31 Temmuz 2014 Perşembe

Kadınlar için gülme kabinleri olsun!

Gündemi takip etmeyeceğim, politikacıların ne söylediğine asla aldırmayacağım demiştim güya. Nasıl olduysa oldu, kulağıma çalındı bir şekilde o demeç:

Kadınlar iffetli olacak, herkesin içinde kahkaha atmayacak, yüzüne bakınca yüzü kızaracak..”

demiş bir devlet büyüğümüz. Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacaksa nerede kahkaha atacak sayın büyüğüm diye sormak istiyorum ben de.. Mesela toplum içinde bir kadının çok gülesi geldiyse ne yapacak? Kahkahasını içinde patlatırsa iç organları zarar görmez mi? Ağzını yüzünü kapatıp hemen sessiz sakin bir yere gidip orada gülüp geri mi gelecek? Her sokakta dört tarafı kapalı kadınlar için gülme kabinleri yaparsanız, en azından gülecek yer aramak zorunda kalmayız sayın büyüğüm, bu önerimi bir düşünün isterseniz. Toki açar ihaleyi, yapacak şirket çok nasılsa, ne olacak ki sanki!


İyi de iş biraz karışıyor.. Mesela kadınlar sinemalarda komedi filmlerine gitmeyecek de sadece belgesel ve dram mı izleyecek? Cem Yılmaz'ı ne yapacağız o zaman? Yüzlerce lira sayıp Cem Yılmaz gösterisine gitsek eskaza, orada biz kadınlara ayrıcalık olacak mı, Cem Yılmaz istisnası var mı yani? Yoksa orada da mı gülmek, kahkaha atmak yasak olacak? Belki de kadınlar ve erkekleri ayrı ayrı oturturlar o zaman rahatça gülebiliriz. İyi de büyüğümüz, “kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak” demiş, “kadınlar arasındayken yasak yok” dememiş ki! Şimdi benim kafam iyice karıştı; rica etsem sayın büyüğüm, bir açıklayabilir misiniz kesin kurallar nedir? Nerede gülebiliyorum, nerede kahkaha atabiliyorum? Yani bileyim de yanlış bir şey yapmayayım sonra...

Bir kahkaha bir kilo pirzolaya bedeldir” diye bir atasözümüz vardır bilirsiniz. Yani gülmenin, içten bir kahkahanın ne kadar sağlığa yararlı olduğunu, bağışıklık sistemimizi güçlendirdiğini, stres hormonlarını azalttığını anlatır bu söz. Hal böyleyken sayın büyüğüm, biz kadınların sağlıklarına da müdahalede bulunmuyor musunuz şimdi.. Ama alınıyorum bakın, bizi sevmiyor musunuz yani şimdi siz, hasta mı olalım istiyorsunuz...

Ne yapalım, bütün gün gülmemiz gelince biriktirelim, sonra da eve gelince patlatalım bir kahkaha öyle mi? Aslında çözüm belli.. Kadınlar olarak eğer herkesin içine çıkmazsak bir sorunumuz da kalmaz. Yani çalışmazsak, evde oturursak, sadece konu komşu, eş dost akraba ile görüşürsek, kahkahalarımızı da başkalarının yanında atmamış oluruz. Tabi ya, ben bunu niye düşünemedim ki baştan..! Ne o öyle kadın erkek karışık iş yerlerinde çalışmalar, çay saatlerinde dedikodu yapıp kahkahalar atmalar.. Kadın dediğin oturur evinde çocuk bakar... Sayın büyüğüm sizi şimdi çok daha iyi anlıyorum, ne derin bir insansınız..


Sayın büyüğüm, “kadınlar herkesin içinde kahkaha atmayacak” demekle kalmamış, bir de “kadınlar hareketlerinde cazibedar olmayacak” demiş. “Cazibedar” nedir diye araştırdım, “Alımlı, çekici, albenili” demekmiş. 
 Ya bu kadın milleti de ne yapsa suç arkadaş, kimseye yaranamıyoruz!
Azıcık kendimizi salsak, birileri çıkıyor “Çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır. Hemen ürünlerimizi kullan, güzelleş, bak sonra karışmam haa!” deyip bize bir şeyler satmaya çalışıyor. Birileri çıkıyor, “kadın dediğin cazibedar olmayacak, tek kaş dolaşsan daha makbul” anlamına gelen bir şeyler söylüyor. Biz şimdi ne yapalım, nasıl edelim, nerelere gidelim?

Sayın büyüğümü kırmak da istemiyorum, ama kafam da çok karıştı. Rica etsem azıcık detay bilgi verebilir misiniz sayın büyüğüm.. Yani “cazibedar” olmak nedir bir anlatabilir misiniz? Gülümseyebilir miyim mesela, ya gülümserken gamzelerim çıkarsa ne yapayım? İnsanın gamzesi olması da suç mudur? Ayy ben gerçekten stres oldum şimdi...




Sayın büyüğüm ellerinizden hürmetle öpüyorum; bundan sonra kahkaha atmamaya dikkat edeceğim, başka bir arzunuz da var mıydı buyurunuz efendim...



Devamını Oku

30 Temmuz 2014 Çarşamba

"Kurt Seyt ve Shura" kitabı mı, dizisi mi?

Kurt Seyt ve Shura kitabı ve dizisini harmanlayıp yorumlamak istiyorum. Bakalım altından kalkabilecek miyim..

Diziyi ilk bölümden itibaren izledim. Dönem dizileri ilgimi çeker, bunda da  kostümler şahaneydi bana göre, hikaye de güzeldi. Ama bir şeyler rahatsız ediyordu yine de dizide beni, özellikle ilerleyen bölümlerde iyiden iyiye sıkılmaya başlamıştım. Yok yok bu böyle olmayacak dedim, ille de kitabı okumalıyım diye düşündüm. Ne kadar da haklıymışım; 513 sayfalık kitabı tatilimin ilk 5 gününde bitirdim. Kitap o kadar sürükleyiciydi ki, elimden bırakıp havuza girmek, yemek yemek, dolaşmak bile istemiyordum; o derece yani.. Kitap gerçekten de dramatik bir belgesel olarak nitelendirilebilir; mekanlar, olaylar, dönem detayları mükemmel aktarılmış. Kitabı okumanızı baştan şiddetle tavsiye ederek hikayenin kısaca özetini yapayım:

su gibi akan bir kitap..
Kurt Seyt, geniş toprakları olan Kırımlı köklü aile Eminofların 1892 yılında Aluşta'da doğan oğludur. Babası gibi kendisi de Çarlık Rusyasında subaydır; hatta Çar'ın muhafız alayında görev yapar. Çapkındır ve de çok yakışıklıdır.
1916 yılında Kurt Seyt 24 yaşında iken, sapsarı saçları beline kadar uzanan, masmavi gözleri ilk balosuna çıkacağı için heyecandan pırıl pırıl parlayan, henüz 15 yaşındaki Alexandra Julianovna Verjenskaya yani Shura ile tanışır. Hikaye de böyle başlar. Geri planda tarihi gerçeklikler ile bezenmiş romanda, Kırım Aluşta'dan 1924 İstanbuluna kadar uzanan tam 8 senelik bir aşk hikayesini anlatıyor Nermin Bezmen. Öz dedesinin hikayesidir hem de anlattığı.. Sonu acıklı biten gerçek bir aşktır.. Şahane bir kurgu, muhteşem kıvrak bir dil var romanda. Nedense bugüne kadar Nermin Bezmen kitaplarına bir türlü ilgi duymayan beni kıskıvrak yakaladı kitap.. Edebiyat uyarlaması diziler, hele de arka planda tarih varsa ilgimi hep çekmiştir. Her ne kadar hayal kırıklığı da olsa, beni Nermin Bezmen'le tanıştırdığı için dizi yapımcılarına yine de teşekkür etmek istiyorum.


Kitabun tadı bir başka!
Dizide, “Yok artık, gerçek yaşamda böyle bir insan olamaz!” dedirtip beni izlemekten soğutan karakterlerin başında, Birkan Sokullu'nun canlandırdığı Petro Borinsky vardı. Kitabı okuyunca, senaristlerin dizilerde olmazsa olmaz unsur(!) gibi düşündükleri entrikacı karakteri yaratmak için, Petro'yu nasıl da gerçeğin dışında abartarak anlattıklarına tanık oldum. Boşuna rahatsız olmamışım meğerse Petro'dan.. Senariste ve yönetmene kızdım elbette.. Cânım hikayeyi yapay bir hale getirmeyi başardıkları için tabii ki!..


