Sezonun ilk oyununu izledim geçen gün. Adı Yenilmez.
Oyun, Müze Gazhane’deydi. Salona
girdik. Sahnede boş bir evin dış çeperlerini andıran bir ışıklandırma vardı
sadece. Hani çocukken yaptığımız ev
resimleri var ya, aynı öyle… Boş bir
çerçeve gibi düşünün.
İlk anda dekorsuz bir oyun diye
yorumladım. Ama seyircilerin büyük bir kısmı koltuklarına oturduktan sonra, çok sevdiğim “Oyunun
başlamasına 10 dakika var” anonsunun hemen ardından; o boş ev dolmaya ve anlam
kazanmaya başladı.
Bazı izleyiciler, “Dekoru yerleştirmeye neden geç kalmışlar?” diye düşünmüş olabilir. Oysa oyun tam da o anda
yaşanıyordu. Sahneye koltukları getirdiler; sonra masayı, sandalyeyi, kütüphaneyi… Oyunculardan
biri, kütüphaneye kitapları yerleştirdi yavaş yavaş. Henüz salonda ışıklar
kapanmamış, oyun görünürde başlamamıştı; oysa oyunun içindeydik…
Boş bir çerçeveden ibaret olan eve
bir çift taşınıyordu ve o boş çerçeve, yaşanmışlıklara sahne olacaktı az sonra.
Geç Kalanlar ve Geçit oyunlarındaki yönetmenliğini beğendiğim yönetmen Nihat Alpteki’nin bu yorumunu çok beğendim. Işıklar
sönmeden önce başlayan oyunlardan ayrı bir haz alıyorum. Böylesi
tanıklıklarımda, yaşamın içinde var olan her şeyin âdeta bir oyun olduğunu ve
bizlerin de “eğer istersek” bu oyunları izlemeyi başarabileceğimizi düşünüyorum
hep.
Oyunun Konusu
Boş eve taşınan çiftimiz Oliver ve
Emily ile tanıştırayım sizi. Oliver, bakanlıkta çalışırken işinden atılmış,
liberal görüşte biri. Partneri Emily ise sosyalist görüşlerinden asla taviz
vermeyen bir ressam. Bu ikisinin sahnede hiç görmediğimiz, içeride uyuduğunu
söyledikleri bir çocukları var, ama evli değiller. Çünkü Emily, kapitalizmin pek
çok kuralına olduğu gibi evliliğe de karşı.
Daha oyun başlarken Emily “barış”
simgeli bayrağı özenle katlıyor.
Sehpanın üzerine Marx’ın Kapital kitabını yerleştiriyor. Oyun boyunca “kitabî”
bir dille yaptığı konuşmalardan, sosyalizm teorisini tabiri caizse “yalayıp
yuttuğunu” anlıyoruz. Duvarda iki soyut tablo var. Sonradan öğreniyoruz ki bu
tabloları Emily yapmış.
Konuşmanın bir yerinde Oliver Emily’ye “Sanki kilisede mi evlenelim diyorum, yine de kabul etmiyorsun!” gibi bir şey söylüyor. Emily’nin tavizsiz bakış açısını daha net anlayabiliyoruz bu sayede. Öyle “sosyalist ki” hesapta; Oliver’in ölmek üzere olan hasta annesinden kalacak mirası bile kabul etmek istemiyor. O parayı ihtiyacı olanlara dağıtma derdinde. Ve gayrı resmî kayınvalidesinin son isteği olan evliliği de asla kabul etmiyor. Oliver ise annesinden kalacak miras ile çocuğuna iyi bir gelecek kurabileceğini düşünüyor.
Oliver daha liberal, daha esnek görünüyor. Emily’ye boyun eğmiş gibi duruşuna başlangıçta anlam veremiyorum. Karşı çıksa da O'nun her isteğini yerine getirmeye çalışmasına şaşırıyorum. Oyun kişilerinin hayat hikayelerini öğrendikçe, bütün bu davranışların nedenleri de anlamlanıyor.
