24 Haziran 2016 Cuma

Dün öyleydi...

Birden aklıma geldi, Facebook'daki “doğum günümü kim görsün?” ayarını “sadece kendim” olarak değiştirdim geçenlerde. Dedim ki bu sene de böyle olsun!

Eskiden çantalarda taşınan adres defterlerine kaydedilirdi doğum günleri, yani özen vardı, emek vardı. Deftere yazacaksın, ve o defteri sık sık kontrol ederek sevdiklerinin doğum gününü atlamamak için çaba sarfedeceksin. Çok sık baktığın için zaten o kaydettiğin doğum günü tarihleri, hafızana da yerleşecek!

sevgi, bir deniz yıldınızı suya atmakla başlar bazen...

Sonra cep telefonları çıktı. Çantada saklanan adres defterlerinin yerini alan bu aletlerin hatırlatma fonksiyonunu kullanmaya başladık. Birisinin doğum günü yaklaştıkça cep telefonumuzdan “bip biip” diye alarm sesi geliyordu ve yavaş yavaş hafızalarımızdan silinmeye başladı tüm tarihler. Öyle ya, nasılsa alarm vardı! Bazen alarmın azizliğine uğrayıp en sevdiklerimizin doğum günlerini atlar olduk. Karşı taraf “sen hiç böyle yapmazdın!” diye sitem edince ne söyleyeceğimizi bilemedik. Utandık; “telefonumun alarmı çalmadı!” diye bahane uydurmaya... Tam da aynı dönem, hazır mesajlar çıktı. Kopyala yapıştır bayram mesajları, kandil mesajları geliyordu cep telefonlarından. Okumadan silinen cinsten, ruhsuz ve anlamsız... Beşinci sınıf maniler gibi... Özen biraz daha azalmıştı...

sevgi emektir...

Derken derken sosyal medya çıktı. Utanmasa Facebook bizim yerimize listemizdeki arkadaşlarımıza doğum günü mesajı da gönderecek hale geldi. Ekranın sağ üstünde “yaklaşan doğum günleri” adlı bir liste yer aldı. Baktık geçtik, sonra o yaklaşan gün gelip çattığında Facebook bizi aptal yerine koyarak talimatlar vermeğe bağladı: “Bugün Ayşe'nin doğum günü, ona bir doğum günü mesajı yaz!” Biz de en kısasından “mutlu yıllar” yazıp geçtik. Eğer önem verdiğimiz bir kişiyse o kişi, mesajımıza “jpeg” hatta “gif “ formunda fotoğraflar ekleyerek vicdanımızı bir nebze daha rahatlatmış olduk. Bunun için sadece 1 dakikamızı ayırmak yeterliydi. Gittikçe daha da soğudu, rengi metalik griye dönmeye başladı duygularımızı ifade edişlerimiz... Oysa bir telefon etmek yetecekti; sesdeki heyecan, duygu geçecekti yürekten yüreğe...

sevgi, satır aralarını okumaktır...

İşte bu sebepten ötürü, o ruhsuz, kimi zaman benim de görev icabı attığım mesajları görmemek için, Facebook'da görünmez yaptım doğum günümü. Oh be, kafam rahatladı! Teknolojiye düşman falan değilim, elbette nimetlerinden yararlanalım. Ama kalbimiz ve ruhumuzu köreltmeden...

Dün doğum günümdü, hayatımda ilk defa doğum günüm olduğu için heyecanlanmadım, bir yanım buruktu... Facebook'dan bir tane bile mesaj gelmedi. En sevdiğim üç-beş kişinin özel jestleriyle kendimi çok daha iyi hissettim. Aramayanlar elbette oldu, olsun, canları sağolsun, hayat da zaten böyle bir şey...

Sadeleşmek güzel, bunu bir kez daha anladım.

Ve dedim ki kendi kendime:

Nice güzel, ışıklı, sağlıklı, mutlu, sanatla dolu, izleri kalacak güzelliklerle ve gerçek sevgiyle sarmalanmış, sevdiklerimle birlikte uzun yıllarım olsun." 

