29 Kasım 2016 Salı

“Bu Fiyatlar Galakside Yok” Kampanyası

Uluslararası bir marka olan McDonald’s, başarısının sırrını ‘global düşünüp yerel davranabilmek’ olarak değerlendiriyor. Her ülkenin öncelikleri, beklentileri ve hassasiyetleri farklı. Dolayısıyla müşteri odaklı yapısıyla McDonald’s bu farklılığı anlayacak şekilde araştırmalar ve gözlemler yapıyor.
McDonald’s Türkiye, bir süredir içinde bulunduğu değişim ve dönüşüm sürecinde, işte bu noktadan hareketle pazarlama stratejisinde de bir değişime gitti. Bu yenilenme stratejisinin odağına gençleri koyan McDonald’s, son dönemdeki reklam filmlerinde gençlerin sevdiği, yakından takip ettiği ve ilham aldıkları kişiler ile işbirliği yapıyor.


İdo Tatlıses ile hayata geçirilen “Aşık olacağınız lezzet ve fiyatlar” kampanyasından sonra ise McDonald’s şimdi de ünlü oyuncu Binnur Kaya ile “Bu Fiyatlar Galakside Yok” kampanyası ile adından söz ettiriyor.

Temel olarak Big Mac, McChicken gibi McDonald’s’ın ikonik ürünlerinin yeni fiyatlarına dikkat çekmek amacıyla tasarlanan kampanyanın odağında ise McDonald’s ürünlerini çok seven ve yeni fiyatları duyunca gezegenine dönmekten vazgeçen uzaylı ile onu uzun süredir misafir etmek zorunda kalan bir aile yer alıyor.

Kendisini eğlenceli bir marka olarak tanımlayan ve işinin insanları gülümsetmek olduğuna inanan McDonald’s, marka değeriyle en çok örtüşen, eğlenceli, genç, samimi kimliği ile ön plana çıkan isimlerle çalışmanın önemine inanıyor. Bu doğrultuda da filmde anneyi Binnur Kaya canlandırıyor. Binnur Kaya gemisini tamir ettirmiş olmasına rağmen yeni de McDonald’s kampanyası yüzünden uzaylıyı gezegenine gönderemediğinden şikayet ediyor.

“Uzaylı Aramızda”
Reklam filmlerinin yayınlanmasını takiben, kampanya, PR ve dijital projelerle de desteklendi.
PR ayağında, uzaylının “evine dönmeme ve buradaki günlük hayata adapte olma” fikri üzerinden “Uzaylı Aramızda” isimli proje hayata geçirildi. Proje kapsamında uzaylı Galata Köprüsü’nde balık tuttu, Rahmi M. Koç Müzesi’ni ziyaret etti, Anadolu Efes maçına gitti, bir McDonald’s restoranında yemek yedi ve otobüs durağında otobüs bekledi.
Kısa filmler olarak kaydedilen bu anlar daha sonra McDonald’s’ın kendi hesapları üzerinden paylaşıldı. Ayrıca bu ziyaretler sırasında tanınmış ve çok takip edilen birçok sosyal medya fenomeni de uzaylı ile karşılaşma anlarını paylaştılar.


“Merhaba uzaylı, biz dostuz”
İletişim çalışmaları kapsamında McDonald’s kampanyayı uzayda duymayan kalmasın diye harekete geçerek uzaya mesaj yolladı. Dünyada uzaya mesaj gönderebilen birkaç şirketten biri olan Talk2ET aracılığıyla uzaya gönderilen mesajda tüm uzaylılar dünyaya davet edildi.
McDonald’s’ın kampanyayı duymayan kalmasın diye gönderdiği mesaj şöyle:

“Merhaba Uzaylılar biz dostuz. Size güzel bir haber getirdik. Big Mac’in fiyatı artık 11,95 TL. Yıllardır gezegenimize gelip gidiyorsunuz. Öyle aç aç gitmeyin, yol uzun… Başka galakside böyle fırsat bulamazsınız. Mutlaka bekleriz. NOT: Kampanya sadece Dünya üzerinde 26-45 doğu boylamları ve 36-42 kuzey koordinatları arasında katılan restoranlarda geçerlidir.”

Talk2ET şirketi ise daha sonra McDonald’s Genel Müdürü Oğuz Uçanlar’a gönderilen bir plaket ile bu çalışmayı ölümsüzleştirdi.


Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

28 Kasım 2016 Pazartesi

Arçelik Geri Dönüşümü Sanat ile Buluşturuyor!


