29 Temmuz 2016 Cuma

Birlikte romantik komedi yazalım / BÖLÜM -2


Öykünün birinci bölümünü okumayanları buraya alıp devam edelim: 

Karmaşık duygular ve düşünceler içinde hızla yürüdü adam. Kadının “gitmeyeceğim bir yere“ dediği yere kadar yürüdü. Ama kadın yoktu! Öylece kalakaldı adam. İkircikteydi, orada durup biraz beklese miydi, yoksa çekip gitse miydi? Sağa baktı kadın yoktu, sola baktı kadın yoktu.
Amaan” dedi içinden “Dertsiz başına dert alacaktın belki de, boşver oğlum Ferit!” Tam da o anda Ertem Eğilmez filmlerinde adı hep Ferit olan Tarık Akan gibi hissetti kendini, gülümsedi. “Sahi be, Tarık Akan'dan neyim eksik ki benim! O gördüğüm kadının ise Gülşen Bubikoğlu ile uzaktan yakından alakası yoktu zaten. Niye gittiysem peşinden!” dedi kendi kendine.



(*)Sola doğru yürümeye devam etti. Üç yüz metre kadar gitmişti ki, bir bankta aynı kadını ağlarken gördü. Yüzünü görmese de giysilerinden tanımıştı O'nu. Üzerindeki mor elbise ve saçının kenarına taktığı gül nasıl hatırlanmazdı ki zaten. Yanına gitti hızlıca, eğildi kadına doğru, “iyi misiniz?” diye sordu. Kadın başını çevirip yüzüne baktığında Ferit neredeyse bayılacak gibi oldu. Gözünü açıp kapadı, tekrar baktı hayret içinde. Bu kadın o kadın mıydı yani! Elbiseler aynı, saçındaki gül aynı, saçlar aynı, ama yüz! “Aman Allahım ne oluyor bana!” dedi yüksek sesle. Kadın Ferit'in bu şaşkın hallerini görünce kendi derdini unutup “Asıl siz iyi misiniz?” diye sordu. “Şaşkınım biraz; siz, yani nasıl olabilir?...” sözcükleri döküldü ağzından. Kadın “Hiçbir şey anlamıyorum. Beni görünce neden bu kadar şaşırdınız?” diye sordu. Ferit birden “Aynanız var mı acaba?” dedi kadına. Kadın iyice şaşırmıştı, çantasını karıştırdı telaşla. Bir küçük ayna çıkarıp uzattı Ferit'e. Ferit hızla aldı aynayı, kendine baktı, gözleri faltaşı gibi açıldı... İstemsizce nefesiyle buhar yapıp, kolunun tersiyle silerek aynayı parlattı ve tekrar baktı. Sanki  aynada gördükleri değişecek miydi, iyice saçmalıyordu.  Kadına dönüp “Siz neden şaşırmıyorsunuz peki beni görünce?” diye sordu. Kadın anlam veremedi, içinden “çattık delinin birine” diye düşündü.

Görmüyor musun, benim ben! Yani Tarık Akan'ın 1975'deki halinin ta kendisi, sen de Gülşen Bubikoğlu'sun işte. Baksana aynaya!” diye bağırdı Ferit... Kadın birden ayağa fırlayıp “Eeehh, ne diyorsun be manyak, yıl 2016, ben Zehra'yım, senin de Tarık Akan'la uzaktan yakından alakan yok! Defol git, başka birine asıl! Zaten bir sürü derdim var, bir de seninle mi uğraşacağım, gitmezsen polis çağırırım!” diye üstüne yürüdü Ferit'in. İyi de “Ah Nerede?” filminde Gülşen Bubikoğlu'nun adı da Zehra değil miydi...

ARKASI YARIN...


BİRLİKTE YAZALIM: Yorumlarınızla öyküye katkıda bulunmak ister misiniz, hep birlikte terapi yapmak amacım. Öykünün bir sonraki sahnesi için yorum yapın, ben de ertesi gün yazarken ruh halime en uygun yorumu öyküye ekleyeyim.
(* )İşaretini gördüğünüz yerdeki katkısı için dün yorum yapan Turgay Aksoy'a teşekkür ederim.


Bu arada romantik komedimiz absürte doğru evrilirken bakalım yarın neler olacak, inanın ben de bilmiyorum ve yorumlarınızı merakla bekliyorum...