Dizideki kötü adam Petro
Petro Borinsky, Kurt Seyt'in çocukluk arkadaşıdır. Askeri okulda beraber okumuşlar, beraber cepheye gitmişlerdir. Buraya kadar sorun yok. Mesele, dizide Petro'yu hikayenin kötü karakteri yapmak için senarist ve yönetmenin abartılı saçmalamaları..
 Güya cephede savaşırken Petro yanlışlıkla kendi asker arkadaşını bir savaş suçu oluşturacak şekilde vuruyor. Bunu gören Kurt Seyt, askeri disiplini gereği Petro'yu istifaya zorluyor. Petro askerlikten istifa ediyor ama o saatten sonra Kurt Seyt'in baş düşmanı oluyor. O'nu hep kıskanıyor, Seyt'in yüzüne gülüyor ama hep arkasından iş çeviriyor.
 Bakışlarının sinsiliği oyuncu Birkan Sokullu'da o kadar iğreti durmuş ki, Petro sahnelerinin çoğunu seyrederken ne yalan söyleyeyim sıkıntıdan kanal değiştirmişimdir. Senarist ve yönetmen o kadar şişirmiş ki Petro karakterini, Seyt'in başına gelen her kötülüğünün altından O çıkıyor.
 Mesela Seyt cepheden mektup gönderir Shura'ya, ne hikmetse Petro'nun eline geçer mektup, mektubu vermez elbette ve Seyt'in öldüğüne inandırır Shura'yı.  Shura'yı elde etmeye çabalar dizi boyunca Petro, tabii ki sıkıcıdır bütün bu çabaları..  Abartı öyle üst boyuttadır ki, Seyt'in küçük kardeşi Osman'ı da Petro'ya öldürtürler. Edebiyat uyarlaması yaptıklarını unutup Petro'yu İstanbul'a da getirten, kusura bakmasınlar ama “hikaye katili” demek istediğim senarist ve yönetmen ikilisi, Petro'ya Seyt'in parasını da çaldıracak kadar saçmalamışlar. Hızlarını alamayıp Petro'ya İstanbul'u işgal eden İngiliz askerleriyle işbirliği yaptırıp tam Shura ve Seyt'in evlenecekleri düğün gecesi Seyt'i kaçırtıp Rusya'ya giden gemiye hapsettirirler.  Bu kadarla da kalmaz muhteşem ikilinin hikayeden sapması, entrikacı karakter buldular ya, abartır da abartırlar; taa ki biz izleyicilere “Bu ne ya, böyle dizi mi olur?” dedirtene kadar! Seyt bin bir türlü zorlukla, hapsedildiği gemiden kurtulur ve İstanbul'a döner. Bilin bakalım gelir gelmez kiminle karşılaşır? Evet bingo! Tabii ki Petro ile karşılaşır. O sırada Shura da kuzeninin koluna girmiş bir yere gitmektedir. Petro Seyt'e, “Bak işte, Shura başkasını buldu, seni unuttu” der, Seyt de buna inanıp gidip kendisini bir başka kadının kollarına atıverir!.. Bunlar dizide olanlar, kitapla tahmin ettiğiniz gibi alakası bile olmayan zırva bölümler.. Kitapta ne Seyt gemiye hapsedilip geri gönderiliyor, ne de Petro'nun her dediğine bir çocuk saflığı ile inanıyor...

Oysa romanda ailesini İstanbul'da tesadüfen bulan Shura, Seyt ile birlikte yaşadıklarını ailesine söyleyemediği için Şeref Otel'den ayrılmıştır ve eczanede çalışmaktadır. Bir gün eczaneden kuzeninin kolunda çıkarken Seyt O'nu görür ve kıskançlıktan gider çamaşırhanede çalışan kızlardan biri ile beraber geçirir geceyi. Sabah kız tam çıkarken Shura kızı görür ve  Seyt'le aralarına ciddi bir mesafe girer. Yani ortada Petro Borinsky ile ilgili hiçbir şey yoktur. Dizideki bıkkınlık veren, izleyicileri kaçırtan senaryo saçmalıklarından biridir karşımıza çıkan durum. Senaristin abartısıdır, rahatsız edicidir..

Gerçek hikayede Petro, babasının zoruyla subay olmuştur, askerliği sevmediği için kendi isteği ile istifa etmiştir. Kitapta Shura'ya değil, Seyt'in yakın arkadaşı Celil'in sevgilisi Bolşoy'un baş balerini Tatiana Tchoupilkina'ya aşıktır. Evet dizideki gibi Rus bolşevik devrimcilerine katıldığı doğrudur. Ama dizide senarist ve yönetmen akıllarınca entrika izleteceklerdir ya, Seyt'i ve arkadaşı Celil'i tabiri caizse salak yerine koyarlar ve Petro'nun bolşeviklere katılmasını Seyt'in bilmediğini anlatırlar. Aslında Rusya'dan ayrılmadan önce Seyt ve Celil Petro'yu yakalamış, Rusyaya ihanet ettiği gerekçesiyle kendi mezarını kendisine kazdırarak O'nu öldürmüşlerdir.

Shura ne güzel kadınmış!

Yok dizinin çok reklamı yapıldı da ondan tutmadı, yok dizi sezona geç başladı da ondan tutmadı, yok Rus tarihi bize ağır geldi, yok Shura'yı oynayan Farah Zeynep Abdullah ile Seyt'i oynayan Kıvanç Tatlıtuğ'un kimyası tutmadı diyenler, neden yönetmenin ve senaristin bu saçmalıklarına değinmediler anlamış değilim! Evet kitabı okuduktan sonra ben de Shura'yı başka birisi oynamalıydı diye düşündüm, aklıma ilk gelen de Tuba Ünsal oldu. Zira son dönem aktrisleri içinde gerçek sarışın olmadığını fark ettim. Belki de bir Rus aktris Shura için Farah Zeynep'ten çok daha uygun olacaktı, yani en azından gerçek sarışın ve mavi gözlü biri olsaydı.. Ama oyuncu seçimindeki bu hata, bence senaryodaki saçmalıklar yanında çok önemsiz kaldı, hatta lafını bile etmeye gerek yok diye düşünüyorum.


Sizce de Tuğba, güzel bir Shura olmaz mıydı?

Bir yaşam öyküsünün, zaten kurgulanarak yazıldığı şahane bir kitaba bu kadar ihanet ettikten sonra dizi tutmayınca hatayı kendilerinde aramış mıdır senarist ve yönetmen bilemiyorum tabii ki.. Bunu yeni sezonda hep birlikte göreceğiz.

Beni diziden soğutan ikinci karakter ise Ayşe'yi oynamaya çalışan Melisa Aslı Pamuk'tu. Kendisi Türkiye güzeli imiş; oyunculuğu, bakışları, konuşması o kadar yapmacıktı ki.. Çok ama çok sıkıldım kendisini izlerken..

Hain Ayşe!
Kurt Seyt ve Shura'nın İstanbul'da kaldıkları Şeref Oteli'nin sahibi Ali Dayı'nın kızıdır güya Ayşe. Seyt'e sürekli göz süzer, oteldeki bütün kadınlara sivri diliyle laf sokar. Hele çevirdiği entrika akıllara zarardır, senariste söyleyecek laf bulamıyorum gerçekten de!

 Shura'nın olmadığı ve Seyt'in çok içtiği bir gece Seyt'e tabiri caizse asılır Ayşe; Seyt kendisini reddedip dışarı çıkınca da Shura'nın dolaptaki gelinliğini giyip onların yatağına uzanır, sabah da Shura Ayşe'yi kendi yatağında görünce iyice Seyt'ten nefret eder, bu aptal entrikaya inanır. Senarist ve yönetmen böyle saçma abartılarla hikayenin naifliğine, temizliğine, doğallığına darbeler vurdukça, yazar Nermin Bezmen kim bilir ne kadar da üzülmüştür. Zira kitapta Ayşe diye bir karakter de yoktur!!