Çiftimiz, Londra’da gayet iyi bir muhitte
yaşarken, gelirleri düşünce İngiltere’nin kuzeyinde, sakin bir kırsala yerleşmeye
karar vermiş. Zaten daha oyun başlamadan, onların yeni evlerine yerleşmelerine tanık olmuştuk.
Komşuları Alan ve Dawn’ı bir akşam çaya davet ediyorlar. Teoride komün yaşamı savunan Emily, aslında insanlarla sosyalleşmekten de pek hoşlanmıyor. Bu daveti atılması gereken zoraki bir adım gibi görüyor.
Ev sahibi Emily ve Oliver'ın şehirli
ve eğitimli olduğunu biliyoruz. Oysa davet ettikleri Alan ve Dawn tam tersi bir çift. Kasabada
doğmuşlar ve eğitimsizler.
Önce Dawn geliyor davete. Kırmızı, göz alıcı, dekolteli
bir kıyafet giymiş. Evin erkeği Oliver’a asılacak kadar samimi… Sonradan gelen
eşi Alan ise futbol fanatiği, elinde bir kasa bira ile misafirliğe gelmiş; kendi göbeğiyle bile dalga geçebilecek rahatlıkta.
Resmî dille konuşan, klasik müzik
dinleyen, alkol kullanmayan ev sahiplerimizin karşısında küfürlü konuşmaktan
çekinmeyen, su gibi bira içen Dawn ve Alan çifti var. Alan, karısının ne kadar
güzel olduğunu fütursuzca söyleyebiliyor. Tam bir tezatla karşı
karşıyayız anlayacağınız.
Ev sahiplerimiz, her ne kadar dolaplarında yıllanmış şaraplar olsa da; içki içmedikleri özellikle belirtiyorlar. Bunun altında yatan trajik nedeni daha sonra öğreniyoruz.
Sınıf ve yaşam farkı çok belirgin… Oyun ilerledikçe her iki çiftin kendi içlerinde yaşadıkları sorunlara yakından tanık oluyoruz. Beklenmedik gelişmeler yaşanıyor ve izleme keyfi gittikçe artıyor.
Oyuna gidecekler için “spoiler” vermek istemiyorum. Bu iki çift arasında olaylar yer yer komedi, yer yer dramatik ögelerle gelişiyor. Mesela sarhoş olma sahnesinde gülünüyor, bazı sahnelerde ise hüzün var.
Oyun kişilerinin hayatlarına
katman katman dahil oluyoruz. Nefis bir metin, iki perdeli yaklaşık iki saat süren oyun hiç sıkılmadan akıp geçiyor…
Peki oyunun adı neden Yenilmez?
Çünkü Alan’ın kedisinin adı Yenilmez!
Özetle farklı sınıflara ait iki çiftin
yaşamlarına tanık oluyoruz oyun boyunca. Çelişkileri, sorunları, aşkları,
duyguları…
Oyunun sonunda ise dekor ilk sahnenin tersine toplanıyor ve o evin sadece dış çeperlerini gösteren ışıklar kalıyor geride.
Çok güzel bir oyun bence. Hemen hemen tüm oyunlarını izlediğim için ancak kasım ayında gidebildiğim Şehir Tiyatroları iyi ki var! Özel tiyatrolar biliyorsunuz artan bilet fiyatlarıyla orta sınıftan giderek uzaklaşırken Şehir Tiyatroları çölde vaha gibi...
Oliver rolündeki Gökçer Genç’i Şehir Tiyatroları’nda İngiliz oyunları Yatak
Odası Komedisi ve Aldatma, Fransız oyunu Uzlaşma’dan biliyor ve severek takip
ediyorum. Sanatçıyı İngiliz ve Fransız oyunlarına çok yakıştırıyorum; ki bu oyun da İngiliz yazar Torben Betz’e ait. Yüz hatları ve vücut dilinden midir nedir bilmiyorum, kendisini izlerken bir
Türk oyuncuyu değil; sahici bir İngiliz ya da Fransızı izliyor gibi hissediyorum.