“Dünyaya Saygılı, Dünyada Saygın” vizyonuna sahip Arçelik geri dönüşüm  konusunda farkındalık sağlamak amacıyla geçtiğimiz günlerde çok özel bir sergiyi hayata geçirdi ve geri dönüşümü sanat ile buluşturdu. Bu sergi ile Arçelik’in geri dönüşüm tesislerinden elde edilen malzemeler Türkiye’nin önde gelen sanatçıları ve tasarımcıları tarafından fonksiyonel sanat eserlerine dönüştürüldü.  Arçelik, bu proje ile geri dönüşüm konusunda farkındalık sağlarken, aynı zamanda tasarım konusundaki uzmanlığına da dikkat çekmiş oldu.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

25 Kasım 2016 Cuma

Ayşe Kulin'den Kanadı Kırık Kuşlar'ı okudum

1930'larda Almanya. Nazilerin Yahudilere yönelik baskısı yavaş yavaş başlıyor ve sonrasında sistematik bir şekilde ilerliyor. Sırf Yahudi olduğu için işten atılan bilim insanları, akrabaları Yahudi olduğu için işsiz kalanlar ve çaresizlikten ülkelerini terk etmek zorunda kalan akademisyenler. Aslında onlar şanslı kesim, çünkü ölmekten kurtuldular.

İkinci Dünya Savaşı'na ait yürek yakan öykülerden bildiğimiz detaylarla başlıyor Ayşe Kulin'in Kanadı Kırık Kuşlar kitabı. O döneme ait hikayeler her ne kadar yüreğimi dağlasa da o hikayeleri okumaktan ve  filmleri izlemekten kendimi alamam nedense. İnsanlığın sınavdan geçtiği o vahşet dolu faşizm dönemi neden bu kadar ilgimi çeker hiç bilmiyorum aslında... 

Nazilerin baskısından dolayı işsiz kalmak üzereyken üniversitedeki kürsüsünü bırakıp İsviçre'deki kayınpederinin yanına kaçan Yahudi tıp doktoru Gerhard Schlimann ve ailesinin öyküsüyle başlıyor Kulin'in kitabı. Gerhard şanslı, çünkü tam zamanında kaçabiliyor...

Kanadı Kırık Kuşlar - Ayşe Kulin


1930'larda Nazilerden kaçan Alman akademisyenler

O dönem, Nazi'den kaçan bilim insanlarını çoğu Avrupa ülkesi kabul etmezken, Atatürk ise bilime olan inancı ve cesur kişiliği ile bu hiçbir suçu günahı olmayan, sadece dinleri farklı olan bilim insanlarını ülkemize kabul ediyor. Dönemin milli eğitim bakanı ise Hasan Ali Yücel. İşte o yıllarda sayıları 190'ı bulan Alman bilim insanları, Türkiye'deki modern üniversite reformunun gerçekleşmesine büyük katkılar sunuyor. Bu gerçeğin ışığı altında ele aldığı romanını etkileyici bir şekilde başlatıyor Ayşe Kulin. Schliman'lar geliyorlar Türkiye'ye, yerleşiyorlar Pera'ya. Ve sonrasında onların özel hayatlarını merceğe alarak aslında Türkiye'de yaşanan siyasi ve toplumsal olaylara ışık tutuyor yazar.

Kuşbakışı Türkiye Panoraması

Kitabın ilk yarısında bu olay ve gelişmeler aktarılırken, yani zaman yavaş akarken çok ilgiyle okudum ilk 200 sayfayı. Romanın ikinci yarısında ise zaman hızlandı. Öyle ki ilk kuşak bayan Elsa'nın kızı Suzan (Suzi) büyüdü, evlendi, kızı Sude doğdu, büyüdü evlendi, Esra doğdu...Tam dört kuşak, kitabın diğer yarısına sığarken ben bu hızlı geçişe adapte olmakta zorlandım. Evet yine yazarın güçlü ve akıcı kalemi sayesinde kitap sürükleyiciliğinden bir şey kaybetmedi ama sanırım ben hikayelerin detaylarını derin derin uzun roman sayfalarında okumayı sevdiğim için  ikinci bölümde biraz hayal kırıklığı yaşadım diyebilirim.



 Kitabın son sayfasını okurken düşündüm ve buldum bu durumu tanımlayacak sözcüğü: “Kuşbakışı” Evet, kitabın 197. sayfasından son 390. sayfasına kadar olan bölümde 1945'den 2016'ya kadar geçen 71 yıllık döneme kuşbakışı bakmış yazar. Yaptığı iş son derece önemli, çünkü Ayşe Kulin çok okunan bir yazar ve bütün o süreçte yaşanan önemli olayları hiç bilmeyen okuyucularına bir anlamda fener yakmış. Bu tavrına ve hatta değindiği konulardan ötürü cesaretine saygı duyuyorum elbette. Özellikle genç okuyuculara son derece önemli bilgiler veriliyor kitapta. Ama o bahsettiği olayları az çok bilen, gündemle alakalı olan, gazete okuyan, kitap okuyan benim gibi insanların bazıları belki o kuşbakışından biraz sıkılabilir. Ben biraz sıkıldım, yani hikaye karakterlerine çok yakınken birden onlardan uzaklaşmak beni üzdü diyelim. Ama dediğim gibi Ayşe Kulin'e saygı duyuyorum, zira otosansürün zirve yaptığı günümüzde özellikle son iki kitabında cesurca bazı konulara değinen sayılı yazarlardan kendisi.