Devamını Oku

28 Temmuz 2016 Perşembe

Birlikte romantik komedi yazalım / BÖLÜM -1


Elele yürüyorlardı, sonra adam aniden kadının elini bıraktı. Hızlı hızlı uzaklaşmaya başladı, kadın öylece kalakaldı sokağın ortasında. Adam köşeden dönene kadar ardından uzun uzun baktı sadece. Derken acı bir korna sesi ile kendine geldi. Arkadan gelen araba az kalsın kadına çarpacaktı. Kadın kendini kaldırıma zor attı. Arkadan gelen arabanın camı açıldı, bir adam 
“iyi misiniz hanımefendi?” dedi. Kadın ağlamayan, ama donuk sesiyle “iyiyim, teşekkür ederim” diyebildi. Adam “Hiç de iyi görünmüyorsunuz, gideceğiniz yere kadar bırakayım” dedi. Kadın öylece adama bakakaldı. Nereye gidecekti ki, gidecek yeri mi vardı... “Gitmeyeceğim bir yere!” diyebildi arabasının penceresinden sarkan adama.


Bu arada arkada bir kaç araç birikmiş, acı acı kornaya basıyor, hatta içlerinden bazıları bu sahneye yakışmayacak kabalıkta çirkin laflar ediyordu. Adam kadına bir şey diyemeden arabasını hareket ettirmek zorunda kaldı. Elli metre kadar gitmişti ki, şansına yolun sağında boş bir yer buldu. Arabasını çok zamanı olan sakin adamlar gibi yavaşça park etti. Acele etmesine gerek yoktu, zaten kadın bir yere gitmeyeceğini söylememiş miydi... Peki neden böyle yapmıştı, onca işinin gücünün arasında sokakta gördüğü belli ki çok üzgün bir kadın için, neden zaman ayırma ihtiyacı duymuştu. Yoksa bu bir romantik komedi senaryosu muydu... Hayır değildi, bir adam bir kadına yardım edince illa ki ardından romantik komedi hikayesi mi gelmeliydi... Yani yolda çarpışan bir kadınla bir adam aşka mı düşerdi hep; metroda gözü birinin gözüne değse aşktan ağlamak zorunda mı kalırdı insan... Adam bütün bunları düşünürken itiraf da etti kendi kendine... Biraz önce sokağın ortasında öylece duran kişi bir kadın değil de adam olsaydı, yine aynı şekilde ilgi gösterir miydi? Cevabı belliydi, “elbette hayır!” Demek ki aslolan iyilik değil, romantik komedi senaryosuydu. Demek ki hayat, insanlık üzerine değil, romantik komedi senaryolarının üzerine kurulmuştu. Öyle olmasaydı eğer; o adam, o adını bilmediği önceki adam, o kadının, o adını bilmediği kadının elini öylece bırakıp gider miydi...


Karmaşık duygular ve düşünceler içinde hızla yürüdü adam. Kadının “gitmeyeceğim bir yere“ dediği yere kadar yürüdü. Ama kadın yoktu! Öylece kalakaldı adam. Peki bundan sonra ne olacaktı? Adam kimdi, kadın kimdi, orası neresiydi?

ARKASI YARIN...


NOT: Klavyeye dokunmaya başladığımda, “insanların birbirlerine kötü davranmalarından yoruldum” cümlesi üzerine birşeyler yazacaktım, hatta yazı taslaklarıma bu cümleyi kaydetmiştim bile. Sonra olmadı, yazamadım. Çünkü “insanların birbirlerine kötü davranmalarından yoruldum” cümlesini yazmanın bile, beni ne kadar yorduğunun farkına vardım. Sonra kafamı dağıtmak istedim ve yukarıda okuduğunuz sahne canlandı gözümde, Çalakalem yazdım gitti, elbette çok eksikleri var, ama silmeye de kıyamadım. Zaten amacım edebi bir öykü yazmak da değildi, dedim ya,  amacım sadece biraz uzaklaşmaktı günlük kaygılardan... Sonra neden bunu başkalarıyla birlikte bir terapiye dönüştümeyeyim dedim...

BİRLİKTE YAZALIM!

Madem bu kadar yoruldu zihinlerimiz, haydi o zaman ruhumuzu hafifletmek için birlikte romantik komedi bir öykü yazalım. Bu başladığım öyküde sonraki sahnede ne olur konusunda yorumlarınızı bırakın. Sonunu tahmin etmeyin şimdilik, hikaye kendiliğinden yavaş yavaş aksın. Yorumlardan benim en beğendiğimi dikkate alarak ertesi gün devam edeyim, böylece senaryo uzasın gitsin gittiği yere kadar, biz de azıcık kafa dağıtalım bu toz duman arasında ne dersiniz!