Çok yazık ettiler güzelim hikayeye! Daha çok reklam almak için, dizide bol entrika olsun dediler muhtemelen ve izleyici bu ucuz numaraları yutmayarak cezayı kesti. Oysa bu hikayeden çok güzel bir film, çok güzel bir dizi gerçekten de çıkardı.
Diziyi izlerken “Ah şimdi bu diziyi Çağan Irmak çekecekti, ne kadar mükemmel olurdu” dediğim çok oldu itiraf edeyim.
Ekşi Sözlük'ten öğrendiğim kadarıyla yönetmen Hilal Saral, Aşk-ı Memnu'yu da çekmiş, ben o kadarını izlemediğim için yorum yapamıyorum. Ekşicilerden biri Hilal Saral için “Ülkemizde herkesin isterse dizi yönetmeni olabileceğinin canlı kanıtıdır” demiş, yorum da size kalmış..

Senaryoyu Ece Yörenç yazmış, bir kitabı bu kadar basitleştirdiği için kendisine de söyleyecek söz bulamıyorum. Saçma uzun diyaloglar ve saçma entrika kurguları yapmak için kitapların ismini lekelemelerine ne gerek var ki, uydursunlar kendi öykülerini, kitaplara dokunmasınlar bence!
Yaprak Dökümü, Aşk-ı Memnu, Fatmagül'ün Suçu Ne, Kuzey-Güney gibi çok ses getiren dizileri Melek Gençoğlu ile birlikte yazmış kendisi. Bu dizilerin hiçbirini seyretmedim, Fatmagül'ü ise biraz izlemiş, sonrasında konunun geldiği noktayı yine çok saçma bulmuştum. Ya bende bir sorun var, ya da Ece hanımda! Kitabı terazinin bir gözüne koyuyorum, öbür gözüne de diziyi koyuyorum, “bu ne lahana turşusu, bu ne bahama kuşkusu!” demek istiyorum sadece..

Romanları dizilere kurban etmeyin...

Geçenlerde okuduğuma göre yeni sezonda 13 bölüm daha sürdürmek istiyorlarmış diziyi, çünkü Araplara zaten satmışlar.. Günah keçisi olarak Shura'yı oynayan Farah Zeynep Abdullah'ı seçtikleri için yeni bir başrol oyuncusu kadın ekleyeceklermiş. “Kurt Seyt ve Murka” kitabına da geçiş yaparak Murka karakteri diziye dahil olacak, Shura geri planda kalacakmış. Devam kitabı olan, benim çok severek okuduğum ve hatta burada da anlattığım kitaba ne kadar sadık kalacaklar gerçekten de merak ediyorum.

Son söz olarak diyorum ki, çok güzel bir kitap bu; Nermin Bezmen'in emeklerine sağlık ve umarım dizi senaristleri ve yönetmenler, kitapları katletmekten artık vazgeçerler..

Keyifli okumalar efendim..






Devamını Oku

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Tatilden arta kalan sözcükler..

Herkes bayram iznini değerlendirmek için tatil beldelerine doğru yol almışken ben eve dönüyordum. Şahane oldu böylesi, zira tatilden döner dönmez işe başlamak kadar zor bir şey yoktur bilirsiniz.
Yediğin içtiğin senin olsun, anlat bakalım” diyenleriniz var biliyorum; kısa kısa aktarmak istiyorum bu nedenle tatilin bende bıraktıklarını.

agac
tatilin romantik agaci

Erken rezervasyon hikaye, yaşasın son dakika indirimleri..

Kasım sonundan itibaren erken rezervasyon duyurularını takip ettim. Güya aralık başı gibi %60-70'lere varan indirimler olacak, sonrasında ise tatile yaklaştıkça o oranlar düşecekti, öyle söylüyorlardı ya.. Hikayeydi bence bütün o reklamlar; erken rezervasyon bu yıl sadece kocaman bir kandırmacaydı.. %60 indirim olan oteller elbette vardı, ama mayıs ayında! İyi de mayıs ayında buz gibi havada tatil yapmak için erken rezervasyona ne gerek var ki, zaten bütün oteller o aylarda çok ucuz.. Önümüzdeki sene için yine takipte olacağım, bakalım yabancı turistlere sağlanan erken rezervasyon indirimi bizim için de geçerli olacak mı?
havuzda jakuzi bir başka keyif..

(Dikkatim nasıl da dağıldı, saat sabahın 10'u ve davul zurna ile “Ankara'nın Bağları”nı çalarak para topluyorlar sokakta.. Ankara'nın bağlarına mı yanayım, zurnanın tek perdeden çıkan tiz sesinin kulakları tırmalamasına mı? Üstelik biraz önce başka davulcu geçmemiş miydi, şimdi de “Bas bas paraları Leyla'ya” ya başladı günümüze uyarlı bayram davulcusu.. Ne acayip bir toplumuz, seviyorum bu hallerimizi yine de, para atayım bari âdet yerini bulsun..)

Davulcuya takılırsam hiçbir şey yazamam, devam ediyorum; erken rezervasyon hikaye, yaşasın son dakika indirimleri diyordum ya, bence en doğrusu da bu.. İzin günüm belli değildi, tatilden iki hafta önce yaptım rezervasyonumu.. Bayramdaki fiyatlardan çok daha ucuza kapattım tatil olayını netekim..

Tatilde hayattan koptum..

Son yıllarda böyle yapıyorum; bu sene hele tam koptum hayattan. Elimde 513 sayfalık “Kurt Seyit ve Shura” kitabım- ki en kısa zamanda anlatacağım bu güzel kitabı- 7 gün boyunca hiç televizyon açmadım, hatta üzülüp sinirleneceğim bir haber görürüm diye sosyal medyaya bile bakmadım, iyi ki de öyle yapmışım.. Çünkü tatil, zaten kafayı boşaltıp insanın normal rutininin dışına çıkması değil midir? Medya bombardımanı altında bütün yıl ambale oluyoruz, bari bir hafta zihin detoksu yapalım, haksız mıyım?


tatil kitapsız olmaz!

İmkanı olanlar için herşey dahil sistemler bunun için biçilmiş kaftan.. Giriyorsunuz bambaşka bir dünyaya, ne şehrin gürültüsü, ne satıcıların “buyrun buyrun buyrun” sesleri.. Tatile başlarken cüzdanı kasaya kilitliyorsunuz; “bütçeyi aştım mı acaba, bu da çok pahalıymış yemesem mi, içmesem mi!” gibi dertlerle beyninizi de yormuyorsunuz. Zaten baştan ödemişsiniz paranızı, içiniz rahat oluyor. (Bu arada sigarayı bırakarak biriktireceğiniz parayla kendinize şahane bir tatil ısmarlayabilirsiniz, benden hatırlatması.)
Elbette bütçeye de bağlı olarak iyi bir otel seçmek lazım.. Zira her şey dahil otel diye gidip zeytin peynir domatese talim etmek zorunda da kalabilirsiniz. Ben otelpuan.com, zoover.com gibi sitelerden otelle ilgili yorumları okuyarak yaptım seçimimi, çok da memnun kaldım açıkçası..
Tercih meselesi tabii ki, bazıları tatilde yeni yerler keşfetmeyi sever, bazıları her şey dahil otele kapanıp kalmaktan hoşlanmaz. Benim seçimim aslında biraz tembellikten yanaydı; yemek elimin altında, içmek elimin altında, eğlence ayağımın dibinde, deniz şurada, havuz burada hesabı.. Gittiğim otelin çok geniş de bir bahçesi vardı, ne yalan söyleyeyim hiç sıkılmadım.. Bir kere müthiş akıcı bir tatil kitabım vardı. Okumadığım zamanlarda ise çevreyi izlemek, güneşlenmek, yemek, içmek, havuza girmekle meşguldüm.. Daha ne olsundu ki zaten, bir tatilden daha ne bekler ki insan..



Tatilden insan manzaraları..




Sizi bilmem ama ben ne zaman bir tatile gitsem mutlaka bir kaç insan hikayesi olur dönüşte cebimde.. Geçen sene buradan okuyabileceğiniz Francesca vardı mesela, İngilizler ile ilgili anılarım olmuştu. Bu sene ise başrolde Kazaklar, Ruslar ve bir iki tane de Türk hikayesi ile döndüm..

Yalnız anneler
Cesur Rus bebek..

Gittiğim otelde yalnız anneler çoğunluktaydı. Özellikle Ruslar içinde, yirmili yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim çok genç anneler vardı çocukları ile birlikte.. Çocuklar tek başlarına havuzda iken onlar genelde güneşleniyorlardı, rahatlardı yani.. Doğrusunu söylemek gerekirse gerçekten de hayran olunası bir genetik yapıları var. Çocuk da doğursalar yine de çok güzeller, doğruya doğru şimdi..

