Gözlerimi aralıyorum, bembeyaz bir ışık var sadece. Neredeyim, bilmiyorum.“Hasta kendine geldi” diyor birisi. Kalkıp etrafa bakmak istiyorum, ama ne mümkün! Sanki başımın üzerine onlarca kilo ağırlığında taş koymuşlar, kıpırdayamıyorum. Demek ki yine kriz geçirmişim. Alışkanlıklarını kabullenen insanların sakin tavrıyla “ne kadar da sıklaştı bu bayılma nöbetleri, bakalım nereye kadar devam edecek?” diye düşünüyorum. Bir taraftan da “Ben hasta değilim, bırakın gideyim!” diye haykırmak istiyorum. “Hastayım” desem, başıma gelecekleri biliyorum çünkü. Sesim çıkmıyor pek. Biraz daha dinlenmem lazım sanırım. Boğazımda gıcık da var. Bir su veren olsa da içsem keşke... Beyaz giysili güzel bir hemşire yüzüme doğru eğiliyor ve tatlı sesiyle “aramıza hoşgeldiniz” diyor. Susuyorum; kaçıncı gidişim ve kaçıncı dönüşüm bu, bir bilse... Sanki aynı güzergahta hiç durmadan ring seferi yapan halk otobüsü gibiyim son zamanlarda. Öte yanla bu yan arasında soluksuz bir trafik benimkisi. “Allahtan şoför arabesk müzik dinlemiyor, yoksa bu yolculuklar ne kadar çekilmez olurdu” diyorum sesli sesli. “Şu halimde bile espri yapabiliyorum ya, bravo bana” diye de gülümsüyorum bir taraftan. Söylediklerimin hasta sayıklaması olduğunu düşünüyor demek ki, duymazdan geliyor güzel hemşire “Çabuk toparlandınız” diyor. “Evet, trafik yoktu bu sefer!” diyorum. “Anlamadım” diyor, “Önemli değil, yol” diyorum, “kısa sürdü.” Şaşkın şaşkın bakıyor yüzüme, “Amaan boşverin, ben de anlamıyorum zaten!” diyorum.
Hemşire bir şırıngayla
geliyor, eyvah hemen bir şeyler yapmam lazım. “Tuvalete
gitmeliyim” diyorum hızla kalkarak, “biraz kan alacaktım,
tahlil için” diyor. “Tuvalete gideyim, dönüşte
alırsınız“diyorum. Bu bayılma huyum çıktığından beri çanta
taşımadığım için kafam rahat. Eski zaman kadınları gibi iç
çamaşırımın içinde taşıyorum paramı ve kimliğimi, nerede
bayılacağım belli olmuyor çünkü. Ayılınca bir de çanta
derdine mi düşeyim yani! İnsan bukalemun gibi, herşeye alışıp
adapte olabiliyor. Ben de babaanne yöntemiyle kendimce önlem
alıyorum böyle işte. Hemşire görmeden yokluyorum çamaşırımı,
evet para ve kimlik duruyor. Şimdi şüphe uyandırmadan buradan
kaçmam lazım. Yavaşça kalkıyorum, “tuvalet nerede acaba?”
diyorum hemşireye, “odadan çıkın, soldan devam edin, koridorun
sonunda göreceksiniz” diyor. Gerçekten de dediği gibi yapıyorum.
Aynada kendime çeki düzen vereyim, öyle çıkayım bari. Hasta
yakınıymışım gibi... Devlet hastahanesindeyimdir inşallah
diyorum. Özel hastahanelerde güvenlik müvenlik insanı rahat
bırakmazlar, fatura ödemeden çıkartırlar mı hiç! Tuvalete
giriyorum, aynada kendime bakıyorum. Sorun yok, turp gibiyim, bir de
rujum olsaydı iyi olurdu gerçi. Buna da bir çözüm bulmam lazım,
boynuma kolye gibi minik bir kese mi assam, içine ruj, rimel falan
koyarım. Terden ıslandığı için rengi iyice siyahlaşmış
görünen saçlarımı parmaklarımla tarayıp, sonra da kaşlarımı
düzeltiyorum. Tamam artık çıkabilirim.
Sakin sakin açıyorum kapıyı, sağa sola bakıyorum, karşıda merdivenler var. Koşmayan ama hızlı yürüyen telaşlı hasta yakını gibi merdivenlere yöneliyorum. Bir kat, iki kat, ve nihayet zemin görünüyor. Güvenlik memuru cep telefonuyla meşgulken, teknolojiye içimden teşekkür ederek yavaşça süzülüyorum kapıdan. Çıkar çıkmaz büyük bir nefes alıp içime çekiyor, olanca gücümle o nefesi dışarıya veriyorum. Arındığımı hissediyorum ve hızla uzaklaşıyorum hastahanenin sokağından. Biran önce kaçmam lazım bu şehirden! Eve gidip eşyalarımı toplamalıyım. Ahmet ne olacak ya? Bir yerlerden telefon bulup O'na ulaşmam lazım. Telefonumu cebime koymuştum ama demek ki bayılınca düşmüş. Offf, ne garip dertlerim var! Anlatsam gülüp geçerler, anlamazlar kendi pencerelerinden baktıkları için ama, gerçekten de benim ne acayip sorunlarım var böyle! Ayrık otu gibiyim resmen, bir insan ötekilerden nasıl böyle farklılaşabilir? Oysa dışarıdan nasıl da aynı görünüyoruz... Düşünceler arasında boğulup yine her şeyi berbat etmemeliyim, evet bu sefer başarmak zorundayım!
Yeterince
param var nasılsa, taksiye binerim, mahalleye gelince bakkaldan
ararım Ahmet'i, bir yalan uydururum. Bugün bu işi halletmem lazım.