Ama baştan söyleyeyim; dedim ya o an ruh halime en uygun olan yoruma göre yazının devamını getireceğim, alınmaca gücenmece olmasın...

Haydi pamuk eller sözcüklere aksın hanımlar beyler, tekmili birden 100 bölümlük romantik komedi geliyoorr! Hem de imece usulü...




Devamını Oku

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Nostalji nostaji, nereye kadar...

Çok değil birkaç yıl önce nasıldık”, “çok değil 5 yıl önce nasıldık”, “çok değil 15 yıl önce nasıldık” şeklindeki konuşmalar, yaşın müsaitliğine göre çok çok gerilere gider. Hatta bu konu yaşla da sınırlı kalmaz, tarih bilgisiyle pekişince epeyce önceleri de betimleyebilir insan. Hepimiz severiz, “eski bayramlar ne güzeldi “Eskiden ne kadar güzel kıyafetler vardı”, “Eski komşuluklar da bir başkaymış” “Ah o eski Türk filmlerindeki naif duygular ne kadar güzeldi.” Ya da ne bileyim “Eski tavukların tadı mı var artık, tatları hormonlu” demeyi... Bazılarımız kişisel tarihlerini ön plana çıkarmaktan hoşlanır: “ Sen beni bir de evlenmeden önce görecektin, 42 kiloydum, işte şu kadar belim vardı” der, iki elini birbirine 15 cm yaklaştırarak temsili bel inceliğini gösterir. Kimilerimiz ise mesela 80'li yılların güzelliğinden bahsetmeye, yani toplu tarihimizle ilgili nostalji yapmaya bayılır!

Çünkü bazı insanların hafızası, geçmişte yaşanan kötü anıları siler, güzellikler kalır geriye sadece, bu nostaljı yapma merakı da oradan gelir biraz da bana kalırsa. Ben böyleyimdir misal, kötü anıları olan insanların ne isimleri, ne de yüzleri kalır aklımda. Şimdi diyeceksiniz ki, “ne alaka ülke yangın yeriyken!” Tam da alaka aslında. Çünkü geçmişteki güzelliklere takılıp kalarak depresyon hallerinde çoğumuz bu aralar. Oysa o günleri yaşarken de nostalji yapmıyor muyduk... Hangi blogu okusam bir umutsuzluk, bir şaşkınlık, bir korku... Böyle yapmayalım, geçmişte takılıp kalmayalım, öfkelerimizi, acabalarımızı, meraklarımızı ve beklentilerimizi bir kenara bırakalım ve gerçekçi olalım. Şimdiyi görüp, şimdiyi özümseyip, şimdiyi yaşayalım...

Mesela annenizin çeyizinden kalan tek bardak elinizden kayıp gitse ne yaparsınız? Üzülürsünüz mutlaka. Ama annenizin ne kadar üzüleceğini düşünerek kendi kendinizi yiyip bitirseniz de, o bardak artık kırılmıştır. Bardağın annenizin ceviz büfesindeki duruşunu hayal etseniz ne olur, etmeseniz ne olur bu saatten sonra...

Önünüzde üç yol var:

Şanslıysanız, bardak un ufak olmamıştır ve siz bir japon yapıştırıcısı alıp o bardağı yapıştırmayı denersiniz. Ama ne yalan söylemeli, bir bardağın böyle kırıldığı da pek görülmemiştir. Mutlaka birkaç küçük parçası kaybolmuştur, geçmiş olsun...

İkinci yol olarak ise antikacıları dolaşırsınız, şansınız varsa aynı bardaktan bulmayı denersiniz. Oysa annenize bu bardağı cam ustası olan babası özel olarak yapmıştır. Annenize sormadığnız için  bunu bilmiyorsunuzdur ve bu çabanız da boşa çıkar...

Ve son olarak da gerçekleri kabul edip gidip annenize bardağı kırdığınızı itiraf edersiniz, sonrasında birlikte bu yeni duruma alışır, kendinizi mutlu edecek başka yöntemler bulmaya çalışırsınız. Ne bileyim siz annenize özür mahiyetinde bir çiçek alırsınız. Ve sürpriz bir şekilde anneniz, babasından yadigar olan bardağın diğer eşini sandığından çıkarır. Meğer dedeniz bu bardaktan iki tane yapmıştır ve anneniz ne olur ne olmaz diye ikincisini çeyiz sandığının en korunaklı bölgesinde saklamıştır bugüne değin...