Tatil kahramanım Jack


Kahramanım Jack.

Bu seneki tatil kahramanım ise her ne kadar kendisi ile tanışıp konuşma fırsatı bulamasam da havuzun gözdesi Jack'ti.. Yanında ebeveyn olarak sarışın bir İngiliz kadın vardı. O bütün gün güneşlenirken Jack de havuzun sevgilisi olmuştu. Çikolata rengindeki teni, kıvır kıvır saçları, atletik yapısı ve her şeyden önemlisi kocaman gülümsemesi ve cana yakın davranışlarıyla Jack tatilin kahramanı olmayı bence fazlasıyla hak etmişti.

Kazak kızı
İsimsiz Kazak kizi

İşte bu da adını bilmediğim sevimli Kazak kızı.. Yanında oldukça yaşlı bir çift vardı. Bilemiyorum ya Kazaklar çok geç yaşlarda çocuk sahibi oluyorlar, ya da büyükanneler ve büyükbabalar torunlarını tatile getirmişler. Birkaç yaşlı çift ve küçük çocuk dikkatimi özellikle çekti.

Tatilin en mutsuz kadını

Tatilin en mutsuz insanı ise maalesef bir Türk kadındı. Boylu poslu endamlı hoş bir kadındı kendisi. Neredeyse 2 metre boyunda, yapılı, söylemese üniversiteli diyebileceğim ama sadece 16 yaşında olduğunu öğrendiğim oğluyla birlikte gelmişlerdi. Oğlan babası ile beraber yaşıyormuş, kadın yalnızmış.. Benimle tanışır tanışmaz anlatmaya başladı.. Mutsuzdu.. Tatilden hiç keyif almıyordu. Çünkü oğlu bütün gün odada tv izlemek istiyordu, havuza girmiyordu, denize girmiyordu, birlikte vakit geçiremiyorlardı. Özel okulda okuyup 2 dil bilmesine rağmen kimseyle sosyalleşemiyordu da.. Kadıncağız gitmelerine 2 gün kala oğlunu birkaç Türk genciyle tanıştırdı da rahatladı. Bu sefer de oğlan “tatili uzatalım” diye tutturdu. Kadın mutsuzdu, havuza ayağının kenarında azıcık kumla giren bir çocuğu güvenliğe şikayet edecek kadar, neden otelde çok Kazak var diye yakınacak kadar, yüzünde çıkan küçük bir sivilceyi büyük bir sorun edecek kadar mutsuzdu hem de.. İnsanın kafası rahat olmayınca en lüks tatili de yapsa fark etmiyordunun güzel bir örneğiydi kadın. Yalnızdı ve yapayalnız hayatına geri döndü tatil bitiminde de.. Yani mesele tatile gitmek değil gerçekten de..

Tatilin en arabesk ve en ateşli adamı



Fireman Tahir diye tanıttılar kendisini, son gece bahçede yaptıkları “garden party” de.. Tahir sanki derdinden içiyormuş gibi çekiyordu şişedeki ispirtoya benzeyen renkli sıvıyı ve ateş püskürüyordu sonrasında.. Şişenin dibini görene dek devam etti bu çok tehlikeli gösterisine.. İnsanlar alkışladılar, bense sadece bitsin istedim bu gösteri bir an önce.. Fireman Tahir'in duygularını çok merak ediyordum aslında. Acaba kendisini bir kahraman olarak mı hissediyordu, insanın ağzından göğe doğru ateş fışkırması nasıl bir iz bırakıyordu acaba ruhunda? Fireman Tahir'in ne hissettiğini, neden böyle bir iş yaptığını maalesef öğrenemedim.


Adı bilinmeyen “Karpuz oyma sanatçıları”




Bu şahane sanat eserlerini ortaya çıkardıkları için kendilerine “karpuz oyma sanatçısı” diyebileceğim insanlar kimdir? Kopya mı çekerler, yoksa kendi içlerinden geldiği gibi mi oyarlar karpuzları? Bu işi nasıl öğrenmişlerdir? Acaba karpuzlara böylesi güzel anlamlar yükleyen parmaklar diğer zamanlarda patates kabuğu mu soymaktadır? Ellerine fırça ve boya alsalar aynı başarıyı gösterirler mi? Sahi kimdir karpuzları bunca emek vererek bu kadar güzel hale getiren naif insanlar? Kimse onlar, ellerine emeklerine sağlık diyorum..

Anlatacak çok şey var aslında, devamını da sonraki zamanlara bırakalım ne dersiniz.. Umarım sıkmadım sizi bunca şey anlatarak, biraz uzun oldu sanki yazı ☺

Herkesin yazacağı veya anlatacağı, bir sürü bir sürü bir sürü tatil anısı olsun diliyorum; bu arada iyi bayramlar efendim.. Küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden..

Sevgiyle ve huzurla..



Devamını Oku

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Tatile üç kala...

Bir telaş bir telaş bende. Söylemesi ayıp mı olur bilemedim şimdi ama söylemesem de olmayacak.. Kimileriniz soracak çünkü, nerelerdesin, niye yazmıyorsun falan diyecekler. Eh söylemek lazım bu durumda, blog yazarınız bu cumartesiden önümüzdeki cumartesiye kadar tatile gidiyor☺

tatile gitmek


"Yeni işe girmiştin, nasıl oldu?" diyenlerinize cevabımsa şu: Hem dürüstüm, hem de sanırım artık şanslıyım. Şanslıyım  derken gayet de kendimden eminim, nazar değmeyeceğini bile biliyorum..
Dürüstüm; çünkü iş görüşmesi sırasında :“ Bir hafta tatile gitmezsem olmaz, verimli çalışamam. Ücretsiz izin almak isterim temmuz ayında” demiştim.

Şanslıyım; çünkü iş görüşmesi sırasında patronum: “Ben ilk işimde ücretsiz izin almıştım, kendimi kötü hissetmiştim, bu nedenle ücretsiz izne karşıyım” demişti. Zaten bu cümleyi duyunca doğru yerde olduğumu hissetmiştim.


Çifte şanslıyım; zira bizim ofis 21-31 tarihleri arasında komple kapanıyor. Ofisin hepten kapalı olması demek, işlerde aklın kalmaması, tatilde zihnin tam anlamıyla boşalması demek, yani bir çalışan için gerçekten de bundan iyisi, Malatya'da kayısı.. Niye mi Şam değil de Malatya? İçimden öyle geldi, öyle dedim. Ben dedim oldu yani, hep birileri deyince oluyor ya, benim isyanım da bu olsun sabah sabah, hem daha masum ve daha sevimli.. 
Tatile gitmeden önceki enerji böyle bir şey demek ki, insan mutluluktan olsa gerek, daldan dala, konudan konuya atladığı yetmezmiş gibi saçma sapan espriler de yapabiliyor; umarım anlayışla karşılıyor ve “EvdeYazar'ın uslubu bozulmuş, bu ne biçim yazı?” demiyorsunuzdur şu anda..



Dedim ya, bir telaş bir telaş bende; bavulum sanal gerçeklikte hazır sayılır, sadece realitede doldurulması kaldı. Yani alınacaklar alındı, yıkanacaklar yıkandı, ütülenecekler her ne kadar son ânı beklese de -ki ütüsüz giyim yaygınlaşsın kampanyası başlatmayı ciddi ciddi düşünüyorum. Herkes ütüsüz giyinse gözümüz alışacak, hem nasıl enerji tasarrufu yapacağız!- evet ütü faslı son âna kalmış olsa da her şey tamam sayılır. İstikamet Belek bu sene, dönünce anlatırım detayları..

Bu arada belki tatile gitmeden önce vakit bulup yeni bir yazı daha yazarım hiç belli olmaz; ama olur da yazamazsam eğer, bir hafta sonra görüşmek üzere diyorum, beni unutmayın, sevgiler..


SORU ve RİCA: Tabletten kullanabileceğim, kolaylıkla kumanda paneline ulaşılan, kolayca resim de ekleyebileceğim, sizin kullandığınız, pratik bir android blogger uygulaması tavsiyeniz var mı? Varsa eğer, tatilden de yazarım size, uzanırım havuz kenarına, yazarım yani, hem de ne keyifli olur☺
..............................................
Tamam tamam anladım ben ne dediğinizi, fazla uzatmadan kaçıyorum:)




Devamını Oku

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Kurt Seyt ve Murka - tavsiye edeceğim bir kitap..