Ülkeyi terk edenlere mesaj veriyor
Son dönemde ben çok rastlıyorum, siz de görüyorsunuz mutlaka. Güzel genç insanlar gelecek kaygısıyla başka ülkelere göç ediyorlar. Benim arkadaşlarımdan üç kişi var mesela... Bu gerçekten çok üzücü bir durum. Hayır, dünya globalleşti, herkes istediği yerde yaşayabilir tezine hiçbir lafım yok elbette. Asıl mesele ve asıl üzücü olan şey, gitmek zorunda olmak, öyle hissetmek. Gidenler kadar, koşulları müsait olmadığı için mecburiyetten gidemeyenler var bir de, hem de azınsanmayacak kadar... Keşke ülkemiz, kaçmak isteyenlerle değil, göç etmek isteyenlerle anılsaydı...

 Ayşe Kulin, kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle diyor:

Ben isterim ki, herkes, yerli yerinde kalsın ve beğenmediği durumlarla mücadele etsin. Romanı yazarken da bu hissi vermek istedim: ‘Kalın ve direnin!’ Okumak da, gitmek de, kalmak da, mücadele etmek de, ‘Bana artık müsaade’ demek de... Size kalmış... Size ne iyi gelecekse onu yapın. Çünkü bu işin doğrusu yok, her insan başka bir dünya... Ama unutmayın başka vatan yok!”

Son söz;

Demem o ki, yine akıcı, bir solukta okunacak bir roman var karşınızda. Okuyun, okutun... Özgürce yazılmış romanlarımız hep başucumuzda olsun, sevgiyle kalın efendim...


Devamını Oku

24 Kasım 2016 Perşembe

Öğretmenlerim vardı...

İlkokul öğretmenimden aklımda kalan şey nedir biliyor musunuz? Kırmızı ojeleri ve bakımlı elleri... Ödevlerimi imzalayıp “aferin” yazarken hafızama nasıl kazınmışsa artık, O'nu sanki hep tek renk oje sürülmüş ama hep bakımlı elleriyle anımsıyorum... Aferin alabilmek için ne çok hırs yapar ve ne çok çalışırdım...

Evet çoğu çocuk gibi ben de kendisine hayrandım. Disiplinli bir kadındı, gülümsediğini anımsıyorum ama ağız dolusu kahkaha attığı hiç aklıma gelmiyor. Kendime, makyajıma çok dikkat etmesem de ojelere, tırnak bakımına merakım belki de ilkokul öğretmenimin bende bıraktığı iz nedeniyledir kim bilebilir... “Koskoca beş yıl okumuşsun, kala kala aklında kırmızı ojeler mi kaldı, ne yani ilkokul öğretmenin sana oje sürmeyi mi öğretti ?”demeyin. Bunlar önemli şeyler. Hiç unutmam, lisenin ilk sınıfındayken coğrafya öğretmenimiz de “Kız ya da erkek olmanız fark etmez, deodorant kullanın, her zaman temiz kokun!” demişti ve ilk deodorantımı bu sözün üzerine almıştım. O gün bugündür buna önem veririm, insanları rahatsız etmeyecek bir temizlik koksun isterim üzerimde... Belki coğrafya dersinden okul hayatım boyunca pek haz etmedim ama temiz kokmayı öğretti bana o öğretmenim, az şey mi; dağ ve ırmak adlarını bilmekten daha değerli değil mi?

photo by: https://www.pinterest.com/bferdem/
Üniversite sınavına hazırlanıyorduk lise sonda, iyi bir kimya hocamız vardı, adı Arif Bey'di. Hiç unutmam, “Sınava girerken yanınızda hırka gibi bir şey götürün. Olur da tuvaletiniz gelirse, utanmayın yapın altınıza, yanınıza götürdüğünüz hırkayı belinize bağlar çıkarsınız. Orada biraz sıkılırsınız ama bu sınav daha önemli!” demişti. Aslında kimya öğretmenliği mükemmeldi ama düşünüyorum da şimdi insan ilişkileri bence pek başarılı değilmiş... Zira bu söylediği şeyden ürkmüştüm, ya sınavın ortasında tuvaletim gelirse ne yapardım! Kendisinin eğitim anlayışı korkutma üzerineydi, bazen işe de yarıyordu. Lise 1'de ilk kez fen dersimize girdiğinde “O tarih sizden uzaklaşmıyor, siz her dakika o tarihe yaklaşıyorsunuz, şimdiden sınava hazırlanmazsanız son sınıfta yetiştiremezsiniz hiçbir şeyi!“ demişti. Ben yine korkmuş, lise 1'deyken o dönemin en meşhur test dergisi olan Aşama dergilerini almaya başlamıştım. Konuları işledikçe, testleri Arif Bey'in dediği gibi çözmüş, lise sona sadece lise son konularını bırakmıştım.

