22 Mayıs 2019 Çarşamba

Lviv Gezi Hikayem -10 / Lviv’de Opera Keyfi

Bugün 7 Nisan, lviv'de 3. gecemiz. Akşam saat 18:00’de operete biletimiz var. Evimizin konumu harika olduğu için on dakikada Opera Binası’nın önüne geliyoruz. Sanki Kadıköy’deyiz de evden çıkıp Süreyya Operası’na gidiyormuşuz gibi. Demek insanın ruhundaki sanata eğilim, kalacağı yere de etki ediyormuş! Ne çıkarım ama, gördüğünüz üzere yine uçuşlardayım.


Lviv Opera Binası
Şehir akın akın Opera’ya geliyor. Yani ılık bir pazar akşamı alternatif pek çok şey yapmak varken, insanlar opera izlemeyi tercih ediyor. Rynok Meydanı cıvıl cıvıl. Sanatla coşuyor içim, ne güzel… 


Opera Binası Önü - Rynok Meydanı

Bizdeki  opera izleyici kitlesi genelde orta ve ileri yaşlılardan oluşuyor. Burada ise gençlerin ve hatta çocuk denebilecek kadar küçük ergenlerin, liselilerin çokluğu dikkatimi çekiyor. Tam da konu buraya gelmişken atalarımızın meşhur sözüne ilave yapmak geliyor içimden: 

“Ağaç yaşken eğilir, opera çocukken sevilir!”





Salon, Avrupa’nın sayılı salonlarındanmış. Gerçekten de binanın dışı kadar içi de mükemmel. Yüksek tavandaki yaldızlar, localardaki minik heykeller, kırmızı koltuklar ve dev sahne çok etkileyici.
 İhtişam tek kelimeyle göz alıcı!


Yerimiz 3. kat yan localardan birinde. Loca 8-10 kişilik. Arkaya doğru üçgen şeklinde daralan  alanda üç sıra sandalye var. Biz ikinci sıradayız. Önümüzde ise liseli ya da daha küçük dört beş çocuk oturuyor. Yan localarda da gençler göze çarpıyor. Şaşırıyorum. Operadaki çocukları “Operada hayalet” görmüş gibi hayretle izliyorum. Locaların hemen hemen hepsi dolu. Derken ışıklar kararıyor.

İlk kez 1905 yılında Viyana’da sergilenmiş “The Merry Widow/ Şen Dul” opereti. "Operetlerin Kraliçesi" diye de adlandırılıyor kendisi. Konusunu önceden okuduğumuz için üç perdeli Ukraynaca temsilde sıkılmıyoruz. Valsler, polkalar ve hatta Paris’in Moulin Rouge’unda doğan “Cancan” dansları ile gayet eğlenceli bir operet bu. Hani var ya  kırmızı eteklerini açıp kapayarak dans eden neşeli kızlar. İşte o dans Cancan!

Önümüzdeki çocuklar pür dikkat izliyor sanıyorum; ama  baktığımda görüyorum ki locanın kenarına kollarını dayayıp çoktan uykuya dalmışlar bile. Bu duruma gülümsüyorum.  Ne yalan söyleyeyim, aksi olsaydı çok kıskanacaktım. Uyusalar bile ayakları alışsın yeter diye düşünüyorum. Birinci perde bitiyor.

 Gün içinde sokakta dinlenirken  İstanbul’dan gelen bir çiftle ayaküstü tanışmıştım. Opera hakkında şöyle bir ipucu vermişlerdi:

Aklınızda bulunsun; birinci perdede ön sıralardaki boş yerleri gözünüze kestirin. İkinci perdede yerinizi değiştirebilirsiniz! Biz öyle yaptık!”  Sanat kotasından ruhuma sevimli gelen canım hemşehrilerimin bu önemli tavsiyesinden cesaret alıyor ve ilk arada iki kat aşağıya iniyoruz. 
Ana salon geniş ve ferah.


Orkestra çukurunun tam arkasındaki birinci sırada en kenarda iki koltuk boş. Bu koltuklar 1000 Grivna, yani 200 TL! Demek ki pahalı olduğu için kimse satın almamış. Biraz çekinerek de olsa güzelce oturuyoruz yeni yerlerimize. Yaşlı bir adam geliyor yanımıza sonra. Bütün nezaketiyle Ukraynaca bir şeyler söylüyor, anlamasak da hiç bozuntuya vermiyoruz

“Arkada rahat göremediğim için öne gelmek istedim. Umarım sizce sakıncası yoktur, sizi rahatsız etmiyorum ya!” dediğini varsayarak gülümsüyoruz adama. Sanat böyle bir şey işte; nezaket ve gülümseme  olmadan tanımlanamaz bir durum. Ve farklı dillerde konuşulsa da anlaşmayı sağlayan bir sihri var. 