Demem o ki, o bardak artık kırıldı! Aynısı değil de çok benzeyen bir diğer eşini ortaya çıkarmak için ise aslında mucizeler de gerekmiyor. Aradığımız şey, belki de hepimizin yüreğindeki o sandığın kuytu bir köşesinde bizim onu gün yüzüne çıkarmamızı bekliyordur.
Öyle değil mi...


Sevgilerimle...
Devamını Oku

21 Temmuz 2016 Perşembe

Oha falan oldum yanee!

Bir zamanlar Avrupa Yakası diye bir dizi vardı anımsar mısınız? Hani AB grubunda eğitim kriterinin de olduğu, dolayısıyla reyting sisteminde sadece gelire bakılmadığı zamanlarda... Böyle ince esprili, göndermeli falan komediler olurdu ya... Hani daha komedi piyasasını mutfakçılar ele geçirmediği zamanlarda. Hâlâ mı hatırlamadınız!  Acun firardaydı o günlerde. Tv8'de düzeyli programlar olurdu.  Nasıl anlatsam daha, hani orada bir Burhan Altıntop vardı... Unuttunuz mu? Of ya, kusura bakmayın ama siz de ne kadar balık hafızalısınız!  Arada ben de öyleyim maalesef!

2004'de başladı, hiç tahmin etmezsiniz ama bu dizi Atv ekranlarında oynardı. Tam 190 bölüm yayınlandı 2008'e kadar. O zamanlar “Dizi Atv'de izlenir” diye bir slogan vardı, harbiden de öyleydi. Vay be, ne günlermiş... 12 sene önceyi sanki tarih öncesini anlatır gibi anlattığıma şaşırmıyorum şimdi nedense... Acaba neden şaşırmıyorum; yoksa gerçekten bu anlattıklarım tarih öncesinde mi yaşanmıştı! O kadar uzak, o kadar hayal meyal miydi her şey ...


Nerelere geldi konu, işte o Avrupa Yakası'nda  patronun şımarık kızı vardı, adı Selin'di. “Oha falan oldum yaneee...” derdi. O zamanlar beyaz Türklerin içindeki entel kesim, okuyan yazan kesim diyeyim, “oha falan oldum yanee” diye konuşanlara tilt(!) olurduk. Ne naif zamanlarmış. Bugün de keşke tek derdimiz “Oha falan oldum yanee!” diyen Selin'ler olsaydı... Şimdilerde gündemimizde yine Oha olmak var, ama bir harf fazlasıyla...
 Bizde durumlar artık OHA(L)  şeklinde...

 


Neyse, konumuz Avrupa Yakası'ydı, dağıtmayalım. Burhan Altıntop'dan bahsediyorduk. Güç bela açık öğretim gibi bir yerde okumuş, ezik fakat ezikliğini belli etmeyen, Nişantaşı'nda bir moda dergisine idari işler müdürü olmuş, arkadaşlarının başına türlü çoraplar örüp her durumda da zorlukların altından kalkmasını başaran bir tipti Burhan Abi'miz. Videoda gördüğünüz üzere kendisine yapılan uyarıların bile altından  ne güzel kalkabiliyordu! Şanslı mıydı, o kadarını hatırlamıyorum...

Duvarındaki ağlayan çocuk Çiko, O'nun aslında nasıl da mağdur olduğunu gösterse de, O her duruma adapte olabilen ne tatlı bir psikopattı! Herkesi sinir edecek kadar yüzsüz, bazen zavallı, her daim cimri ve genelde sevilmeyen bir tipti. Ama tutkunuyduk.


İnsanız ve böyleyiz işte; bazen sevmesek de bağlanıyoruz ve bu durumu hiç sorgulamıyoruz. Burhan Altıntop misali ne tipitoplara aşık oluyoruz da farkında değiliz!

Eee, oha(L) gelmesi bize müstehak değil midir...


Devamını Oku

17 Temmuz 2016 Pazar

15 temmuz ve sonrası...