Kurt Seyt & Shura'yı okumadan direkt Kurt Seyt & Murka'ya geçtim. Gerçi biraz diziyi izlediğim için yabancılık çekmedim karakterlere karşı ama, siz benim gibi yapmayın. Önce Kurt Seyt & Shura'yı okuyun derim. Diziden gördüğüm kadarıyla çok güzel bir hikaye var orada da, mutlaka okuyup paylaşacağım sizinle..

Nermin Bezmen kitabı okumamıştım daha önce, keşke okusaymışım. Zira çok kıvrak bir dili var, hikaye de sağlam olunca tam da “elden bırakılmayacak kitaplar” kategorisinde bir yapıt çıkmış ortaya.. “Edebi değeri var mıdır?"; daha doğrusu “bir kitabın edebi değeri nedir?” sorusunun yanıtını vermek bana düşmez. Bu sorunun yanıtını edebiyat tarihçileri elbet bir şekilde vereceklerdir zaman içinde. Bana sadece bu güzel hikayeyi, akıcı bir dille kurgulayıp bize sunan yazarın emeğine saygı duymak düşer.

Hikaye güzel, aynı yaşamın kendisi gibi.

Murka
Kurt Seyt& Murka


Kurt Seyt, Kırım Aluş'tadan Rus Devrimi sırasında aşık olduğu kadın 
Shura ile İstanbul'a gelmiştir. Bunu zaten diziyi izleyenleriniz veya ilk kitabı okuyanlarınız biliyor. Öyle böyle değil, derin bir aşktır onlarınki.. Sonrasında ne olduysa olmuş, ilk kitabı okuyarak öğrenebileceğimiz nedenler yüzünden Shura ile Seyt ayrılmışlardır. Kurt Seyt & Murka kitabı tam da burada başlıyor işte.. Kendisinden çok küçük olan Mürvet ile evlendiğine tanık oluyoruz Seyt'in, ama nasıl tanıştılar, nasıl evlendiler çok detaylandırılmamış bu kitapta, öncesini okumak lazım. 
Muhtemelen sevilen isimlere Rusça kurallarına göre bir kısaltma yapmış olacak ki “Murka” diyor Seyt O'na, hatta “Benim küçük Murka'm!” diye hitap ediyor. Shura ile olan aşkının şiddetine tanık olduğum için zorlanıyorum Murka'yı kabullenmekte ne yalan söyleyeyim. Hatta kitabın başından sonuna kadar Murka'ya karşı ön yargılı olduğumu bile itiraf edebilirim. Sevemedim ben Murka karakterini, aslında bence Seyt de pek sevemedi. Sevdi sevmesine de hep eksik kalan bir şeyler oldu yüreğinin kıyısında köşesinde, ne bileyim bana kitaptan geçen duygu buydu. Ya da dediğim gibi Mürvet'e karşı ön yargılı yaklaştım. Oysa O'nun ne suçu vardı ki, suçlu olan hiç kimse yoktu aslında ortada. Onların hikayesi de böyle yazılmış, elden ne gelir.! Düşünsenize dünyada 7.2 milyar kişi yaşıyor ve 7.2 milyar tane yaşam öyküsü var! Kimilerinin hikayesi hiç bilinmiyor, kimilerinin hikayesi ise yeniden yazılıp çizildiği için yüreklere dokunuyor.. Kurt Seyt de öyle, bu anlamda çok da şanslı hatta..

Murka tipik bir ev kadını.. Kocası 9-6 düzgün bir işte çalışsın, akşamları gelsin dizinin dibinde otursun, çocukları ile vakit geçirsin, tasarruf yapsın, ille de kendine ait bir evi olsun, ailesi ile yakın otursun, ailesi ve eşi arasında dengeli ilişkileri olsun, mümkünse oturduğu evden hiç uzaklaşmasın, maceraya atılmak da ne demek, ömrünün sonuna kadar oturduğu yerde kök salsın, torunları bile aynı yerde büyüsün istiyor. Kurt Seyt'in Pera'da restoran çalıştırdığı en zengin dönemlerinde O'nun bütün ısrarlarına rağmen giyinip süslenip restoranda kocası ile vakit geçirmekten hoşlanmıyor mesela.. Kurt Seyt ise tam zıt bir karakter.. Güzel giyinsin, şık muhitlerde otursun, şık restoranlarda kolunda şık bir kadınla eğlensin, kazandığı paranın tamamını yesin, gününü gün etsin, kirada ama en lüks evlerde otursun istiyor. Yerleşik hayat hiç de O'na göre değil. Belki gençliği savaşlarda geçtiği için, belki de topraklarını korumak uğruna bütün sevdiklerini kaybettiği için böyle bir savunma duvarı örmüş bilinçaltı kendisine.. Dedim ya kimse suçlu değil, bu sadece onların kendi hikayeleri, böyle yazılmış..

İnişli çıkışlı bir hayat onlarınki. Bir dönem çok zengin oluyorlar, Pera'nın en pahalı apartmanlarında oturuyorlar, kapıda özel şoför onları bekliyor canları belki gezmeye gitmek ister diye! Yazları yazlık gazinolarda vakit geçiriyorlar. Hatta bir dönem Florya'da yazlık gazino işletirken Mustafa Kemal Atatürk'ü bile ağırlıyorlar.. Ama öyle dönemler geliyor ki, ceplerinde hiç para kalmıyor. Seyt madende de çalışıyor, kibrit fabrikasında da.. Seyt çalışmaktan hiç gocunmuyor, ama zaman geçtikçe içindeki yaşam enerjisinin solmasına tanık oluyoruz, en sonunda ölüyor her insan gibi Seyt de.. Nasıl öldüğünü ben anlatmayayım, kitap çok güzel anlatıyor zaten..
Benim kitapta gördüğüm şeyse Seyt her ne kadar zaman zaman Murka'yı çok sevdiğini dile getirse de bence Shura'yı hiç unutamamış. O aşka nasıl kıymışlar, nasıl olmuş da Mürvet ile evlenmiş dedim ya bunu ilk kitabı okuyunca öğreneceğim.

Kitaptan resimler
Kurt Seyt ve ailesi

Zıt karakterler bir araya gelince, zıt hayaller de çarpışıyor. Zor bir hayat olmuş onlarınki .. Hem Seyt, hem de Murka kendi bakış açılarına göre gerçekten de çok fedakarlık yapmışlar çekirdek ailelerini bir arada tutmak için. Seyt ailesinden uzakta, aşık olduğu kadını terk ettiği bir ortamda, karısının kendisinden tamamen farklı olan bakış açısıyla kurgulamaya çalıştığı hayatın içinde zaman zaman isyan edip aylarca evine gitmemiş mesela. Öte yandan Murka, sürekli içen, süslü kadınlar ile sürekli görüşüp kendisine kıskançlık krizleri yaşatan, bir işte dikiş tutturamayıp sürekli iş değiştiren, daha doğrusu iş batıran, kendi ailesini bir türlü benimseyemeyen, kafasının bir köşesinde Amerika'ya gitme hayali olan bir adama katlanmış, O'nu çok sevmiş hem de..

Dedim ya hikaye çok güzel, bakmayın ben özet geçiyorum, mesele Nermin Bezmen'in kaleminden bu güzel hikayenin keyfine varmakta.. Kitabın arkasında belgesel tadındaki gerçek resimlere baktıkça “böyle de bir insan gelmiş geçmiş bu dünyadan” deyip benim gibi gözlerinizde iki damla yaş ile kitabın kapağını kapatabilirsiniz belki de.. Yine altını çiziyorum, edebi açıdan nasıl bir kitaptır yorum yapamam, ama kıvrak bir anlatıcıdan müthiş bir hikaye okumak istiyorsanız kitabı şiddetle tavsiye ederim..



Devamını Oku

8 Temmuz 2014 Salı

Böylesini ilk kez gördüm!

Geçenlerde yeni bir insanla tanıştım, aslında isteyerek de olmadı. Mecburiyetten diyelim, ortam gereği.. Çok çirkef gördüm, çok tembel gördüm, çok tuhaf gördüm, çok bencil gördüm, çok geveze gördüm; ama gerçekten böylesini hiç görmemiştim!