İkinci ve üçüncü  perdedeki dansları ve şarkıları yakından izlerken konuya iyice adapte oluyoruz. Müzik, ışıltılar, pırıltılar ve güzel oyuncular ile  nefis bir sanat deneyimi yaşıyoruz. Üstelik kişi başı sadece 20 TL!

Saat dokuza doğru temsil bitiyor. Açız;  Mc Donalds’a giriyoruz.  Fiyatlar İstanbul ayarında. İnternet ise jetgiller familyasından! Zaten bu şehirde tramvay dahil her yerde internet bu familyadan!
Doyduktan sonra çıkıyoruz dışarıya,  Rynok Meydanı’nın enerjisi içimize coşku ile işliyor. 

Hayat gerçekten de güzel; 

Macera devam ediyor,

To be continued…


Devamını Oku

16 Mayıs 2019 Perşembe

Lviv Gezi Hikayem -9 / Lviv’de 2. Gün / Market ve Kahvaltı

Bugün 07.04.2019 Pazar.  Lviv'de ikinci günümüz. Açıkçası sabah sabah tatlı yemek içimizden gelmiyor. Biraz da üşengeçlik var.  Alternatif düşünmek lazım. Dışarıya çıkmadan, evde yayıla yayıla kahvaltı etmenin bir yolu olmalı. Gelirken sıcak suda çözülen iki tane çorba atmıştım çantama. Bir de küçük ponçikler vardı. Havaalanında atıştırmak için mahallemizin pastahanesinden almıştım ya, işte onların bir kısmı duruyor. Üstelik hala tazeler. İçleri boş, tuzlu; pufidik pufidik hem de. Menü gözümde canlanıyor, tam da istediğim şey bu!  Suyu kaynatıyorum. Mavi ışıkları yanıyor cam ısıtıcının. Mis gibi ezo gelin çorba ve ponçiklerle yaptığım kahvaltı çok iyi geliyor mideme.


Lviv Sokakları
Bence insanın genetik kodlarında var damak tadı. Nereye gitse oranın yemeğine hemencecik adapte olanlara şaşırıyorum ben zaten. Onlar normal insan değil. "Gezgin" kategorisinde, genetik ve coğrafik hikayelerinden arınmış, çoktan "dünya vatandaşı" olmuşlar. Bense "dünya vatandaşı"  falan değilim. Hatta yeme içme konusunda kendimi "Muhafazakar Türk" olarak tanımlasam hiç de abartmış olmam! Bu konuda yeniliklere açık olmadığımı iyi biliyorum. Mesela bilmediğim yemeklere uzak dururum. Kokusunu ve tipini sevmediğim yiyeceğin kıyısından bile geçemem! Sarımsaklı yoğurtla mantı yiyen, zeytini martinide süs olarak değil, ekmeğe katık eden; kahvaltıda siyah çaydan vazgeçmeyen bildiğiniz Türklerdenim. Tadına bakmak için yaptım işte buranın kahvaltısını bir kere. Yeter bu kadar! Her gün olmaz, sıkılırım, aç kalırım, mutsuz olurum sonra!  Çantama evdeyken attığım (iyi ki de öyle yapmışım) sallama Rize çayını keyifle yudumlarken bunları düşünüyor ve gülüyorum bu hallerime. 

Evde konaklamak ne güzel şey! Otelde kalsak tatlı kahvaltılara mecbur olacaktık. Başka ülkelere gitme fırsatım olursa eğer, (İnşallah, amin) kesinlikle yine evde kalırım diye geçiyor aklımdan. En azından damak tadıma göre kahvaltı yaparım. 


Lviv Sokakları

 Öğlene doğru çıkıyoruz evden. Akşama opera var. O yüzden fazla yorulmamaya ve merkezden uzaklaşmamaya karar veriyoruz. Zaten insan bu şehrin sokaklarında gezmekten hiç bıkmıyor ki! Aynı sokaklardan geçsem dahi her seferinde ayrı bir detay yakalıyorum, bol bol fotoğraf çekiyorum.