Biz küçük bir kasabada yaşıyorduk, dershanemiz yoktu, hafta sonları sadece tebeşir parası toplayarak üniversiteye hazırlık kursu veren özverili öğretmenlerimiz vardı. Onlar için gerçekten de öğrencilerinin başarısı tatmin edici bir şeydi. O zamanlar çocuklar henüz yarış atı olmamıştı. Adı sürekli değişen sbs, teog, abc gibi yığınla sınav yoktu! Belki bilgisayar nedir bilmiyorduk ama, biz bence bugünün çocuklarından daha şanslıydık, zira çocuk gibi çocuklardık!
photo by: https://www.pinterest.com/selimea/
Türkçe öğretmenime hayrandım. Bize kitap okumayı sevdirmişti. Silahlara Veda'yı, Gazap Üzümleri'ni ve birçok klasik eseri ortaokulda okumuştuk. Bugün eğer kitap okuyorsam, kendisi de öğretmen olan ve çok okuyan babamın, bir de o Türkçe öğretmenimin sayesindedir. Öyle ki lisenin sonunda herkes dersleri bir kenara bırakıp elinde test kitaplarıyla okula gelirken, sonradan Edebiyat öğretmenim olan Türkçeci'nin verdiği ödevleri yapmak için gece yarılarına kadar ansiklopedilerden şairlerin yazarların hayatlarını araştırdığımı dün gibi anımsıyorum. Neticede o testleri ben de çözdüm, ben de kazandım sınavı ama benim bir farkım var, çünkü okuma alışkanlığım o gün bugündür hala devam ediyor!

Yurdumun kasabasındaki devlet okulunda nasıl bir İngilizce öğrettiyse solcu bilinen Sevgi öğretmenim, yıllar sonra gittiğim kursun seviye tespit sınavında “intermediate” çıkınca hayretler içinde kalmıştım. Ya müzik hocamız Burhanettin Bey'e ne demeli, bize piyano çalardı, okulun klasik müzik korosu vardı düşünsenize! Okulumuzun bir seramik fırını bile vardı, devrimci Hüseyin öğretmen soyut çalışmalar yaptırırdı yetenekli gördüğü öğrencilerine... Bugün ben bensem, gerçekten onların izlerini taşıyorum ufak tefek de olsa...

Ben biraz inektim evet, ortaokulda da lisede de okulu birincilikle bitirdim. Ama tuhaf ineklerdendim. Mesela lisede arkadaşlarım eve gelir, benim onlara ders anlatmamı isterlerdi, ben de anlatırdım, ödevlerine yardım ederdim. Mahallede ders anlatmadığım komşu çocuğu neredeyse yoktu. Sanırım genlerime işlemişti öğretmenlik. Babam, ablam, dayım, yengem... Bizde öğretmen çoktu. Ben olmadım, itiraf ediyorum, o zamanlar burnum biraz yükseklerdeydi, öğretmenlik gibi az puanlı bir okulu kendime yakıştıramamıştım! Çocukluk işte, “bir bayan için en ideal meslek” diyorlardı bir de, buna da karşı çıkıyordu muhalif ruhum. Nasıl yani, ben erkeklerin mesleğini yapamaz mıydım! Çok iyi bir puanla gittim tekstil mühendisi oldum sonra. Ben kırdım zinciri ama neyse ki ailede sonradan gelen kuşak öğretmenliğe devam etti. Üç tane yeğenim pırıl pırıl genç öğretmenler olarak eğitim ordusuna katıldılar, evet kpss yi geçip atanabilen şanslı azınlıkta yer alıyorlar ...

Madem kendimden, özel anılarımdan anlatıyorum bu gün, size bir itiraf daha yapaym. Aslında ben de öğretmenlik yaptım, hem de 6 ay... Okulu bitirmiş ve özel nedenlerle doğduğum kasabaya dönmüştüm bir süreliğine... O zamanlar ücretli öğretmen denilen kölelik sistemi yoktu, “vekil öğretmenlik” denilen bir şey vardı. Ben de mezun olduğum lisede birçok derse girmiştim; edebiyat, fen, matematik, fizik, kimya... Hangi ders boşsa hepsine girdim, ee serde ineklik vardı ya, her şeyden anlıyordum az buçuk, bir de yeni mezun pırıl pırıl bir mühendis beyni olunca... O öğretmenlik günlerimde biriktirdiğim küçük paralar ile İzmir'e gidecek ve mühendislik yaparak kuracağım hayatın ilk temellerini atacaktım...