Başlangıçta ortamın gerektirdiği kadar samimi davrandı, ama konuşmalarından belliydi tuhaf biri olduğu. Sevmedim ilk gördüğümde kendisini. Ben öyleyimdir, ilk gördüğümde bir insanı ya severim ya da sevmem. Ön yargılı demeyin bana, inanın bugüne kadar hiç yanılmadım desem yeridir, sezgilerim gerçekten de güçlüdür.

Öyle yeni tanıştığım insana uzun uzun kendimi anlatmam ben. Aslında kendimi anlatmayı çok da sevmem, dolayısıyla da insanlarla arkadaş olmam pek kolay da değildir, iyi ki de öyledir.
Bu arkadaş akıllara zarar bir samimiyet içindeydi. Daha tanıştığımızın üzerinden saatler geçmiş olmasına rağmen hayat hikayesinin neredeyse bütün detaylarını öğrenmiştim. Eşiyle nasıl tanışmış, nasıl evlenmiş, evlenirken eşyaları kim nasıl seçmiş, çocuğuna hamile iken nasıl sıkıntılar yaşamış, eşinin ailesindekiler nasıl insanlarmış, kendi ailesi nasıl da aristokratmış... (!)

Mış miş muş müş...

Bana neydi ki bütün bunlardan, ama işte öyle bir atlıyordu ki konudan konuya, sanki konuşmaya susamış gibiydi; araya girip susturmayı beceremedim. İyi bir dinleyici olduğumun, sır da tuttuğumun farkına vardı hemencecik; zeki bir tipti zira, kaldi ki zeki olmasa o kadar entrikayı, o kadar yalanı dolanı bünyesinde nasıl barındırabilirdi ki!

Dedim ya ortam gereği uzunca bir süre görmek zorunda kaldım kendisini. Yalanlarını yakaladıkça da korkmaya başladım gördüklerimden. Nasıl bir insandı ki, ayak üstünde hemen bir yalan kıvırabiliyordu öyle.. Hem yüzü de hiç kızarmıyordu.

Para harcarken çok rahat davranıyordu ama borç içinde yüzdüğü de belliydi, zira kaç tane kredi gecikme konuşmasına kulaklarımla şahit olmuştum. Mesela gereksiz bir tatile gidiyor, dönünce bir bakıyorum ki telefonunu değiştirmiş. Eskisini satmış.. Dışarıdan yemek yeme konusunda limitsiz davranıyor ama aslında krediden yiyor belli ki.. Bir gün aynı ortamdaydık yine mecburen, yemek yiyecektik. Bu arandı tarandı kartını bulamadı, ”ben öderim sorun değil” dedim ve başıma ne geleceğini bile bile ödedim. Samimi de değildik ve merak ettim açıkçası “borç olarak kabul ediyorum” dediği için “belki de öder” dedim. Parasından değil gerçekten de ne yapacağını merak ettiğim için.. Tahmin edeceğiniz üzere o kadar entrikayı yalanı dolanı kafasında taşıyan arkadaş, bana ödemesi gereken borcu unutmuştu bile.. Hatırlatmayacağımı çok da iyi biliyordu, zira dedim ya beni iyi çözmüştü, zekiydi.. Zeki demeyelim aslında, zekasını çıkarları doğrultusunda iyi kullanıyordu diyelim..

Ne zaman kendisiyle karşılaşsak – ki karşılaşıyorduk- yeni bir aksiyon oluyordu hayatında. Ya eşiyle tartışmış, ye en sevdiği kız arkadaşı boşanmak üzereymiş, ya çocuğu okulda bi şey bi şey olmuş...

insanlar gorundukleri gibi degil!

Dedim ya çok insan tanıdım ama böylesini ilk kez gördüm.. O kadar güvensizlik hissettim ki O'na karşı, ortamda O varken çantamı ortalarda bırakmamaya gayret ediyordum ne yalan söyleyeyim. Çünkü öyle geliyordu içimden ve bunları yazarken bile utanıyorum.. Bir insan, hem de dışarıdan “hanımefendi” gibi görünen bir insan nasıl böyle olabilirdi?

Şimdi düşünün bu arkadaşın eğitimli, düzgün bir ailesi var. Ellerinden geldiğince okutmaya çalışmışlar kendisini- ki becerememiş okumayı, kıytırık bir yeri zar zor bitirmiş- bir sürü kurslara göndermişler. Velhasıl ellerinden geleni yapmışlar iyi yetişsin diye. Ortaya bu arkadaş çıkmış!

Ailesi belki de kötü yanlarını görmüyordur, ya da görseler de yakıştıramıyorlar ve görmemezlikten geliyorlardır. En kötüsü ise evlatlarının ne kadar kötü bir insan olduğunun farkındalardır. Bu açıdan bakıldığında çocuk sahibi olmak cidden ürkütücü geliyor insana... İçi kötü bence, nasıl düzelir ki böyle biri?

Dedim ya çok insan tanıdım, böylesini sadece filmlerde kötü karakter olarak gördüm, yakından tanıyınca ağır geldi açıkçası, insanlığımdan utandım.. Nasıl anlatılır ki böyle biri, hayal edin gerisini kendiniz..

Sonuçta ne mi oldu, neyse ki ortamdan ayrıldı. Bir yerlerden çıkıp gelmesin diye dua ediyorum ne yalan söyleyeyim. Ama öyle bir iz bıraktı ki içimde, unutamıyorum bütün o yalanlarını, bütün o entrikalarını, bütün o çirkefini, bütün o tepeden bakan hallerini, bütün o sevgisizliğini, bütün o ağzından çıkanı kulağının duymadığı saygısız hallerini..

Dünya ne garip bir yer, insanın neyle sınandığı hiç belli olmuyor. Bu arkadaş da benim için önemli bir sınavdı. Belki yalanlarına entrikalarına beni de alet etmeye kalkacaktı, neyse ki atlattım kazasız belasız.. “Hayatı biliyorum, insanları tanıyorum” dememek lazımmış bunu bir kez daha anladım. Nereden neyin, kimin çıkacağı hiç beli değil. Ama ben şahsen hiç kimsenin böyle bir insanla karşılaşıp hayatını zehirlemesini istemem, düşman başına bile diyemem, o derece yani..

Sözün özü: İnsanlar çeşit çeşit, aldanmamak gerekir..

Kendinizi kötülerden koruyun diyor ve gidiyorum, sevgiler..







Devamını Oku

4 Temmuz 2014 Cuma

Girne Amerikan Üniversitesi ile Kıbrıs’ı Kazan, Kıbrıs ve İngiltere’de oku!