Türk kahvaltısı yapmak isteyenler için tavsiye edilen bir cafe olduğunu okumuştum. Ama bu cafeye gitmek de pek içimden gelmiyor ne yalan söyleyeyim! Kimbilir hangi çakma ürünü sunacaklar diye düşünüyorum, cesaret edemiyorum. En iyisi alışveriş merkezine gidip kalan günler için kahvaltılık almak!

AVM deyince bizdeki gibi şehir dışında kalmış devasa saçma sapan bir yer getirmeyin aklınıza. Beyoğlu’ndaki taş binalar gibi tarihi bir yer Roksolana. Hem de şehir merkezinde. Yanına yaklaşmadan AVM olduğu kesinlikle anlaşılmıyor. Önünde  ne kocaman kocaman tabela kirliliği var, ne de reklam! İçeriye girince ise gayet şık mağazalarla karşılaşıyoruz. Girişteki asansörle bir kat aşağıya inince Carrefour gibi büyük bir market var. Ben normalde AVM gezmeyi hiç sevmem. Alışverişimi mahalledeki küçük dükkanlardan yaparım. Ama burası başka! iyi ki  gelmişiz Roksolana'ya! Çünkü Lviv yerlilerinin yeme-içme alışkanlıklarına tanık olmak için bu alışveriş merkezi biçilmiş kaftan!


Roksolana AVM
Sebze meyve reyonları oldukça küçük. Bizdeki gibi rengarenk ürün yok. Bir köşede zavallı küçük domatesler, içi geçmiş mandalinalar, bizdekinden farklı patates çeşitleri, lahana ve bir iki tane karnabahar görüyorum. Salatalıkların yüzeyleri sivilceli gibi pütür pütür. Muz, pomelo gibi ithal meyveler ilginç bir şekilde bizdekinden ucuz. Mesela muzun kilosu altı liraydı. Dolma biberler sarı, kırmızı ve çok kalın. Asla dolma yapılmaz bunlardan! Ancak garnitür olurlar. Demek burada yaşasam, hayatımdan dolmayı çıkarmak zorunda kalacağım! Hmm, düşündürücü... Biber, patlıcan falan görmüyorum. Ispanak da yok sanırım.  Dedim ya taze sebze meyve reyonları zayıf. Belki de açık semt pazarında durum daha farklı olabilir, görmek lazım.  Pişmiş tavuk, dondurulmuş deniz ürünleri, balık, et, hazır meze ve yemek bölümleri ise oldukça zengin. Ben mide hassasiyeti olan mızmız biri olarak bu reyonlara pek ilgi göstermiyorum.

Çeri domates, biraz peynir, elma, portakal, sivilceli salatalık, muz ve güzel bir ekmek alıyoruz. “Bir de zeytin olsaydı keşke” diye düşünürken rafların alt kısımlarında salamura yeşil ve siyah zeytin görüyorum. Belli ki çok tercih edilmeyen ürünler bunlar, kıyıda köşede kalmışlar. Ama ben, bulduğuma çok seviniyorum. Siyah zeytinin çekirdeği çıkarılmış ve gayet gergin görünüyor. Gerçi sonradan fark edeceğim üzere zeytinin hiç yağı ve tadı yok, ama olsun. Bir de üzerinde "ayı" resmi olan küçük bir bal alıyoruz. Bizim bal kavanozlarında "arı" resmi olur, bunlarınkinde "ayı" var! Eve gelip tadına bakınca anlıyorum "ayı" ile "arı"nın farkını. Emek veren arı bal gibi; mideye indiren ayının ise ne tadı var ne lezzeti! 

Şampuan, peçete, bira derken bildiğimiz ev alışverişi yapıyoruz. Çok hoşuma gidiyor bu durum. Kendimi sanki bu şehrin bir parçasıymışım gibi hissediyorum. Tatile yeni bir boyut katmanın verdiği mutluluk yayılıyor içime. 
Lviv Sokakları

Markette kasa haricinde hiç görevli yok. Sebze bölümlerinin  üzerinde bir kod var, kendin tartıp kendin yapıştırıyorsun barkodu poşetin üzerine. Kiril alfabesi bana mısın demiyor. Sistemi hemen anlıyor, sivilceli salatalıklarımızı bile kolayca tartıyoruz. 