Böyle düşünceler arasında dalıp gitmişken bir taksi geçiyor,
hemen durduruyorum. Biniyorum ve adresi söylüyorum. Adam “sahilden
mi gidelim?” diyor, “sahilden” diyorum istemsizce, bildiğimden
değil; biliyormuş gibi davranmam gerektiğinden. İnsanlar bir şeyi
gerçekte bilip bilmediğini sorgulamıyor ki, sadece emin misin ona
bakıyor. “Mış” gibi davranmak yetiyor yani. Kendine güvenli
görünürsen, zaten onlar da sana pek bulaşmıyorlar. Şimdi “yolu
bilmiyorum” desem, kimbilir taksici beni nasıl kandırır! O
hemşire acaba kanımı görseydi “aramıza hoşgeldiniz” lafını
geri alır mıydı? Muhtemelen alırdı, hatta beni tanıdığına
pişman bile olurdu... Bazen sonucunu bildiği durumları yaşamak
istemez insan. Ahmet'ten uzaklaşmalıyım. İnsan en sevdiğini, onu
çok sevdiği için terk edebilmeli. Yarın 14 şubat, sadece
sevgililer günü değil, Ahmet'ten ayrılışımın 1. günü!
Seneye bütün dünya sevgilisiyle elele sevgisini kutlarken, ben
Ahmet'i böyle özel bir günde özgür kılmanın şerefine tek
başıma kadeh kaldırıyor olacağım. Ahmetse beni bekliyor
heyacanla, yarın kan verip evlilik formalitelerini halledeceğiz
sanıyor. Ah Ahmet, ruhum, hayatımın en anlamlı sözcüğü...
Seni nasıl sevdiğimi içimde götüreceğim bu sefer de, bütün
yolculuklarımda yaptığım gibi... Nasıl katlanacağım
sensizliğe, nasıl geçecek günler, geceler... Sevgililer gününde
seni terk ettiğim için beni hiç affetmeyeceksin belki de! Bir dakika ne oluyor, bu sarsıntı ne? Yavaşlasana biraz! Dursana,
ne yapıyorsun! Şoför kan ter içinde “Adam kendini attı
arabanın önüne ya!” diyor. “Sussana be!” diye bana
bağırıyor! Tok bir ses duyuyorum. Şidddetli bir sarsıntıyla
savrulurken koltuğu tutuyorum sıkı sıkı.. Kafamı çarpmıyorum,
bilincim yerinde. Araba duruyor, kalp atışlarım hala çok hızlı.
Yan yatan arabanın ön camında masmavi bir leke görüyorum.
Yerdeki adam...Nasıl yani, Ahmet, mavi, sevgi, 14 şubat...
Not:
Yaratıcı yazarlık ve senaryo atölyesi kapsamında yazdığım
ilkinci ödevdir, kurgudur, daha eğitmenin kritiklerini öğrenmedim,
hatalarım varsa affola.../EvdeYazar
* 1. görsel : Frank Donato * 2. görsel: Mark Chadwick * 3. görsel : Lidiane Rodriguez
* 1. görsel : Frank Donato * 2. görsel: Mark Chadwick * 3. görsel : Lidiane Rodriguez
Vay be çok iyi :)))) bayıldım.Çok tebrik ederim ve merakta kaldım.Devamını da yazsanız.Sevgiler...
YanıtlaSilBeğendiğinize sevindim :)
SilSevgiler.
Kelimeler şiir gibi akıp gidiyor sürüklüyor, kadının nesi var merak ettim, bir de daha Ahmet ile konuşmadı, Ahmet neden arabanın önüne attı kendini, arkası yarın dizisi gibi kaleminize sağlık.
YanıtlaSilTeşekkürler yorum için, aslında Ahmet'in de kadının de derdi belli ama biraz gizlemiş olabilirim...
SilAnlattığınız herşey zihinde rahatlıkla canlanabiliyor :-)
YanıtlaSilBuna sevindim :)
SilBir solukta okurken acaba hangi kitaptan bir bölüm diye düşünüyordum. Anlatımdaki netliğe hayran kaldım.
YanıtlaSilKeşke ben de böylesi cümleler kurup aklımdakileri yazıya dökebilsem.
Beğenmeniz beni mutlu etti:)
Silöykünüzü önceden okudum ama yorumum biraz gecikti. İlk kısımda "kime ne zararım var ki, azıcık bayılıyor, on beş dakika sonra ayılıyorum" sözüyle zirve yapan olaylar zinciri aslında tam beni anlatıyor:) Ondan sonra bu bir rüya olmalı diye düşünüyorum ama ters köşeye yatıyorum. Mavi bu öykünün sırrı olmalı.
YanıtlaSilEvet, teşekkürler :)
SilÇok güzel tasvir ediyorsun ve bu dahada güzel hale getiriyor :D Emeğine sağlık efem.
YanıtlaSilTeşekkürler:)
Silöfff içime oturdu! Gerçek zannettim. Sondaki notu görünce rahatladım. Çok iyi.
YanıtlaSilSizi üzdüğüm için lütfen kusura bakmayın..
SilPek sevdim ... Akıcı ve güzel kurgu ... Emeğinize sağlık..
YanıtlaSilKeyifli akşamlar
Teşekkürler, sevgiler...
SilMutsuz biten bir hikaye. :) sonunda mutluluk olan hikayeleri seviyorum. Arada aşk sevgi olduğu halde birbirlerine kavuşmak için mücadele etmemeleri kötü.
YanıtlaSilEvet aslında ben de mutlu biten hikayeleri seviyorum; bu neden böyle oldu ben de anlamadım. Hikaye kendi kendisini yazdı; gerçekten ben de son ana kadar böyle olacağını bilmiyordum :)
Sil