O gün, yani 15.07.2016 akşamı  her zamanki gibi saat 22 sıralarında koltukta uyuklarken alçaktan geçen helikopterlerin sesiyle ürkerek kalktım. Robot gibi Twitter'a “helikopter” yazdım, birileri  de “alçaktan helikopterler geçiyor bu saatte ne iş” yazmışlardı, bilgi yoktu. Terör alarmı herhalde dedim, ama uykum kaçmıştı bir kere.

Sonra saat 23 civarında telefonum çaldı acı acı. Arayan üst kattaki komşumdu.”Kalk kalk uyuma, darbe oluyor. Karşıya geçiyorduk, bizi Boğaz Köprüsü'nden askerler çevirdi!” diyordu heyecanla. Telefonu kapatıp hemen CnnTurk kanalını açtım tekevizyonda. Tam da o sırada başbakan bağlanmıştı yayına, “Darbe demeyelim ama bir “kalkışma” var, önlem alıyoruz” diyordu.

Neler olduğuna anlam vermek gerçekten imkansızdı. Kafamdaki deli sorulara sosyal medyadan yanıt bulmaya çalıştım. Bir taraftan da televizyondaki kanalların birinden öbürüne geçerek olayı anlamaya uğraşıyordum. Kanalların hepsinde birbirine benzer görüntüler, yayına çağrılan bakanlar, iktidar partisinin il yöneticileri... Bense bir bomba patladığında hemen yayın yasağı gelmesine alışıktım. Bu sefer canlı yayında darbe gösteriliyordu tüm televizyonlarda. Anlam veremedim. “Güvenlik gerekçesiyle yayın yasağı” niye koymamışlardı...



Köprülerin Asya'dan Avrupa'ya geçişine engel olan 30 kadar gencecik asker, neden Avrupa'dan Asya'ya geçişe engel olmuyordu? Darbe dediğin cuma gecesi saat 22'de mi yapılırdı? İktidar partisine karşı yapıldığı söylenen bu darbede, nasıl oluyor da bakanlar ve bürokratlar canlı yayına çıkıp propaganda yapabiliyordu? Darbeciler interneti kesmeyi akıl edememiş miydi? TRT ekranında “darbe oldu, bu bir emirdir, bu bildiriyi bütün kanallar yayınlamalıdır” diyen spikeri özel tv kanalları nasıl oluyor da kaale almıyordu! Hasan Mutlucan kahramanlık türkülerini neden okumuyordu, neden sokağa çıkma yasağı yoktu... Ülkenin yöneticilerinin hiçbiri askerlerce alınmazken, nasıl oluyor da halkı korkutan bombalar atılıyor, jetler alçaktan uçuyordu. Bildiğimiz darbelerle uzaktan yakından alakası olmayan bir şeydi yaşanan besbelli. Peki ama neydi...


Aklım almadı, çünkü akıl alacak şeyler değildi ki yaşananlar... Bir taraftan Ankara'da meclisin, binaların bombalandığı haberleri gelirken, öte yandan alçaktan uçan jetlerin sesiyle yaşadığım korkuyu nasıl anlatsam ki! İnsan nereye kaçabilirböyle bir durumda! Arka odaya gidiyorsun jet sesi, ön odaya gidiyorsun jet sesi... Kalbim yerinden fırlayacaktı neredeyse. Ellerim titreyerek papatya çayı içmeye çalıştım sakinleşmek için.

Derken bu ülkenin bir numaralı yoneticisi göründü Cnn ekranlarında, halkı sokaklara çıkmaya davet etti. Çıkın dedi, meydanlara çıkın dedi, vatanınızı paralel darbecilere karşı savunun dedi. Yüzündeki muzaffer edayı sanırım hayatım boyunca unutamayacağım. Hande Fırat adındaki program moderatörü, bu yöneticiyle kurduğu mobil bağlantıda “yüksek müsadelerinizle tekrar eder misiniz” diye tekrar ettirdi bu isteği. Nasıl da kibardı, nasıl da saygılıydı, muzaffer bir gazeteciydi o da!

Bitmek bilmeyen, hayatımda yaşadığım en uzun gecelerden biriydi. Nasıl bir çaresizlikti yaşadığım, nasıl bir umutsuzluktu, nasıl bir yıkımdı, anlatmam gerçekten mümkün değil!

