsili)
Ben de cd çalardan Pera Klasikleri dinlerdim çokça. Demek biraz yüksek sesle dinlemişsem… Rakı Abi ile bu müzikler sayesinde tanışmıştık camdan cama. Bana Vivaldi, Bach, Mozart eserleri olan cd’lerini vermiştı kopyalamam için. Sahi cd dinliyorduk o zamanlar. Vay be, ne değişik geliyor şimdi!

Bildiğim kadarıyla Rakı Abi’nin bir karısı varmış ve  çok sık seyahat ediyormuş. Detayını bilmiyorum; bildiğim tek şey, kendisiyle hiç karşılaşmadığım.

Mahallenin bakkalından duyduğuma göre bu aralar kızını evlendiriyormuş, Koşuyolu’ndaki evi de kızına hediye etmiş. Tadilat yaptırıp eski evine bu yüzden taşınacakmış karısıyla birlikte.

Rakı Abi’nin alt katında Arzu ve annesi oturuyor. Evin babasını ben hiç görmedim. Ben bu mahalleye taşınmadan önce göçüp gitmiş bu dünyadan. Bir de erkek kardeşi vardı Arzu’nun. Rakı Abi ile akşamları camdan cama altlı üstlü içerlerdi. İkisinin de kafası kel demeyeyim de -saçsız- olduğu için karıştırıyordum ilk zamanlar.

 “Ya” diyordum kendi kendime; “Rakı Abi’den iki tane mi var?”

 Belki inanmayacaksın ama, epey bir süre sonra ayırt ettim ikisinin farklı kişiler olduğunu!  İtiraf edeyim; alt kattakine pek de kanım kaynamadığı için O’na asla “Rakı Abi” demedim. Sanki düzenin adamı gibi bir havası vardı. Ne bileyim, demek ki içimden gelmemiş. Bundan beş altı sene önce ben tatile gitmişken bir de öğrendim ki bu alt kattaki “Çakma Rakı Abi” evlenip başka bir semte taşınmış. Arzu ve annesi de böylece yalnız kalmışlar.

 Arzu ve annesini sonra geniş geniş anlatırım söz.

Ben aslında şunları merak ediyorum:

 Bunca yıl sonra mahalleye geri döndüğünde Rakı Abi yine camda rakısını içecek mi? Daha doğrusu hep içebilecek mi? Mesela on sene önce televizyonda rakı görüntüsüne sansür yoktu. Acaba Rakı Abi günümüze ayak uydurup rakısını sansürler mi? 

Adana Rakı Festivali’nin adının bile “Adana Lezzet Festivali” ne dönüştüğü bu extraordinary zamanlarda, yeni hikayeler anlatırken acaba “Rakı Abi”’ye “Ayran Abi” demek zorunda kalır mıyım?  (dağlara taşlara diyeyim üç kere tahtaya vurayım)

Belki de Rakı Abi’nin mahalleye dönüşü Evren’den bir işarettir olamaz mı yani?

Devamını Oku

3 Ekim 2021 Pazar

Oradan Buradan Şuradan Ortaya Karışık...

Bloga iki satır yazmadan kocaman yaz geçti. Yuh olsun bana! Hani benim için yazmak yaşamaktı! Madem öyleydi, o zaman şu bitmekte olan 2021 yazını yaşanmamış mı sayacağım? İki seçenek var…Ya kocaman yaz geçerken ben gerçekten yaşamadım; ya da yaşadıklarımı ve düşündüklerimi yazmadığım için yaşadım dememeliyim! Şimdi diyeceksiniz ki pazar pazar kafa ütülüyorsun! Giysi ütülemenin bile başlı başına saçmalık olduğunu düşünen ben, “kafa ütüleme” deyiminin derinlerine girersem şimdi hiç çıkamam işin içinden ve sizler de eminim bu ilk paragrafı bitirmeden blogdan koşarcasına kaçarsınız. Bence bunu birbirimize yapmayalım. Birbirimizi üzmeyelim, yani ne ben “kafa ütüleyeyim”, ne de sizler, blogdan kaçıp gitmeyin.

O zaman oradan buradan laflayalım biraz, maksat soğuyan aralar ısınsın.

Müze Gazhane'de Veba Oyunu


Uzun bir aradan sonra dün akşam ilk defa Şehir Tiyatroları’ndan oyun izledim. Yeni bir sahnede. Müze Gazhane. Kocaman bir kültür kampüsü gibi olmuş burası. Bahçesine girer girmez sanatın o büyülü enerjisini hissettim, içim ısındı. İçindeki geniş meydanda Akbank Caz Festivali kapsamında konser vardı. Yerlere minderler atmışlar, ne hoş ortam. Biraz yürüyünce sağda kütüphane,  ileride belediyenin iki kafesi, müze binaları, iki tane tiyatro sahnesi, açık alanda  modern heykeller, ağaçlar, gençler, cıvıltılar… “Böyle bir yerde ne güzel otopark olurdu, yanına da avm kondurulurdu!” diye düşünenler bana kızma özgürlüklerini kullanabilirler. Çünkü “Helal olsun belediyeye!” demek istiyorum ben. Demem o ki pek bir içim açıldı.



Gelelim oyuna. Albert Camus’nun ünlü eseri Veba’nın modern bir yorumuydu… Evet emeğe saygı diye başlamak istiyorum. Yeni Genel Sanat Yönetmeni pandemi sürecinde “Minimal Sezon” diye açtı kapılarını. Afişler siyah beyaz,  ödenekli tiyatrolarda alıştığımız güzel dekorlar ve kostümler yok.