Elbette bu yazıyı okuyan herkes de, kendini hayallerinin tam da gerçekleştiği yerde bulsun...

sevgi özendir...


Not: 1 hafta tatilim başlıyor yarın. Kafam, yüreğim, düşüncelerim ve ruhum dinlenerek dönmek; hayata kaldığım yerden devam etmek ihtiyaç ve duygusu içindeyim.

Sevgilerimle...



Devamını Oku

22 Haziran 2016 Çarşamba

Turistlerin yoluna turkuaz halı serelim!

Turizm sektörü dibe vurunca, ve bu dibe vuruşun karşılığı milyon dolarlarla ifade edilmeye başlayınca bizimkileri aldı bir telaş. Söylemeyeyim söylemeyeyim diyorum ama olmuyor maalesef, başka türlü anlatmak ne mümkün! “Türkün aklı sonradan gelirmiş” diye bir söz var ya hani, valla ben söylemedim bunu, şimdi durduk yerde vatan haini ilan etmeye falan kalkmayın da, atalarımızın dilllerinin de kemiği yokmuş ben ne yapabilirim... Ama ne güzel laf, her duruma uyuyor, turizme bile cuk oturdu baksanıza...

Yurtta savaş, dünyada savaş” diye naralar atılırken, “misliyle karşılık verilir, gereken neyse yapılır, Türk'ün gücü...” şeklinde mantık süzgecinden geçmeyen anlık kararlar alınırken, ve bu durumu alkışlarken hangi kafayı yaşıyordunuz ey turizm sektörü! Yani şimdi Ruslar gelmiyor ya, bunu fırsat bilen Ukraynalı turizm yetkililerinin “ 1 milyon kişi getiririz ama fiyatları düşürün” talebini hoş karşılamaktan başka çareniz var mı? Ya tesisleriniz boş kalacak ve siz zarar edeceksiniz, ya da “En sevdiğim millet Ukraynalılar!” diyerek önlerine kırmızı halı sereceksiniz! Ha pardon, artık protokol halısı kırmızı değil de turkuazdı değil mi! Herşey o kadar hızlı değişiyor ki canım ülkemde, halı renklerinin değişimine henüz ayak uyduramadı benim algı limitleri, mazur görünüz. Gerçi milli takım da artık turkuaz giyiyordu öyle ya! “Türk” eşittir “Turk” mantığı mıdır bu değişimin altında yatan şey, nedir bilemeyeceğim, zaten buna da kafa patlatmak istemiyorum. Ama bütün dünyada yere serilen halı rengi kırmızı iken, turkuaz da hiç hoş durmuyor diye kendi fikrimi de söyleyeyim, neyse “ben bilmem büyüklerim bilir!“ Bilmeseler niye değiştirsinler kırk yılın halı rengini değil mi ama!


Dönelim konumuza. Memurlara “tatil kartı” verilecekmiş duyduğuma göre, “iç turizmde seneye patlama yaşanacak bu sayede!” diyordu geçenlerde bir yetkili. Yani memura açık çağrı yapılıyor, “git tatile, para harca, 12 ay taksite bağla, zaten takside alışıksın!” deniliyor. İyi de neden memur? Esnafın, sgk'lı özel sektör çalışanının tatile ihtiyacı yok mu? Böyle düşünmemek lazım, bu ihtiyaç meselesi değil ki, devletimiz memuru çok düşündüğü için mi böyle bir uygulama başlatıyor?


Sen, vergi dairesinde çalışan Hikmet Bey, çok yoruldun, git de azıcık dinlen, tatil yapmazsan verimsiz çalışırsın. Al sana tatil kartı!” mı diyor devletimiz. Yoo, sadece bir “yamama” yöntemi bu. Yani giyilen gömleğin turizm kolu yanlış politikalar nedeniyle delinmiş, memura “git orayı yama” deniliyor. Bir bakıma vatan borcu gibi bir seferberlik ilan ediliyor (!) Peki neden memurlar için böyle bir uygulama talep ediyor turizmciler? Çünkü turizmci biliyor ki memurun maaşı garanti. Bugünden yarına işsiz kalacağı meçhul olan özel sektör çalışanıyla gününü zor kurtaran esnafı turizmci ne yapsın... Gördüğünüz gibi bir sorunu anlatırken diğerine zıplamamak mümkün değil bu ülkede, girift haller içindeyiz.  Turizm battı sorunundan geldik mi işçiye, esnafa ve fakirliğe!