Madem o günlere kadar gittik, bir de üniversiteden unutamadığım hocamı da anlatayım. Bertan hocam, kapısı ardına kadar öğrencilere açık olan odasında antika eşyaların ortasında oturur, klasik müzik dinleyerek piposunu içerdi. Sınavlarda dışarıya çıkar, notun hiçbir şey olmadığını anlatırdı aslında... Bizi fabrikalara gezmeye götürür, hepimize iş bulurdu.. Evine gider, elleriyle yaptığı kabak tatlısını yerken O'nun o engin entelektüel dünyasından feyz alırdık. Hatta İstanbul'a taşınmam da O'nun sayesindedir, bugün arayıp öğretmenler gününü kutlayacağım uzun listenin içinde elbette müstesna bir yeri vardır kendisinin.

Çok duygusallaştım farkındayım, hep söylerim bir kez daha tekrar edeyim. Hayatta iki kutsal meslek biiyorum ben, biri tıp hekimliği, diğeri de öğretmenlik... Birisi insan hayatını kurtarır, ötekisi ise insana hayat verir.. Gerisi laf-ı güzaftır...

Yaşlarınız ne olursa olsun, ruhunuzda öğretmenlik ateşi varsa hepinizin o kutsal ellerinden öpüyorum sevgili öğretmenlerim. Baş Öğretmen Mustafa Kemal Atatürkümüzün açtığı ışıklı yolda bizleri aydınlatmaya devam edin, 24 Kasım Öğretmenler Gününüz kutlu olsun...



Devamını Oku

22 Kasım 2016 Salı

Konuk Yazar'dan; Leylak Kokulu Saçların

Bugün sizlerle bir Türkçe öğretmeninin kaleminden yazılmış çok güzel bir öyküyü paylaşmak istiyorum.  www.gonuldendile.com   adındaki blogunda güzel yazılarını paylaşan değerli konuk yazara bloguma renk kattığı için teşekkür ediyor, sizleri bu güzel öyküyle başbaşa bırakıyorum...

Leylak Kokulu Saçların



Leylak kokulu yârim... Sana kalsa o yumuşacık saçlarının kokusu bir kutu şampuanın mucizesi, bana göreyse başlı başına senin kokun çiçekleri kıskandıran.

Ellerim saçlarının arasında gezinirken bak aklıma ne geldi? İkimiz de İstanbul'a gitmek için tren istasyonunda bekliyorduk hani. Şairin dediği gibi galiba ikimiz de en çok İstanbul'a dönüş yolunu seviyorduk bütün yolların. Düşünceli bir şekilde önümden geçerken almıştım saçlarının kokusunu. Baharın bütün çiçeklerini saklamıştın sanki her bir teline saçlarının. İşte o an en çok leylak kokusu dolmuştu içime. Ben seni içime çekerken önünde durduğum vagonun içine giriverdin. O an aklıma biletim geldi, çantamdan alelacele çıkardığım kağıt ile senin biraz önce adımını attığın vagonun sayısı birbirini tutunca bir tebessüm kondu dudaklarıma. Bir elimi yerdeki bavuluma uzatmış, diğer elimle pardösümü düzeltirken peşi sıra girdim ben de trene. Vagonun ön taraflarında seni gördüğümde hemen arka koltuğuna oturmaya karar vermiştim ki bilet numaraları geldi aklıma. Şansımın yaver gitmesi arzusuyla koltuk numarama göz gezdirdiğimde altı sıra kadar arkanda kaldığımı fark ettim. Biraz buruk iliştim koltuğumun ucuna. Trenin hareket etmesine daha vakit vardı, yalnız sayılırdık bulunduğumuz vagonda. Sonra seni izlemeye başladım. Adını göremediğim bir kitabı ellerine almış, ara sıra gözünün önüne düşen o güzelim saçlarını kulağının arkasına atmakla meşguldün. Yüzünün her bir ayrıntısını hafızama kazımaya çalışırken sen okuduğun kitaba dalmış, benden habersiz gibiydin.

Trenin hareket etmesiyle kaç dakikadır seni izlediğimden bihaber kendime geldim. Çok da kalabalık olmayan bir vagonda İstanbul yolculuğumuz başlamıştı sonunda. Yolcu sayısının az olmasını da fırsat bilerek hemen arkanda bulunan koltuk sırasının yüzünü en çok görebileceğim bir yerine geçiverdim. Ben senin yörüngende yolculuğumu sürdürürken senin tek yaptığın, okuduğun kitabın sayfalarını çevirmekten ibaretti. Kitabının pembe kapağının ve az da olsa görebildiğim isminin yardımıyla Aşk'ı okuduğunu fark ettim. Demek sen de Elif Şafak'ı benim gibi seviyordun. 