Alan rolündeki Tankut Yıldız’ı özellikle Öldün Duydun Mu’dan hatırlıyorum. İyi bir komedi oyuncusu bence. Yenilmez’de de çok başarılı.
Emily rolündeki Nurdan Kalınağa ve Dawn rolündeki Gizem Akkuş da gayet başarılılar.
2014’de yazılmış, görece yeni olan metin; iyi organize edilmiş, akıcı ve evrensel. Yeni bir oyun olmasına rağmen 10’dan fazla ülkede oynanması zaten başarısının kanıtı. Türkiye’de ise ilk kez Şehir Tiyatroları’nda oynanıyor. Bu seçim için kendilerini tebrik ediyor ve iyi ki gitmişim diyorum.
Oyun sonrasında sorguladığım ilk şey şuydu:
İnsanların, kendilerini anlatırken
tanımladıkları ideolojik kimlikleri ne kadar gerçek?
Keskin bir sosyalist olarak kendini tanımlayan Emily, kasabaya yerleşirken halkın katılacağı sanat enstitüsü gibi bir şey açmayı hayal ediyordu. Ama komşusu Alan’ın büyük bir tutkuyla çizdiği resimleri son derece kırıcı ve hatta yıkıcı bir şekilde eleştirirken aslında kimdi? Üstten bakan tavrı ile eşitliği savunması arasındaki çelişki nasıl açıklanabilir? Konfor ve hatta ciddi bir zenginlik içinde yaşarken, kendilerini ateşli bir sosyalist olarak tanımlayan tanıdıklarım geldi aklıma. Hangisi gerçek? Yaşananlar mı, savunulanlar mı?
Oyundaki sıradan kişinin askere giden oğlu için “Neden zenginlerin değil de bizim çocuklarımız ölüyor savaşlarda” çığlığı bir de… Neden birilerinin umutları, aileleri, çocukları ya da yaptıkları işler diğerlerininkilerden daha değerli oluyor? Eşit ve sınıfsız toplum hiç mi mümkün değil?
Oyunda öyle eleştirdi ki Emily, Alan'ın çizdiği resimleri. En sonunda bütün resimlerini yaktı Alan! Peki eleştirinin sınırları nerede son bulmalı?
Sanat gerçekte nedir? Emily’nin “kendi
duygularını aktardığını” söylediği ve bakan kişilerin ilk etapta
anlamlandıramadığı soyut çizimler sanat kabul edilirken; eğitimsiz Alan’ın sevgiyle çizdiği ve daha anlaşılabilir tablolar neden sanat kabul edilmiyor?
Oyundan çıkarken böyle şeyler düşünüyordum...
Baysan Pamay Anısına;
Geçtiğimiz Eylül ayında Baysan
Pamay’ı kaybettik. Tiyatro izleyen hemen hemen herkesin bildiği, sevgili Baysan
Abi, senede 300’e yakın oyun izleyen çok özel biriydi. Hatta TRT-2, O'nun hakkında belgesel bile yapmıştı. Nezaketiyle, bilgisiyle,
zarafetiyle tam bir İstanbul beyefendisiydi.
Ortak oyuncu dostumuz aracılığıyla 2015'de tanışmıştık. Bilet alma
kuyruklarında sık sık karşılaşırdık. Oyunlar hakkında çokça bilgi alırdım
kendisinden.
Salona girdiğimde Baysan Abi geldi
aklıma. İlk kez “O’nun izlemediği bir oyuna geldim” diye düşündüm…
Bu oyunu Baysan Abi adına da izleyeceğim dedim kendi kendime.
O’nun lafı ile kapatayım yazıyı:
"Çok Yaşa Tiyatro!"
feshanede gazhanede ne çok etkinlik var yaa. denizin şarkısı da oraları anlatmıştı son günlerde :)
YanıtlaSilEvet, hep var; ben sadece oyunlara gidiyorum :)
SilKesinlikle ve enfes bir "Çok Yaşa Tiyatro!" yazısıydı, ellerine sağlık. Okumadım yaşadım desem yeridir.:)
YanıtlaSilBeğenmenize çok sevindim 🙏 Sevgiler 🥰🌺
Sil