Bu ülkenin gerçekten çivisi çıktı. Bir zamanlar özel sektörde şahane maaşlar ve zamlar vardı. Artık özel sektör “bu sene kazanamadık, zam yok” deyip işin içinden çıkabiliyor, kimse de bunu denetleyemiyor! Maaşlar yerinde sayarken tatil nedir... Turizmci tabii ki memuru tercih eder, geleceği olmayan özel sektör çalışanının neyine allasen tatil yapmak!

Ama bir de şu var, bir tane bile turizmci çıkıp da “yurtta barış, dünyada barış” olsa, komşularımızla ve tüm dünyayla iyi geçinsek, iç barışı sağlasak, böyle sıkıntılarımız olmaz” demiyor... Neden demiyor, orasını ben bilmem, nereden bileyim, bilsem nee, bilmesem neee... 

Ama turizmciye “size de müstehak bu durum kardeşim” diyenler olursa eğer, onlara da bir şey söyleyemem!

Vatana millete faydalı hayırlı tatiller, bol güneşler; dikkat edin bu güneş fazla yakıyor!



Devamını Oku

16 Haziran 2016 Perşembe

Ölmez Otu'nun büyüsü


Bir ara şüphelendim. Dedim ki usta sanki kitaptaki 379 sayfanın her birinde, her cümlesinde başka başka sözcükler kullanmış gibi! Yok canım dedim, hiç öyle şey olur mu dedim... Öyle bir dans etmiş ki sözcüklerle, sanki hepsi başka başka gibi geliyor insana! O nasıl bir lezzettir, okurken içiyorsunuz sanki her yazılanı, hepsi birer yangınlı kor gibi yüreğinize işliyor. Yok böyle bir derinlik, yok böyle bir güzellik...

Diyorlar ya hani, Yaşar Kemal büyülü gerçekliğin üstadıdır diye, sonuna kadar hak veriyorum bu yoruma. Çünkü Ölmez Otu, aslında Çukurova'ya pamuk toplamaya inen ırgatların öyküsü gibi, ama değil gibi. İnsan, bir fukaralığı, bir ırgatlığı bu kadar mı güzel masalsı bir coşkuyla bezeyebilir! “Benim” diyen yazarın harcı değil bu, gerçekten de dahi olmak lazım böyle şeyler yazabilmek için. Bence Yaşar Kemal bir dahiydi, kelimelerin dahisi... Nobel verseler ne olur, vermeseler ne olur allasen... Güneşi “ipildeten” başka bir yazarımız var mı sanki!


Yaşar Kemal'in büyülü dünyası


Kitapta anlatılanlar aslında “basit” diye tabir edilen hayatlar, ama değiller işte. Öyle bir düş güçleri var ki; kartallara hükmeden, efsanelere inanan, kendi içlerinde kendi masallarını yaratan, o masalları yaşayan ve de yaşatan... Yoksulluktan kaçmak için sığınılan büyülü dünyalar, kırklara karışanlar, “efendimiz” katına erişenler ve o kattan inip bir günde eskisi gibi tekrar köylü olmaya devam edebilen kahramanlar... Gökyüzünde kocaman karaltılar oluşturan kartal sürüleri, sivrisineklerin sokmasından derisi kan içinde kalan ırgatlar... Ama bu anlatılanların hiçbiri ajite edici değil, tam tersine, orada büyülü bir dünya varmış gibi, insanın dokuneveresi geliyor yumuşacık pamuklara ve her şeye... Sanki oradaymış gibi, içine domates katıldığı için şölen havasında yenilen bulgur pilavının kokusu, insanın burnunun direğinde sızlıyor!

Ölmez Otu'nu okuduktan sonra, Yaşar Kemal'in okumadığım ne kadar kitabı varsa hepsini okumak için bir kez daha kendime söz verdim. 

Böyle değerlerimiz var; ve biz, bunun için çok şanslıyız...