İşte aradığım fırsat dedim içimden. Yavaşça, ürkütmemeye çalışarak tekrar içime dolan leylak kokunun sarhoşluğunda seni yeni fark etmiş gibi "Aşkı bulmuşsunuz!" dedim. Ağzımdan bu cümle çıkar çıkmaz normalde çok da girişken olmayan kendimin böyle bir cümleyle konuşmaya girme cesaretini nasıl bulduğumu aradan yıllar geçse de bilemiyorum. Biraz şaşırdın önce, sonra tebessüm ederek "Kitaptan bahsediyorsunuz." dedin. İçimdeki bütün heyecana rağmen renk vermemeye çalışarak "Evet, elbette!" diyebildim. Sonra biraz Elif Şafak'ı biraz hayatlarımızı konuştuk. Editörlük yaptığını öğrenmemle neden bilmiyorum "Ben de hikaye yazıyorum." dedim. Büyük ihtimalle seni son görüşümün bu trenle sınırlı kalmasını istememiştim. Evrak çantamdan çıkardığım henüz dumanı üstünde olan iki hikayeyi uzattım sana. Bir süre hiç konuşmadan okudun kağıttakileri. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dakikaların ardından gözlerini gözlerimle buluşturduğunda biraz şaşkınlık biraz da heyecan vardı yüzündeki ifadede. "Belki yeni tanıştığı bir insana nazik davranmaya çalıştığımı düşüneceksin ama yazdıkların gerçekten güzeller." dedin. Şu anda hayat arkadaşın olarak ne kadar sert bir eleştirmen olduğunu bildiğimden o an için nezaket icabı söylediğini düşündüğüm bu ifadenin aslında gerçek bir beğeni içerdiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Yanımızdan akıp giderken şehirler ne kadar şanslı olduğumu düşünmüştüm o anda. Başka bir şehirde başka bir zamanda alakasız insanlar olma ihtimali varken aynı trende aynı şehre aynı dünyanın insanları olarak gidiyorduk.

Şimdi yatağının yanı başında oturuyorum. Seni sarssam da uyanmayacağını bilerek üstelik. Yanı başında bipleyen, bir sürü sayının kalabalığında monitörler ve ciğerlerinin yapamadığı işi sana mekanik olarak yaptıran solunum cihazının o soğuk sesi... Bir yıllık mücadele, kimi zaman umut kimi zaman acı ve hüzünle dolu tedavi süreci. Artık yoruldum deyişinden sonraki üçüncü gün. Yanındayken hep güçlü kalmaya çalışsam da şu anda beni göremeyeceğini bildiğim için gözyaşlarıma izin veriyorum. İçimde kopan fırtınalar gözlerimdeki yağmur damlalarıyla ruh halimi tamamlıyor adeta. Saçlarını bir süre daha okşayıp yanağına bir öpücük konduruyorum bütün bu düşünceler arasında. Odanın kapısında kanserle mücadelen boyunca bize destek olan doktorun var. Bir saat kadar önce seni artık bu halde görmeye dayanamadığımdan ve gerçekten yorulduğunu bildiğim için imzaladım belgeleri. Yaşlar süzülmeye devam ederken yanaklarımdan doktoruna son kez bakıyorum, dilim kelimelere küs olsa da o anlıyor onay verdiğimi. Makineleri kapatıyor teker teker. Artık nefes almıyorsun, monitörlerden de hiçbir ses gelmiyor. Sen son nefesini verirken yanı başındaki kitaba takılıyor gözüm. İlk kitabım, ilk göz ağrım, ilk editörümün sen olduğu eser. Seni tanımamla yaşadığımı hissettiğim için adını "Nefes" koyduğumuz kitabımız, sen son nefesini verirken de yanı başında duruyor.

Zafer Babal - 19.11.2016


Yazar Hakkında: Satırların arasında kaybolduğu ve sözcüklerin rehberliğinde yolunu bulduğu her anın tadını çıkaran, 30'lu yaşlarında bir eğitimci, www.gonuldendile.com kişisel bloğunda gönlünden gelenleri dile getirme çabasında...


Devamını Oku

20 Kasım 2016 Pazar

Önce karıncalar dans etti...

Büyük bir sahne düşünün. Kostüm, ışıklar, reji her şey yerli yerinde. Seyirciler tam da olması gerektiği gibi oturmuşlar, pür dikkat oyunu izleyecekleri her hallerinden belli. Nizam intizam on numara. Derken perde açılıyor. Arkada hafif bir müzik sesi. Adam, yani başrol oyuncusu oturmuş bir sandalyeye, bacak bacak üstüne atmış. Ama kenarda duruyor, ortada değil. Sahneye önce karınca dansçıları çıkıyor. Birbirlerinden pek de farkı olmayan, ama müthiş bir uyumla danseden karıncalar, salondan gelen coşkulu alkış sesiyle görevlerini yerine getiriyorlar. Başrol oyuncusu başıyla hepsini selamlıyor.