Fiyatlar üç aşağı beş yukarı İstanbul ile aynı.  Kasada poşete para veriyoruz. Ama gayet kalın ve dayanıklı bunların poşeti. Bizdekiler gibi uyduruk değil. 

Eve dönüyoruz. Çay demliyoruz. Güzel bir kahvaltı yapıyoruz, biraz dinleniyoruz. Artık operaya gidebiliriz. 

Macera devam ediyor,

To be continued…



Devamını Oku

7 Mayıs 2019 Salı

George Orwell 1984 kitabı ile mide krampları!

1984


Bazı kitaplar vardır, ismi aklınızın bir köşesine kazınmıştır, okuma listenizin ilk başlarında yıllarca durur da nedense bir türlü okuyamazsınız ya! George Orwell'ın 1984 kitabı da öyleydi benim için. 1944 yılında yazdığı Hayvan Çiftliği kitabını soluksuz okumuştum, hem okumuş hem de iktidar denilen kavramdan nefret etmiştim.
Bu kitap da öyle, okurken iktidar denilen kavramdan, içinde bu hırsı taşıyanların hepsinden yine nefret ettim...
 Çünkü yazar, 1948 yılının penceresinden bakarak 1984 yılındaki baskıcı rejimi kurgularken, değindiği ayrıntılarla gerçekten de o baskıyı içinizde hissetmenizi sağlıyor. Düşünce Polisi var, Big Brother denilen partinin tepesindeki adamın her yerde broşürleri var, “Büyük biraderin gözü üzerinde” yazıyor nereye baksanız!

İzleniyorsunuz, telefonlarınız dinleniyor, sürekli propaganda altındasınız, düşünmeniz yasaklanmış, sorgulamanız söz konusu bile olamaz. Her evde mecburen var olan televizyonlarda hem propaganda yapılıyor, hem de ne yaptığınız, ne konuştuğunuz o televizyonlar aracılığı ile bir yerlerden izleniyor. Yazarın kurguladıklarının günümüzde gerçekleştiğini düşündüğümde, daha bir ürperdim kitabı okurken.

Parti propagandası eşitlikten bahsetse de halk ile yöneticilerin standartları arasında uçurumların olduğunu söylememe bile gerek yok, ve ne yazık ki halk bunun farkında değil, tam da tahmin ettiğiniz üzere!
Aşk, bağlılık, arkadaşlık, akrabalık duyguları köreltilmiş, aşk evliliği yapmak zaten yasak! Evlilik sadece partiye yeni çocuklar doğurmak anlamını taşıyor. Zaten çocuklar kendi anne babalarını partiye çok rahatlıkla ispiyonlayabilecek şekilde eğitiliyorlar. Kulaklarıma “en az 3 çocuk yapıınnn!” söylemi geliyor bu noktada, inanın kusacak gibi oluyorum kitabı okurken!
Parti “çiftdüşün” diye bir teknik geliştirmiş, bu sayede akla mantığa aykırı ne varsa “parti bağlılığı adına” rahatça sorgulamadan kabul edilebiliyor. Toplumsal hafıza tamamen yok edilmiş, hani “balık hafızalıyız” diyoruz ya, bu durum çok çok güzel parti menfaati için kurgulanıyor.
Partinin sloganı şöyle:
       
                                          
Ne kadar tanıdık geliyor değil mi, tanıdık geldikçe ne kadar da ürkütüyor insanı! Yeni söylem diye bir dil geliştirmişler, bu dilde kendi fikirlerine uymayan ne kadar kelime varsa hepsini atmışlar. Amaç çok masum görünüyor, “Düşünce suçunu ortadan kaldırmak!” Çünkü düşüncelerini ifade edecek sözcükleri bulamayan insanlar, bir süre sonra düşünmekten de vaz geçecekler!

Kurgunun en çarpıcı taraflarından biri de resmi tarihin parti tarafından sürekli güncellenmesi! Evet, işlerine geldiği gibi eski gazeteleri, kitapları, belgeleri değiştiriyor, hepsini yeniden basıyor ve böylece geçmişteki suçları yok ediyorlar, hatta insanlar hiç yaşamamış gibi tarihten siliniveriyor.
 Demem o ki, kitabı okurken iktidar hırsının nerelere varacağını düşünmekten mide krampları yaşadım! Belki de bu kadar negatif bir ortam anlatıldığı için 15 gün sürüklendi elimde kitap. Okurken geriliyor  insan, reddedesi geliyor her şeyi! Atıyorsunuz kitabı elinizden! "Yok artık!" diye söylenerek hem de!