İşte o anda, güzel yurdumun üzerinde jetler alçaktan uçuş yaparken, bombalar atılırken, anladım ki ülkenin her yeri bilgisayar oyunlarındaki savaş ekranlarına dönmüştü çoktan. İşte o an anladım ki, Ege'de sahil kasabasına yerleşerek huzurlu bir hayat sürmenin de imkanı kalmamıştı artık. Ülkemiz, birilerinin oyun konsoluydu, ve yarın ne olacağı kesinlikle belli değildi...


Nitekim insanlar öldü, nasıl bir hınçsa yüreklerde biriktirilen, gencecik askerleri dlim varmıyor söylemeye, vahşice yöntemlerle linç ettiler sokaklarda. Hiç militarist olmayan benim bile yüreklerimi sızlatan manzaralar yaşandı. Anlı şanlı ordumuz,  yani bu ülkenin insanlarının en çok güvendiği kurumun adı iki paralık edildi. Davullarla zurnalarla “vatan borcu namus borcu” diye askere gönderilen 20 yaşındaki gencececik, ana kuzusu çocukların bir kısmı “şehit” ilan edildi sonra, bir kısmı için ise“ ölü olarak ele geçirildi” dendi! Demokrasi şöleni denildi bu olup bitene! Sabah kalkınca, cep telefonumuzda bu ülkenin en üst düzey yöneticisi tarafından yazılan mesajlarla karşılaştık. Sokağa çıkıp devletimize ve milletimize sahip çıkmamız emrediliyordu!



Oysa içimizi dışımıza çıkarmışlardı. Bizden geriye ne kalmıştı ki... Bir gün sonrasında, yani 16.07.2016 cumartesi gecesi çıkıp sokaklarda kutlamalar yaptılar. Her türlü gösteriye  kapalı olan Taksim Meydanı ve bütün meydanlar coşkulu insanlarla doldu. Otobüs ve metrolar bedavaydı Ankara ve İstanbul'da. Coşkunun canlı yayını CNN ve ona benzeyen diğer bütün kanallarda gösteriliyordu. Ölenler henüz gömülmemişti bile. Acı, düştüğü ocakları yakıyordu bir yerlerde...

Bense kendi sessizliğime gömüldüm. Koskocaman bir satranç tahtasında ne olduğunu bilmeyen piyonlar, oradan oraya küçük adımlarla oynatılırken, “şah ve mat” demek için içlerini hırs bürümüş oyuncular, muhtemelen keyifle içkilerinden birer yudum daha alıyordu. Filler çimenleri eziyor, zavallı kaleler, kurgulanmış sonu belli sahnenin karşısında birer birer oyun dışı kalıyordu. Atların “L” şeklindeki hareketlerinde eski heybetlerinden eser yoktu. Çünkü güzel atlar, güzel insanlarla birlikte uzaklaşıp gitmişlerdi güzel ülkemizden...



Ne yapmalı derseniz, gerçekten bilmiyorum. Yıllardır kutlama yapan insanların kafasında olmadığın sürece, bu ülkede yaşama alanının kalmadığını bildiğim kadar....





Devamını Oku

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Nar Ağacı...

Hayatlarımız, çok iyi kurgulanmış hikayeler değil de ne sanki... Tanışma hikayeleri özellikle, aşklar... Düşünsenize, iki insan var. Biri kendi dünyasında, öbürü kendi gerçekleştiğinde yaşayıp gidiyor. Mesela aynı mahallede oturuyorlar. Belki de bakkalda karşılaşıyorlar farkında olmadan. Biri ekmek alıp çıkarken, öbürü de bakkalın dışındaki dolaptan dondurma seçiyor örneğin. Yıllar sonra bir yabancı ülkede tanışıp aşık oluyorlar; zamanı gelince, koşullar olgunlaşınca... Bazen aynı havayı soluyorlar, ya da tam tersi oluyor. Biri Van'da bir köy odasında dünyaya geliyor, diğeri Tarabya'da bir köşkte mesela. Derken derken hayatları bir plazanın açık ofisinde kesişiyor. Olamaz mı, düşünün; etkileyici hikayesi olan birileri yok mu hayatınızda. Kendi hikayeniz mesela, duysanız inanmayacağınız cinsten değil mi... Dedim ya uzayıp gider bu tanışma hikayeleri konusu. Hepsinde şaşılacak tesadüfler vardır. Kader deyin, yazgı deyin, alınyazısı deyin, ne derseniz deyin; müthiştir detaylar, zamanlama ve kurgu insanın aklını başından alır...