Ardından tavşan dansçılar çıkıyor sahneye. Tam da olması gerektiği gibi, kendilerinden beklenen hızlı performansı gösteriyorlar. O kadar büyüleyiciler ki, salon yine yıkılıyor alkıştan. Salonun ortalarında oturan birkaç uyumsuz izleyici buna bir anlam veremiyor. Kandırıldıklarını düşünüyorlar. Zira izlemeyi umdukları oyunun adı “Harikalar Diyarı” Ama ortada ne harika var, ne de diyar... Fakat o kadar azlar ki, yükselen alkış sesleri arasında bu uyumsuz izleyiciler kaybolup gidiyor. Tavşanlar sahneyi terk ederken, başrol oyuncusu yine kenarda oturuyor ve başıyla tavşanları selamlıyor.



Üçüncü perdede koyunların dansı başlıyor. Hepsinin boynunda birer çıngırak. Salona yayılan kakafoni koyunlarla birlikte izleyicilerin de beyinlerini uyuşturuyor. Koyunlar kafalarını öne ve arkaya sallayarak yaptıkları anlamsız dansın yansımasını izleyicilere geçirene kadar dans etmeye devam ediyorlar. Bir ara müzik susuyor, eğlence yerini hafif gerilimli bir havaya bırakıyor. Derken koyunlar aniden dansı bitiriyor. Kafalarını öne ve arkaya sallamaktan kendilerinden geçmiş olan izleyiciler önce ne yapacaklarını bilemiyorlar. Sonra bıçakla kesilmiş gibi onlar da duruyor. Başrol oyuncusunun alkışı sahneden duyulunca salondaki bütün izleyiciler avuçları patlayana kadar alkışlıyor koyunların dansını. Salonun ortalarında oturan birkaç uyumsuz izleyici hariç...



Dördüncü perdede sahneye aslanlar çıkıyor. Aslanları gören izleyiciler önce kendilerinden geçerek salonda dev bir alkış tufanı koparıyor. Orta sıralarda oturan birkaç uyumsuz izleyici ise dehşetle açılmış gözleri ile ne yapacaklarını bilemez halde olduklarını yansıtıyorlar vücut dillerinde. Gitmekle kalmak arasında yaşadıkları bocamalanın getirdiği çaresizlik duygusuyla ayağa kalkacak oluyorlar, bir taraftan da aslanların dikkatini çekmekten korktukları için koltuklarına sıkı sıkı tutunuyorlar. Derken başrol oyuncusu üç perdedir oturduğu sandalyeden nihayet kalkıyor ve önceden prova ettiği bir el hareketiyle aslanları harekete geçiriyor. İzleyiciler karıncalar, tavşanlar ve koyunlarda olduğu gibi aslanların da dans edecekleri yanılgısı içinde meraklı gözlerle sahneye bakıyor. Aslanlardan biri sahnenin orta yerinden izleyicilerin arasına doğru iki adım atınca, işte tam da o anda salondaki bütün ışıklar kapanıyor... Orta sıralarda oturan uyumsuz izleyicilerin uyumsuzlukları karanlığın içinde eriyip gidiyor...

Salonda bütün bunlar olup biterken, sizler tahmin ediyorum ki başrol oyuncusunu merak ediyorsunuz. Niye merak ediyorsunuz ki... Kuliste sahne performansını kutlayan geniş bir kalabalığa demeç vermekle meşgul. Başka ne olabilirdi ...



Devamını Oku

18 Kasım 2016 Cuma

"ALDATMA" Oyunu / Harold Pinter

Harold Pinter'ın yazdığı Haluk Bilginer'in incelikli çevirisiyle dilimize kazandırılan keyifli bir oyun izledim Şehir Tiyatroları'nda; ALDATMA. Oyunun orijinal adı Betrayal, yani İHANET. 1978'de yazılan metin gerçekten de müthişti. Yaklaşık 90 dakika süren tek perdelik oyunda hiç ama hiç sıkılmadım. Hal böyle olunca oyunun yazarı Harold Pinter'dan bahsetmek adeta bir teşekkür borcu oldu benim için.

Oyunun yazarı Harold Pinter


1930-2008 arasında 78 yıl yaşamış yazar. Harold Pinter'a yazar demek haksızlık olur; aynı zamanda senarist, aynı zamanda şair, aynı zamanda tiyatro yönetmeni ve aynı zamanda oyuncu olarak da anılıyor kendisi. Yahudi bir terzinin oğlu olarak Londra'da doğmuş. Dolayısıyla savaş dönemini görmüş ve zorluklarını yaşamış. Oyunlarında gündelik konuşmaların çözümlemesini yaptığı ve insanlar üzerindeki baskıyı incelediği özellikle belirtiliyor. Öyle bir ustalıkla yapmış ki bunu yazar, kendine özgü tarzına “Pinteresque” adı verilmiş oyun dünyasında. Yani Pinter Stili...