Girne Amerikan Üniversitesi, "Kıbrıs’ı Kazan, Kıbrıs ve İngiltere’de Oku" sloganı ile bütünleşen ve yurtdışı kampüsleriyle de öğrencilerine üç farklı kıtada eğitim fırsatı sunan öncü bir üniversite.
Eğitimde mobiliteye verdiği önem ve uluslararasılaşma sürecinin bir göstergesi olarak Girne Amerikan Üniversitesi; İngiltere, ABD ve Hong Kong’dan sonra küresel kampüslerine bir yenisini ekleyerek Türkiye’de İstanbul yerleşkesini hizmete açmıştır. Bu süreçte Girne Amerikan Üniversitesi, öğrencilerine 3 farklı kıtada eğitim imkânı sunmakta ve "Üç Kıta Tek Üniversite" sloganı ile de bir dünya üniversitesi olma noktasında bir hareketlilik içerisinde olduğunu kanıtlamaktadır.
Kazandıkları ÖSYM bursları ile GAÜ’ye yerleşen öğrenciler, Girne Amerikan Üniversitesi’nin yurtdışı yerleşkelerinde aynı burslarla ve ek ücret ödemeden programlarıyla uyumlu dersler yada ELA’da (English Language Academy) İngilizce dil eğitimi alıyor; geri döndüklerinde ise yurtdışında aldıkları dersleri GAÜ programlarındaki ders yükümlülükleri yerine saydırarak eğitimlerine devam edebiliyorlar.
Eğitimde 30 Yıl...
Geçtiğimiz günlerde görkemli bir törenle 30. Onur Yılı’nı kutlayan Girne Amerikan Üniversitesi için bu sene oldukça özel bir yıl. GAÜ, 2014-2015 Akademik Yılında tam 2260 yeni öğrencisine 7 yıl boyunca kesintisiz ÖSYM Bursu verecek.
GAÜ sosyal ağlarda da çok aktif; bu sene tercih dönemi boyunca facebook.com/girneamerican üzerinden tüm kampüsler ve öğrenci hayatı ile ilgili herşeyi paylaşıyorlar ve tüm sorulara resmi sayfa üzerinden cevap veriyorlar. Twitter takipcilerini de unutmamışlar @girneamerican üzerinden en güncel paylaşımları takip edebilirsiniz.
GAÜ, şu anda küresel dünyanın yükselen meslekleri Denizcilik, Havacılık, Sahne Sanatları, Hukuk, İleri Mühendislik Disiplinleri, Güzel Sanatlar, Mimarlık, İç Mimarlık, Uluslararası İşletme, Uluslararası İlişkiler, Psikoloji, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik, Türkçe Hukuk, Çin Dili ve Edebiyatı, Gastronomi ve Mutfak Sanatları, Sınıf Öğretmenliği, Sağlık Yönetimi, Ergoterapi, Enerji Sistemleri Mühendisliği, Ebelik, İnşaat Mühendisliği ve Sivil Havacılık Ulaştırma İşletmeciliği, Pilotaj gibi programları barındıran; 9 Fakülte, 6 Yüksekokul, 2 Enstitü ve  2 Meslek Yüksekokulu’nda olmak üzere , 69 Lisans 21 Önlisans 48 Yükseklisans ve 17 Doktora programı sunmakta.
GAÜ’den saygın dünya üniversiteleri ile akademik işbirliği ve değişim programları fırsatı!
Girne Amerikan Üniversitesi, kampüsleri ve 200’ü aşkın dünya üniversitesiyle sürdürdüğü öğrenci değişim programları kapsamında, öğrencilerine yaşam boyu hatırlayacakları deneyimlerin kapılarını açmakta.
Uluslararası Denklik ve Tanınma
Girne Amerikan Üniversitesi sağladığı eğitimin kalitesini sürekli olarak geliştirmek için akreditasyonlarını ve üyeliklerini yenilemektedir. GAÜ yerel olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yükseköğretim Planlama, Denetleme, Akreditasyon ve Koordınasyon Kurulu YÖDAK ve Türkiye Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından tanınmaktadır. Ayrıca dünyanın bir çok saygın denklik kurullarından akredite olan GAÜ’nün bir çok uluslararası üyeliği de bulunmaktadır.
Girne Amerikan Üniversitesi Eduniversal’ın En İyi Üniversiteler sıralamasında yer almaktadır. Avrupa Birliği Yükseköğretim Sistemi içerisinde üniversite eğitimini denetleyen uluslararası eğitim kuruluşu Eduniversal, 153 ülkeden 12 bin yükseklisans programının incelenmesi ve 100 bin öğrenci ile yaptığı “En İyi Yükseklisans Eğitimi Veren Üniversiteler” araştırmasının sonuç raporuna göre GAÜ "En İyi Yükseklisans Eğitimi Veren İlk 100 Üniversite" arasında gösterilmektedir.
GAÜ, YÖK onaylı programlarıyla geleceğin pilotlarını yetiştiriyor
4 yıllık Pilotaj eğitimi alan öğrenciler, GAÜ İstanbul Yerleşkesi Uluslararası Havacılık Akademisi’nde similatör ve uçuş derslerini tamamlayarak Pilot olma hakkını kazanıyorlar. GAÜ’nün, uluslararası standartlarda verdiği eğitimle yetiştirdiği öğrenciler, önümüzdeki 20 yılın en gözde mesleklerinden biri olan havacılık sektöründe kolaylıkla iş bulabilecekler.
Kıbrıs, dünyanın en güzel adalarından biri!
Kıbrıs Dünya’nın en güzel adalarındandır ve iklimi sayesinde bir tatil ülkesinde eğitim alma şansınız var, üniversite kampüsü plajlara çok yakın mesafede bulunmakta ve kampüse çok renkli bir yaşam hakim. GAÜ, adanın en turistik sahil kenti olan Girne’de kendisine özel plaj ve uygulamalı 5 yıldızlı oteli ile öğrencilerine eşi benzeri olmayan bir eğitim fırsatı sunmaktadır.
Peki kampüste hayat mı nasıl? Tanıtım filmleri için youtube.com/girneamerican ve vimeo.com/girneamerican
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

3 Temmuz 2014 Perşembe

Konuk Yazar: Sosyal Medyayı Sevemedim, Blogculuğu Sevdiğim Kadar

Bugün sizleri "Hızlı Adam" blogunun sahibi Bünyamin Kapıcıoğu'nun bu güzel yazısı ile başbaşa bırakıyorum. Bloguma renk kattığı için kendisine teşekkür ediyorum..

Evde Yazar'a misafir olmadan önce 11 ay bekledim. Diyeceksiniz ki neymiş bu Evde Yazar'a misafir olmak. Biz de okadar çalışmalı mıyız? Ne kadar çalışmanız gerektiğini bilmiyorum ama asıl açmak istediğim konu bu değil. Söylemek istediğim, 11 ay boyunca bu blogu takip ediyor olmam.

Peki Bundan Bize Ne?

Sosyal medya çılgınlığıdır almış başını gidiyor. Beğen, paylaş, yorum yap; yorum yap, paylaş, beğen hep aynı hep aynı. Takipçi sayısı veya arkadaş sayısı "kişisel popülarite ibresi" haline gelmiş. İnanılmaz bir rant kavgası var; gizli ve içten içe. Benim iletim daha çok beğenildi, daha çok yorum aldı. Nihaha...

social media da bitecek
Facebook da bir gün bitecek!
Netlog vardı bir zamanlar. Hi5'i hatırladınız mı? My Space? vardı da vardı.. Şimdi Facebook, Twitter, Vine gibi sosyal platformlar revaçta. Son gelenler pazara güçlü girdi fakat trendlerin özelliği kısa ömürlü olmalarıdır. Hayatımızın sonuna kadar Twitter olacağını zannetmiyorum.

Blog yazarlığının tarihini biliyor musunuz? Bloglamak kelimesinden türeyen blogculuk tam 20+ yıldır var. Blogculuğa trend diyemeyiz. Öyle olsaydı çoktan modası bitmiş olurdu. İnternetin bir parçası diyebiliriz. Dijital Medya'nın merkezi dersek de yanlış olmaz.

bloglar
Begen, paylas, yorum yap!


Sizce Blog Yazarlarının Tek Derdi Para Kazanmak mı?

Sizin Facebook duvarınızda paylaşacağınız bir yazı en fazla kaç kelimeden oluşmalıdır. 500 kelimeden oluşan duvar yazınızı kaç arkadaşınız okur? Kaç kişi yorum yapar? Bence hiç şansınız dahi olmaz. Fakat blogcuların 500-1000 kelime arası yazdığı fayda yüklü makaleler hevesle okunuyor. Dahası bir sonraki yazı mail adresine bildirim olarak gelsin diye insanlar abone oluyor.

Bakın ben şu an burada misafir yazarım. Dün de Blog Hocam'da misafirdim. Uzun emek verdim yazabilmek için. Peki sizin Facebook duvarınıza katkı sağlamak için kaç arkadaşınız oturup saatlerce yazı yazar?

Tam da bunu söylemek istiyorum. Blog yazarları dijital medyanın gerçek sosyal karakterleridir. İlişkiler daha sağlıklı ve daha uzun ömürlüdür. Paylaşılan makaleler okuyucuya fayda sağlar. Bazen eğlendirir, bazen hüzünlendirir. Neticede okuyucu, almak/ulaşmak istediği bilgi veya duyguya bloglarda erişir. Milyonlarca blog yazarı olduğu için milyonlarca konu vardır. Bundan 9 yıl önce tanıştığım blog yazarı Eda Suner'i halen daha takip ediyorum. Eda Suner bir blog fenomenidir. Eğer merak edip araştırma gereği duyduysanız, Eda Suner Demirel olarak aratın. O artık evli ve ikinci soyadı var. Eda örneğini neden anlattım: Hiçbir sosyal platformda arkadaş olarak ekli olmamasına rağmen Eda'nın hakkında bilgi sahibiysem; bugün Facebook'un yaptığını biz blogcular yıllar önce yapıyorduk demektir. Kazanç kısmı ise emeğin karşılığı sadece.

Yukarıdaki örnekte olduğu gibi Evde Yazar'ı da uzun yıllar takip etmek ve iyi dostluklar kurmak ümidiyle: tüm blogculara başarılar diliyorum. Blog sahipleri birbirini takip etmeli ve bir yorum yapmaya, bir çay içmeye gitmelidirler.