Devamını Oku

10 Haziran 2016 Cuma

Giriş - Gelişme - Sonuç


Giriş

Geçen hafta ablamı kaybettim ya, o gün bugündür biraz tuhafım. Yani hayata bakıyorum, “giriş, gelişme, sonuç” bölümleri olan öyküler görüyorum. Bazılarının hayat hikayelerinde giriş bölümleri uzun. Onlar, çocukluğunu iyi geçiren şanslı kişiler. Uzun uzun anlatırlar çocukluklarında gittikleri yaz tatillerini, kalabalık ailelerinde yenilen bayram yemeklerini, çocukluk arkadaşlarıyla nasıl oyunlar oynadıklarını, ilk oyuncaklarını... Onların her yaş gününden foroğrafları da vardır. Dantel örtülü bir masanın arkasında asılı balonlar, masada pastalar ve türlü kurabiyeler... Aile efradı yanyana dizilmiş, doğumgünü çocuğuyla birlikte objektife gülümsüyor. Hikayelerindeki giriş bölümü en uzun olan çocukların doğumgünü fotoğraflarında palyaçoların bile görüldüğü olur.  Onlar, yani hayat hikayelerinin giriş bölümünü uzatanlar, hep çocukluklarına dönmek isterler. Şımartıldıkları, sevgiyle sarmalandıkları, kavga gürültünün olmadığı, tatillere gidilen o günler, hep pembedir onlar için...




Bazı hayat hikayelerinde ise giriş bölümünü hiç anlatmak istemez baş karakterler; bir satırla “şu tarihte doğdum” diyerek bir şekilde gelişme bölümüne bağlantı yaparlar. Çünkü anlatırken, hafızalarının en kuytu köşelerine atıp unutmak istedikleri kötü anıların tekrar canlanmasını istemezler. Çocukken fakir olanlar, bir oyuncak bebeği bile olmayanlar, annesini küçük yaşta kaybedenler, hatta annesini hiç tanımamış olanlar, çocukluklarını hastahanelerde geçirenler, çocukken şiddet görenler ya da şiddet dolu bir ortamda yaşayanlar, terkedilmiş çocuklar ve bir de çocukken kendilerini bir şekilde dışlanmış hissedenlerin ayrıksı hayat hikayelerinde, işte bu yüzden giriş bölümü çok kısadır....

Gelişme

Gelişme bölümü de ayrı muamma... Hayatını güzel yaşayanlarda giriş bölümünün tam tersine bu bölüm kısadır.

Kolejde okudu, güzel bir üniversiteyi kazandı, master yaptı, okurken aşık olduğu meslektaşıyla peri masalı gibi bir düğünle evlendi, ailesinden çok destek gördü, bir kız bir oğlan şahane çocukları oldu, çok güzel dostları vardı, güzel bir evde yaşadı, tatillerde dünyayı gezdi, hiç hasta olmadı, güzel yaşadı, güzeldi hayatı.”

gibi bir gelişmeyi nasıl detaylandırabilir ki insan... Bence hikayelerde uzun uzun anlatılan kısımlar hüzünlerdir, mücadelelerdir, üstesinden gelinen zorluklardır, biraz da acılardır. Ki çoğumuzun hayatında gelişme bölümü uzundur; biraz da bu yüzdendir kendimizi yazmaya çizmeye verişimiz... Bu yazılar burada yazılmadan önce, yazan kişi kimbilir hayatın hangi acılı süzgeçlerinden geçmiştir, geçmektedir, ve umarım bir daha geçmeyecektir...

Sonuç

Sonuç herkes için kısa bir cümle...  Boşluğu dolduracak bir iki sözcüğe ihitiyaç var, gerisi belli ...

...... nedeniyle hayatını kaybetti! “



Sonuç2:


Bu hayatta dolu dolu ve olabildiğince mutlu yaşamak lazım; kalp kırmadan, sevgiyle ve mümkünse olabildiğince sanata dair birşeyler bırakarak...



Devamını Oku

9 Haziran 2016 Perşembe

İçimdeki ses susmak bilmiyor!