Nar Ağacı

Bana böyle bir hikaye anlatılsa kesinlikle “yok canım abartı” demem. Çünkü hayat böyle bir şey değil mi... Ben bu mucizelerin kendi hayatımdaki sonuçlarını ilk deneyimlediğimde çok şaşırmıştım, ama artık normal karşılıyorum. Çünkü hayatın kendisi zaten dedim ya çok iyi kurgulanmış insan öykülerinden oluşuyor. Kiminde mutlu son var, kiminde hüzün. Belki de bu yüzden iyi kurgulanmış hikayeleri, romanları daha çok seviyoruzdur. Hayata benzeyenleri daha bir el üstünde tutuşumuz belki de bu yüzdendir, kimbilir...

Nar Ağacı da böyle bir hikayeyi anlatıyor. Yazarımızın Trabzon'da yaşayan anneannesi Zehra Hanım, İran'ın Tebriz kentinden Setterhan'la tanışıyor bir şekilde. Ama bu kitap bir aşk hikayesi değil, tanışana kadar insanların kendi hikayeleri desek daha doğru olur. Yıllardan Balkan Savaşı zamanları... Setterhan bir halı tüccarı. Anlıyor düğümlerden, ilmeklerden, kök boyalardan, halının iyisinden. Zehra ise bahçesinde nar ağacı olan bir evde bütün bunlardan ve kaderinden habersiz yaşayıp gidiyor. Her ikisinin de bambaşka hikayeleri var, aşkları var, alışkanlıkları var. Geri planda Balkan Savaşı'nın acımasızlığı, zorunlu göçler, muhacir olarak yaşanan zorluklar var. Öte yandan Trabzon'da Rus işgali, beri yandan Rusya'da devrimin ayak sesleri var... Yazarımız Nazan Bekiroğlu'nun dedesinin bilinmeyen hikayesini kovalamak için çıktığı Tebriz, Taht-ı Süleyman, Yezd, Batum, Tiflis yolculuğunun nefes kesen detayları da var... 

Zehra'nın hayatı, Setterhan'ın hayatı, bir de Nazan Bekiroğlu'nun yolculuğu arasında mekik dokudum kitabı okurken. Ama hiç sıkılmadım, hatta 533 sayfa bittiğinde “keşke devam etseydi” bile dedim. Ne diyeyim, teşekkürler be hocam, ne iyi etmişsiniz de düşmüşsünüz dedenizin hikayesinin peşine...
Nar Ağacı'nı sevdim...

Yazar Nazan Bekiroğlu ile tanışıklığımız daha önce sizlere burada anlattığım Mücella kitabı ile başlamıştı. Sevdim kendisini, çünkü bir edebiyat profesörünün kaleminden roman okuma keyfini yaşattı bana. Her iki kitapta da, ince işlenmiş güzel bir anlatımla aldı oradan oraya sürükledi beni, eski zamanlara götürdü, bilmediğim şehirleri tanıttı.

En önemlisi de dedim ya, hayatın hikayelerden ibaret olduğunu bir kez daha bütün lezzetiyle deneyimlemiş oldum. Ve iyi hikayelerin izini sürme, yani kitap okuma zevkini bana aşılayanlara yine minnet duydum bu roman sayesinde...


Yaşasın; ne çok kitap var okunacak...
Devamını Oku

5 Temmuz 2016 Salı

Ocağı kapatmış mıydım?

Acaba ocağı kapattım mı, ütüyü fişte mi unuttum, kapıyı kilitlemiş miydim...” Mutlaka bu sorulardan bir tanesi size de tanıdık gelmiştir. Ölçüsü az ya da çok olabilir ama takıntılıyız bir şeylere yalan mı, haydi topluca itiraf edelim!

Bu duruma bilimsel olarak Obsesif Kompulsif Bozukluk diyorlar. Aklımıza gelen olumsuz düşüncelere takılı kalmamızın adı obsesif yani takıntılı olmak demekmiş. Paraya dokununca mikrop bulaşır diye elini yıkayanlar, hata yapmaktan korkanlar, rezil olmaktan korkanlar, her şeyden aşırı kuşku duyanlar bu tiplermiş. Simetri ve düzen hastalarını da unutmamak lazım tabii ki. Her şey ip gibi yerli yerinde ve düzenli olacak diye kendilerini yiyip bitiren tipler mesela... Mutlaka böyle birini tanıyorsunuzdur. Baktığımda bunlardan hiçbiri bende yok çok şükür. Yani ne aşırı derecede titiz ya da düzenliyim, ne hasta olmaktan korkarım, ne de umumi tuvaletlere girmekten çekinirim. Ama olayın bir de kompulsif “zorlayıcı” kısmı var ki, sanırım ben bu gruba giriyorum azıcık!