Kitaptaki kahramanımız Winston, orta halli bir memur ve bütün bu propaganda ve baskıya rağmen partinin söylediklerinin yalan olduğunu düşünüyor, yasak olduğu halde aşık oluyor hatta, bu ne cüret!
Elbette düşünce polisi yakalıyor kendisini ve yıllarca süren işkencelere tanık oluyoruz sonrasında.
Yani ne diyeyim, herkesin okuması, ders alması, üzerinde düşünmesi gereken bir kitap bu. Evet keyifli değil içinde anlatılanlar; ama çarpıcı, sarsıcı, herkesin yüzleşmesi gereken gerçeklerle dolu bir kurgusu var.
Okuyun, okutun diyorum...
Yorumlarınızı merakla bekliyorum kitap hakkında!
Edit: 2014'de yazmışım bu yazıyı, bu sabahki ruh halim "yeniden yayınla" dedi... (07/05/2019)







Devamını Oku

4 Mayıs 2019 Cumartesi

Lviv Gezi Hikayem -8 / Avlular, Sokaklar ve Opera Bileti


Bugün şehirde ilk günümüz. Öğlene doğru dışarıya çıkıyoruz. Hava biraz bulutlu, ama soğuk değil. Kahvaltı için bilinen bir kafeye gidiyoruz. Kahve ve vişneli krep alıyorum. Aslında tam krep de değil bu. İncecik çıtır hamurun içine meyve jöleli, reçel gibi nefis bir dolgu malzemesi koymuşlar. Sebzeli tuzlu dolgu malzemeleri de var, farklı tatlılar da var. İçeriğini tam bilemediğim tuzlulara hiç bakmıyorum. Kafe sakin, yan salona geçiyoruz.

Rende ampul
Küçük ama çok sevimli bir yer burası. Bildiğimiz mutfak rendesinin içine ampul koyup duvar aydınlatması yapmışlar. Sarkıt merdanelerle süsledikleri tavan avizeleri de çok yaratıcı! Renkler, müzikler gerçekten nefis bir ambiyans yaratıyor. Kahvelerimizi yudumlayıp kreplerimizle tıka basa doyuyoruz.

oklava avize
Yeri gelmişken söyleyeyim; Lviv'de gittiğimiz kafelerin hepsi birbirinden güzel. Hiçbirinin dekorasyonu diğerine benzemiyor. Ön plana çıkan estetik değerler gerçekten de insanın ruhunu okşuyor. Örtüler, tablolar, çikolata kokuları, kahve buğuları, şaraplar ve likörler...

Henüz İstanbul’dayken yer ayırttığımız “The Merry Widow / Şen Dul” operetinin biletlerini almamız lazım bugün. Sanki hayatımız boyunca bu şehirde yaşıyormuş gibi bu işi de kolaylıkla hallediyoruz. Opera Binası’nın içinde değil de yan sokağındaki 37 No’lu gişede satılıyor biletler. Yerimiz ikinci kat yan localarda. Bilet fiyatı 100 Grivna; sadece 20 TL. Sanata erişebilmek güzel şey doğrusu! En öndeki yerlerin fiyatı 1000 Grivna’ya yani 200 TL’ye kadar çıkıyor. Sonradan anlatacağım gerçi ama, ikinci ve üçüncü perdeyi en önden izliyoruz biletlerimizle. Turist olmak belki de şanslı olmayı gerektiriyordur.


Lviv’deki operaya İstanbul’dan nasıl rezervasyon yaptırdım?
Lviv'in muhteşem Opera Binası 
Kharkov’a gittiğimizde opera biletini aynı gün gişeden almıştık. Ama Lviv’de aynı gün yer bulmak pek de kolay değil. Önceden ayarlamak lazım. İnternetten oluyor bu iş ama
rezervasyon yaptırmak için de Ukrayna telefon numarası gerekiyor. Çünkü telefona karekod gönderiliyor. Peki bu sorunu nasıl çözdük? İnsan isteyince ve azmedince çözemeyeceği problem yok gerçekten de. Zira aradığımızda gördük ki, internette geçici Ukrayna tel numarası veren, bu tel numarası sayesinde karekod alabileceğimiz siteler var! Üstelik de hiç bir ücret almıyorlar!