Sahnede fonksiyonel kullanılan iki beyaz masa, birkaç mikrofon, beş altı tane beyaz sandalye, bir yangın kovası, iki askı- üzerinde doktor önlükleri asılı-. Evet bütün dekor bu kadar. Ben salonun solunda oturuyordum, sahnenin sağında yer alan ışıklar da görüş alanımdaydı bu nedenle.

Evet benim sanat eğitimim yok, bilinçli bir tiyatro izleyicisi değilim. Ortalama izleyici sınıfındayım. Gözlemlerimi bu parantezde algılayın lütfen. Bu girizgahtan sonra artık itiraf edebilirim. Dün akşam sanki tiyatro izlemedim de okuma tiyatrosuna gitmiş gibi hissettim. Yani oyunu izlemeyip sadece dinleseydim de bendeki etkisi aynı olurdu. Hatta ara ara oyuna değil de  açık oturuma gelmiş gibiydim. Sıfır dekor, çok az müzik, biraz ışık, durağan akış, ee hani nerede büyük büyük laflar eden, insanı düşünmeye hayal kurmaya sürükleyen tiyatro büyüsü… Soyut anlatım diyorlar sanırım buna. Bu kadar hayal gücü kullanacaksam kitap okurum, niye tiyatroya gideyim ki! Tekrar altını çiziyorum; içinizde bu konuda uzman olan varsa lütfen bana kızmasın, kişisel yorumumdur.

Ben, oyundan hiç ama hiç zevk almadım!

Neyse işte, zaten oyuna konsantre olamamışım, bir de dışarıdaki caz konserinden çok az da olsa ses duyulmaz mı… Ne yalan söyleyeyim, bu oyunda 90 dakika zaman kaybedeceğime dışarıda soğuk da olsa müzik dinlemeyi tercih ederdim…




Pandemik Günler

Gelelim pandemik günlere… Bildiğiniz gibi, yani karman çorman geçmeye devam ediyor. İki Biontech aşımı oldum, her ne kadar aklımdan “kapitalizm hastalıklar yaratıp ilaçlar satıyor” cümleleri geçse de, bilim insanlarına güvenmek zorundayım. Alternatifim mi var sanki…

Her şey değişiyor

Hem pandemiden, hem de bilindik nedenlerden ötürü her şey değişiyor. Yumruk tokuşturarak selamlaşıyoruz mesela. Ben sevmiyorum gerçi bunu ama karşılık vermemek de olmuyor.

Hayatımız oldu “gönder gelsin, getir gelsin, hepsi ekspres, yemek sepeti var var, trendyol" Ne bileyim; böyle şeyler işte. Pandemide evden çıkamayanlara hizmet etmek gibi gayet masum bir amaçla yola çıktılar. Ama şu an, “Mahallenizdeki en yakın marketten alıp size getiriyoruz” sloganıyla küçük işletmelerin kazançlarından komisyon apartma derdine düştüler. Oysa bakkalın çırağı vardı, camlardan sarkıtılan sepetler vardı. Bak demedi demeyin; bunlar yakında bakkallara özenip veresiye defteri de tutmaya başlarlar. Tabii ki küçücük bir komisyon karşılığında…

Hayır  cidden anlamıyorum. Her şeyi satan, bunlara aracılık eden, aracının aracısının aracısı olanlar; üretici  ve emekçiler bu şekilde ezilmeye devam ettiği sürece  ileride satacak bir şey kalmayacağını düşünemiyor mu?

Geçenlerde bir video gördüm. Kadın yeni  ortaya çıkan görgüsüz zengin kitleden. Aynen şöyle diyor mikrofona:

“Biz lüksün yokluğunu çekiyoruz. Ben Çekmeköy^den Kadıköy’e kadar baktım, hiçbir yerde lüks  kiralık araba bulamadım! Iphone 16 için kuyruğa girmek zorunda kalıyoruz. Evet fakir de var doğru ama biz zaten onlara yardım ediyoruz…”

Aynen böyle dedi abla, gidişattan aşırı memnun, yüzü gülücük saçıyor. 20 sene önce  böyle miydi, ne kadar geliştik falan diye de ekledi.

Adeta ülkemizin geldiği noktayı özetledi zavallı mağdure (!)

Öte yandan herkes bir dikiş tutturdu gidiyor, bakalım nereye kadar. Mesela mizahına hayran olduğumuz Gülse Birsel bile sosyal medyasında “Hepsi Burada” için çalışıyor. Her şey, ama her şey sahte artık.

Bütün bu hengamede değişmeyen tek şey var. Şimdi bazılarınız “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” klişesini geçiriyorsunuz içinizden ama ters köşe oldunuz. Çünkü ben onu söylemeyeceğim. Değişmeyen tek şey bence iş hayatındaki arsız, hırsız, yalancı, entrikacı tiplerin dürüstçe çalışan insanlardan daha çok kazanması ve değer görmesi… Harbiden bu salak durum hiç ama hiç değişmiyor… İçimdeki “nalet olası” adalet duygusu zedelendikçe zedeleniyor, zedelendikçe zedeleniyor. “Aman sana ne” diyebilsem, belki huzura ereceğim ama nerde bende o genişlik…

Velhasıl-ı kelam, eskiler nasıl derler,  bir oradan bir buradan söyleştik işte. En azından bunca aradan sonra biraz birbirimize ısınmış olduk. Bugünlük benden bu kadar. Umarım en kısa zamanda bu kadar karman çorman olmayan güncel yazılarıma devam edebilirim.

Kalın sağlıcakla, sevgiyle, umutla. Hem de her şeye rağmen! 

 

Devamını Oku