Uzman değilim elbette ama okuduğuma göre kompulsif bozukluk olan kişiler, bazı şeyleri tekrar tekrar yapmakla kalmayıp eksik yaparlarsa endişe (anksiyete) duyarlarmış. 

“ 3 kere sağ adımımı atmazsam işim ters gider” diyenler mesela... Kompulsif bozukluk olan kişilerin bazıları sık sık ellerini yıkarmış, bazıları bu olayı abartıp karşısındakiyle tokalaşmazmış bile! Bazıları kilit, ütü fişi gibi şeyleri sürekli kontrol edermiş. Hatta bazıları o kadar emin olamazmış ki kendilerinden, defalarca kapı kilidi kontrol etmekten evden çıkamazlarmış! Bir de sayma olayı var, yani rutin işleri yaparken sayı saymak. Mesela adım atarken kaldırım taşlarını saymak, merdivenleri saymak, bir şeyi belli sayıda yapmak, belirli kelimeleri sürekli tekrar etmek... Değeri olmayan şeyleri toplayıp briktirmekse kompulsif hallerin bir üst seviyesi oluyormuş. Neyse ki bunların çoğu bende yok. Eskiden merdivenleri sayardım, arabayla giderken plaka okuma hastalığım da vardı. Nasıl oldu bilmiyorum, bu takıntılar kendiliğinden geçti. Ama şu kontrol olayı var ya, henüz ondan kurtulmuş değilim. Evet abartılı boyutlarda değil ama, evden çıkarken ocağın kapalı mı değil mi olduğuna takıntım sürüyor maalesef.

Geçenlerde 3 gün için evden uzaklaşırken “ocak acaba kapalı mıydı?” sorusu otobüste geldi aklıma. Çok abartılı olmasa da endişelendim tabii ki. Akşamları öyle bir alışkanlığım olmamasına rağmen bir de çay demleyesim gelmişti evden çıkmadan önce. Buyur burdan yak! Hafızamda evden çıkmadan önceki son 5 dakikayı canlandırmaya çalışıyorum otobüste: “mutfaktaki camı kapattım, mutfaktan çıktım, kapının önüne gelip ayakkabılarımı giydim ve çıktım.” Başa sarıyorum görüntüyü, yok; ocak kısmı aklıma gelmiyor! “Yok canım, kesin kapatmışımdır” diyerek bu düşünceyi aklımdan çıkarmaya çalıştım. Hatta bir ara komşuları arayıp kapının dışındaki doğalgaz vanasını kapatmalarını isteyecektim neredeyse. Ertesi gün rahatladım kendime kendime.  "Yangın çıksaydı haberim çoktan olurdu" diyerek kendimi teskin ettim!

Çözümü buldum!


Geçen 1 haftalık tatile çıkmadan önce  bu takıntıyı yenmenin çözümünü buldum. Hem de oldukça basit bir yöntemle!  Bir “kontrol listesi” yaptım kendime. Evden çıkmadan önce yapılacak kontolleri içeren 10 maddelik bir liste hazırladım basit bir kağıda. Ve zihnimin beni yanıltacak pis oyunlarına karşı önlem olarak da kesin kural koydum! Yazdığım kontrolü yaptıktan sonra o maddedin yanına “tamam” işareti koyacağım dedim!"El mi yaman bey mi yaman" diyerek takıntıya meydan okudum anlayacağınız!


Beynime bu komut kesin olarak gitti. Yani yazılı talimatı kontrol etmeden işaretlemeyeceğim netleşti. En takıntılı olduğum madde olan ocağın kapalı mı olduğu konusunda ise çifte kontrol olarak bir de fotoğraf çektim ve evden çıktım. 


İnanır mısınız listeye ya da fotoğrafa bir kere bile bakma ihtiyacı duymadım tatil boyunca." Ocak kapalı mıyd?" konusu ise aklıma bile gelmedi. Yani pek sevgili Kompulsif Bey, basit bir liste sayesinde gündemimden çıkmış oldu, size de tavsiye ederim...

Endişesiz, kaygısız, takıntısız günler dilerim herkese, mutlu bayramlar...
Devamını Oku