Bilet işi de tamam olduğuna göre sokaklarda dolaşmaya başlıyoruz. Daha önce de söylediğim gibi her yer tarihi binalarla bezenmiş bir film platosu gibi. insan gezmeye doyamıyor.
Lviv Sokakları
Özellikle binaların avluları çok ilgimizi çekiyor. Binaların aralarında bizdeki apartman boşluklarına benzeyen alanlar var. Bu avlulara sokaklardan girilebiliyor. Kimilerinde camdan cama asılmış çamaşırlar, kimilerinde heykeller, kimilerinde sadece sessizlik ve belki bir tane kedi… Avlulara giriyoruz, avlulardan çıkıyoruz. Turistik yazılara konu olmayan bu isimsz mekanların bazıları park gibi, bazıları müze gibi. Çoğunlukla bir bakışta hikayelerini döküveriyorlar eteklerinden. Sadece görmek lazım, sadece görmek... 

Günlerden cumartesi ya bugün; etraf kalabalık. Hava güneşli, sokaklar aydınlık. Sanki titiz bir anne gelmiş de bütün sokakları sabun köpükleriyle yıkamış paklamış gibi. Arnavut kaldırımlı yolların her bir taşı ayrı parlıyor. Yürüdükçe yürüyesi geliyor insanın. Küçük dökme demirden çöp kutularının hiç birinin ağzından bir şey taşmıyor. Bir sağa bir sola bakarken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorum bile. Yorgunluk da yok üstelik. Sanki büyük bir tatil köyünde dolanır gibi keyifliyim.

Lviv'de bir reklam çekimi
Aslında insanların giysilerine pek dikkat etmem. Ama burada birden fark ediyorum; genç yaşlı herkes ne kadar özgün ve şık! Bizde soğuk günlerde nasıldır giysiler? Genelde siyah, gri gibi koyu renklerde içi elyaflı kabanlar giymez miyiz? Polyester kumaştan parlak, su geçirmez montlar giymez miyiz? Burada insanlar kendilerini koyu renklere ve sentetiklere hapsetmemişler. Morlar, maviler, bordolar uçuşuyor sokaklarda. Ve insanlar sentetik olmayan, parlak olmayan ve birbirine benzemeyen paltolar ve ceketler içinde gerçekten de şık görünüyorlar gözüme. İbrahim'in lafı geliyor aklıma: “Herkes ne kadar da  bakıyor kendine!”

Şehir merkezindeki hiç bir sokaktan araba geçmiyor. Hiçbir tabela gözü yormuyor. Bütün sokak adları,taş binaların köşelerine  hem Kiril hem de Latin alfabesiyle, hep aynı kahverengi tonda ve hep aynı estetik harflerle yazılmış. Sadece bir tabela görüntüsüyle bile içimi kaplayan huzura ben de şaşırıyorum.

Sanki bütün şehir bir sanatçı elinden çıkmış gibi. Abartmıyorum; çünkü yaya geçitleri bile estetik detaylar düşünülerek tasarlanmış. Nasıl mı? Anlatayım efendim anlatayım.
Lviv Kaldırımları



Arnavut kaldırımları nasıldır? Bütün taşlar siyahtır, ya da koyu gridir değil mi?  Ve taşların hepsi aynı yöne bakar. Oysa bu şehirde taşları ya kızıl kahverengi kullanarak, ya da normalin tersi yönünde döşeyerek yaya geçidi sorununu basit ve estetik biçimde çözmüşler. Hoş bu yaya geçitleri olmasa da olur! Çünkü araba trafiği olan caddelerde zaten yayayı gören bütün sürücüler, sorgusuz sualsiz ve kornasız duruyorlar.

Sokaklarda o kadar insan var, ama kaldığım süre içinde cep telefonuyla bağıra çağıra konuşan birini gerçekten de görmüyorum. Şehirde genel olarak gürültüsüzlük hakim; sadece şarkı sesleri ve coşku çarpıyor gözüme.

İtalyan Pizzacı


Akşam İtalyan pizzacısına gidiyoruz. Ortam kalabalık, fiyatlar oldukça makul. Yemekten sonra soluğu tabii ki yine vişnecide alıyoruz. İnsan bu şehirde hep sokakta olmak istiyor. Evcimen ben bile sokaklarda olmaktan çok ama çok mutluyum.

Macera devam ediyor,

To be continued...






Devamını Oku