Yazar Hakkında:

Yedi yaşımdan beri hep bir şeyler satmanın merakındaydım. Biyomedikal Teknikeri olmama rağmen Türkiye'nin en iyi bilişim akademisinin satış departmanında "uzman" pozisyonunda çalışıyorum. Ticareti sevdiğim kadar yazmayı da seviyorum. Tam dokuz yıldır blog yazıyorum. Bu yüzden iki tecrübemi birleştirerek iş hayatında rakiplerinize fark atmanızı amaçlayan HızlıAdam bloğunu oluşturdum. 1990 doğumluyum, sene 2014 ve ben bugüne kadar iki farklı kurumsal markada yönetici pozisyonunda çalıştım. Freelance otomobil alım satımından tutun e-ticaret de dahil bir çok gelir projesinde yer aldım. Evliyim ve bir oğlum var. Bu yüzden benim gibi hızlı yaşayıp, hızlı kariyer edinen kişilere hızlı adamlar diyorum;)
Devamını Oku

1 Temmuz 2014 Salı

Eski ramazanlar ve günümüze gönderme..

Samimiyeti hissedebiliyorum. Sözlük anlamıyla içten, açık yürekli davranmayı, candan olmayı, gönülden söylemeyi gerçekten de hissedebiliyorum. Bu demektir ki aksini de çok iyi anlayabiliyorum. Yani yapmacık olanı, yalanı, öylesine söyleneni, ya da “mış” gibi yapılanı da hemen anlayabiliyorum. Hani söylenir ya hep: “Nerede o eski ramazanlar mirim?” denir ya, ben değiştiriyorum birazcık ve diyorum ki: “Nerede o eski samimiyet, içtenlik, temiz duygular?

Çok eskilere değil de kendi çocukluğumun nostaljisine gitmek istiyorum bu yazıda. Kendi çocukluğumun ramazan günlerine..

Çocukluğumda hatırlıyorum da evde herkes oruç tutardı, liseye giden abim hariç.. Biz küçükler de “kuyruğundan tutardık orucu!” Yani öğlene kadar oruç tutmak demekti bu, büyümeye özenen, oruç tutmaya öykünen çocukları böyle kandırırlardı.. Abime “Sen de tut!” dediklerini hatırlıyorum ama “Tutmak zorundasın, hmmm!” diye baskıya maruz kaldığını hiç hatırlamıyorum. “Dinde zorlama yoktur.” kuralı bizim evde geçerliydi demek ki.. Akşam hep birlikte oturulan sofradaki tarhana çorbası kokusu, bir de sahurda mutfaktan gelen taze tava böreği kokusu kalmış aklımda eski ramazanlara dair..

Ramazan ve masumiyet 
Nerede o eski samimiyet..


Mahallede kim var kim yoksa hep birlikte teravih namazına giderdi benim çocukluğumda. Kasaba halleri işte, akşamları komşu gezmesi haricinde sokağa çıkan mı vardı o zamanlar, -belki hâlâ da aynıdır bilemiyorum- hele ki genç kızların sokağa çıkması ne mümkündü! Bu yüzden ramazan ayı gelince sevinirdi bence özellikle genç kızlar. “Maksi” tabir edilen, beli lastikli uzun eteklerini giyerler, en süslü oyalı başörtülerini takarlar, kol kola girip hep birlikte namaza giderlerdi. Ben izlerdim balkondan bütün bunları, çocuktum. Bir anekdot kalmış aklımda mesela; komşu kızlardan Emel abla, sevgilisine yazdığı mektubu maksi eteğinin beline sıkıştırmış bir gün namaza giderken, yolda düşürünce mektubu rezil olmuş.. Kızlar kendi aralarında anlatıp gülüşüyorlardı, tuhaf işte, neden hatırlıyorsam çocuk aklımla gizli gizli dinlediğim bu mevzuyu!

Din öcü değildi benim çocukluğumda. Şimdiki gibi hurafe edebiyatı, din edebiyatı da yoktu. Herkes kendi içinde dindardı ve herkes kendi içinde laikti. Bunlar bırakın sorgulanmayı, lafı bile edilmeyen konulardı.. Misal, benim babam her perşembe akşamı Türkçe Kuran'dan Yasin okurdu babaannemin odasında. Kulağıma şarkı gibi gelirdi sesi, makamlı okurdu zira, hepimiz huşu içinde dinlerdik; ama benim babam perşembe dışındaki bazı günlerde içki de içerdi. Atatürk'e yürekten bağlıydı herkes, “Atatürk seçime girseydi ancak %30 oy alırdı” diyen densizler yoktu mesela o günlerde.. Ülkenin kurucusu, hatasıyla doğrusuyla kabul edilir, hak ettiği saygıyı görürdü. Ne bileyim işte kimse kimseyi “az dindar, çok dindar” diye yargılamazdı. Çok dindar olup da yerlere kadar uzayan pardesü giyen, başına türban takan kadınlar olmadığı gibi, çok dindar olup da son model jiplere binen, evlerini saray konforunda döşeyip musluklarını altından yaptıran görgüsüz kişiler de yoktu o zamanlar, vardıysa da ben bilmiyordum. Demek gündeme gelmiyorlardı, ya da gösteriş ayıp sayıldığı için “zengin dindarlık” larını gizli gizli yaşıyorlardı.. Başı açık olduğu için kimse “az dindar” diye yargılanmazdı. Dedim ya herkesin dindarlığı kendineydi, kimse kimseyi bu anlamda sorgulamazdı, kimse kimseyi ayıplamazdı, oruç tutmuyor diye kimse dayak yemezdi. Diyorum ya samimiydi yaşananlar, ramazanlar da ayrı bir güzeldi sırf bu nedenle.

cocuk olmak
Çocukluğumun ramazanlarında din siyaset malzemesi yapılmadığı için herkes kendi içtenliğiyle, “gönül rızası” ile tutardı orucunu. Korkudan tutuyormuş gibi yapanlar yoktu, buna gerek yoktu çünkü.. Korkunun olmadığı yerde samimiyet filizleniyordu doğal olarak. Ramazanın gerçekten de kendine özgü bir ruhu vardı, insanlar ramazan ayında ekstra mutluluk yaşarlardı. Ramazan özlenen bir aydı.. Ben bunları bu şekilde anlatabiliyorsam, demek bilinç altıma çocukken böyle işlendiği içindir ve ne güzeldir böyle olması..
Her şeyde var artık kirlilik, en acısı da ne biliyor musunuz, klişe haline gelen “Nerede o eski ramazanlar mirim!” yakınması bile kısa bir süre sonra yok olup tarihe karışacak. Çünkü yeni nesillerin hafızalarında “eski ramazanların güzelliği” diye bir kavram olmayacak.. Yeterince ifade edemedim sanırım, Murathan Mungan'ın müthiş sözleriyle söyleyeyim yeniden, çünkü
“Biz büyüdük ve kirlendi dünya..

Artık çoğu iş yerinde ramazan ayında yemek çıkmıyor, insanlar işten atılmak korkusuyla oruç tutmasa da tutar “mış!” gibi yapıyorlar. Başkalarının dinsel hayatına müdahale etmek artık yükselen değer, ve artık kadınlar akşamları “maksi” eteklerini giyerek teravih namazına da gitmiyorlar pek. Sokaklar daha tekinsiz çünkü, insanlar daha çok zarar veriyor artık birbirlerine.. Bu konulara hiç girmek istemiyorum, içim acıyor..

Ne diyorduk, evet samimiyeti hemen hissediyorum, anlıyorum insanın gözüne bakınca ne kadar “kalpten” olduğunu.. İtiraf edeyim, televizyona çıkıp “ramazan, din, oruç, Allah, sadaka yardım, mümin kardeşlerimiz...vb.” gibi şeyler söyleyen o adamların çoğunun gözlerine bakamıyorum bile, samimiyetsizlikleri o kadar belirgin ve o kadar çirkinler ki...

Çocukluğumun temiz insanlarını, balkonda iftar topunun atılmasını bekleyişimizi, bir de dumanı tüten tarhana çorbasını çok özlüyorum; gerisi lâf-ı güzaf ( boş söz)


Mutlu bir ramazan dilerim oruç tutana da tutmayana da, sevgilerimle...
Devamını Oku