Bazen anlamak, satır aralarını okumak insanı o kadar yoruyor ki! Günlerdir içimdeki öteki benle konuşup duruyorum. Daha doğrusu ben istemiyorum, o ısrarla bana herşeyi gösteriyor. İncir çekirdeğini doldurmayacak saçma dedikodular yüzünden yıllarca küs olan ve cenaze nedeniyle birbirlerine sarılan bir baba kızı gösteriyor mesela. “Bak” diyor, “Cenaze kalksın, yine küsmeye devam edecekler” diyor. Sonra yüneticisine yalakalık yapan salak mı salak bir çalışanı gösteriyor: “Bak” diyor, “Yönetici arkasını dönünce nasıl da atıp tutmaya başlayacak!” Sonra parti başkanı değiştikçe eğilme açısını yeni başkana doğru çeviren vekilleri gösteriyor: “Bak” diyor, “Bu başkan düne kadar mükemmeldi, bak alaşağı edilince yüzüne bakan kalmadı” diyor. Bir sürü birilerini gösteriyor, biraz o taraftan biraz bu taraftan, hiçbiri ile hemhal olamıyorum ne yalan söyleyeyim, sadece yoruyor bütün bunlar beni.

Bana ne, ne yaparlarsa yapsınlar, kafaları yok mu onların, kafalarını kullansınlar” diyorum, “yeter artık, anlatma böyle şeyleri” diyorum, “duyarsız mısın?” diyor. “Evet duyarsızım, hatta bu saatten sonra en bi öz bi duyarsızım, ne yapabilirsin ki” diyorum. Susuyormuş gibi yapıyor da susmuyor yine de...



Böyle film seyreder gibi seyrediyorum olan biteni. Dün akşam mesela şaşırdım televizyonda görünce. Milli Takım bir Avrupa turnuvası mı bir şeye katılıyormuş bu sene. Dakikalarca süren Fatih Terim'li bir reklam çekmişler. Adam başarılı, gerçekten başarılı. Yani ne yapıp edip bir şekilde başarıyor. Böyle insanlar var, kendini işine adamış, başarıya doymayan, bütün dünyayı yönetmeye çalışan birileri var. Hemen hemen hepsinde aynı çakmak çakmak bakışları görüyorum; duygusu olmayan, birbirine benzeyen, ürkütücü bakışlar! İktidarın başındakiyle ana muhalefetin başındaki aynı gözlerle bakıyor mesela. Üvey annenin sahte bakışı neyse, Fatih Terim'de de o bakış var! Ben hiçbirinin gözüne bakamıyorum. Bu kadar başarı hırsı ile dolu olan, bu kadar egosu yüksek olan insanlar beni ürkütüyor.

İçimdeki ses hiç durmuyor, konuşuyor da konuşuyor. İşaret ettiği şeylerin bazılarına çok üzülüyorum, mesela her gün terör var artık bu güzel ülkede. Ölenler için birileri “şehit olmak çok güzel bir şey” diyor ve binlerce korumayla zırhlı araçlarla gezmeye devam ediyor. Öte yandan devletin parası bitmiş, bütün çalışanlardan her ay 100'er lira kesecekmiş güya bir şey sigortası için, derdi fon toplamak! Almanya ile ilişkiler kopma noktasına gelmiş, “bak bak” diyor, “Rusya ile aramız bozuldu, turizm ve bavul ticareti göçtü, şimdi de Almanya ile bozulacak, tekstil hepten bitecek” diyor. “Ne yapabilirim” diyorum, “demokrasi böyle bir şey” diyorum. Yine de durmuyor, “Geçen gün İsviçre'de referandum oldu, konu çalışsın çalışmasın herkese 2500 dolar garanti maaş verilsin mi konusuydu, %78 oranında hayır oyu çıktı. İsviçreliler bu maaş yüzünden tembellik oluşur, hem çok göçmen gelir, istemiyoruz maaş demişler” diyor. “Demokrasi” işte diyorum, susuyorum.

İçimdeki ses çok fena bu aralar, hem görüyor, hem konuşuyor, hem de sustukça susuyor!


Hayır olsun, güzele evrilsin bütün bunlar...
Devamını Oku