Genellikle tek bir odada geçen, kısa konuşmalarla gerilimi ve tehditi anlatan bir tarz bu. İnsana özel ne varsa, yani kıskançlıklar, nefretler, fantaziler... Sanatçı yaşamı boyunca 29 tane oyun yazmış. Senaryolar da yazmış. Geçen yıl son derece keyifle okuduğum John Fowles'in Fransız Teğmenin Karısı adlı romanını sinemaya O'nun uyarladığını öğrenince, kitabın filmini de neden sevdiğimi şimdi daha iyi anlıyorum.

Toplumsal duyarlılıkları ön planda sanatçının. Mesela Irak'daki savaşa karşı yazdığı şiirlerle ödül almış. İnsan hakları konusunda çalışmış. Hatta Küba Dayanışma Partisi'nin üyesiymiş. 12 Eylül döneminde baskı gören aydınlara destek olmak için ülkemize gelen sanatçı, Hasankeyf'i koruma kampanyasını başlatmış. Ülkemize geldikten sonra yazdığı “Bir Tek Daha” ve “Dağ Dili” oyununu açıkçası çok merak ettim şimdi... Bütün bunları öğrendiğimde ise “aydın sorumluluğu” kavramının önemini bir kez daha düşündüm.

2005 yılında Nobel Edebiyat ödülünü alan sanatçı için akademi şöyle demiş:
Günlük keşmekeş içindeki uçurumları gözler önüne seren ve zulmün kapalı odalarını açmaya zorlayan bir yazar”


Harold Pinter'ın kapıları

II. Dünya Savaşı sırasında henüz bir çocukken, birgün kapıların açılıp içeriye Nazilerin girmesinden o kadar korkmuş ki yazar, oyunlarında “kapı” simgesini hep kullanmış. Oyunlarında genelde kapıdan giren birisi, ya da bir hayvanın bütün düzeni altüst ettiği yorumu var. Mesela “İnce Bir Sızı” eserinde bir arının içeriye girmesiyle karakterin kör oluşunun anlatılması son derece etkileyici...

Gelelim Aldatma Oyununa

Oyundaki ihanet, aldatma olgusu çok boyutlu işlenmiş. İşte bu nedenle oyunda anlatılanları orta sınıfa ait eşlerin birbirini aldatması ve yaşadıkları suçluluk duygusu olarak algılamak, gerçekten de metne haksızlık olur. Oyundaki 3 karakterden biri olan yayın editörü Jerry, yayıncısı ve en iyi arkadaşı olan Robert'in karısı Emma ile tam 7 yıl gizli bir ilişki yaşayarak ihanet ediyor. Konu bu aslında.


Aldatma, ihanet nedir?

Kararsız ve güvenilmez olan hafızamız ve hatta zamanın kendisi de bir ihanet değil midir? Oyunda zamanın hafızayla olan ilişkisi, ihanete etik yaklaşmaktan öte estetik bakış, kullanılan ironik tonlama insanı oldukça etkiliyor. Her adatmada olduğu gibi burada da üç kişilik bir aşk üçgeni söz konusu. Yeni aşkın eskisine ihaneti anlatılırken, romantizmden düş kırıklığına doğru gelgitler yaşamak, açıkçası oyunu izlerken büyülenmeme neden oldu.


Zaman ve hafıza arasındaki ilişkiye oyunda tanık olmak son derece etkileyici. Çünkü oyun, bir barda iki kişinin konuşmasıyla başlıyor. Biz izleyiciler olayları merak ederken, yazar bizi geçmişe doğru yolculuğa çıkarıyor. Sahne tasarımının çok başarılı etkisi bu atmosferi oldukça gerçekçi kılıyor.

Ne zaman?

Fotoğraf Aldatma Instagram sayfasından alıntıdır.

Aldatma ya da ihanet deyince akıllara “neden?” sorusu gelir ya hani... Hiç de öyle olmuyor, çünkü Harold Pinter biz izleyicileri “ne zaman?” sorusunun peşinde sürüklüyor. 2016 ve 2008 yılları arasında geriye doğru bir yolculuğa çıkıyoruz oyunda, orijinalinde 1977 ve 1968 arası... İşte bu zekice kurgulama sonunda birden gerçeklere farklı açıdan bakabildiğimizi fark ediyoruz. Ve hafızanın yol göstericiliğinde geçmişe bakmanın, olayları nasıl da farklı kavramaya neden olabildiğini düşündürüyor adeta yazar.  Müthiş, gerçekten son derece etkileyici...


Bu arada oyunculuklar, ışık, sahne tasarımı ve kostümler de mükemmeldi. Emeği  geçen herkesin gerçekten ellerine sağlık... Sezonu  Saadet Hanım ile açmıştım, önümüzdeki hafta bir biletim daha var şehrin tiyatrolarından...



Kimse sanatsız kalmasın diyor ve sizi oyunun fragmanıyla başbaşa bırakıyorum. Bence kaçırmayın...

Devamını Oku

6 Kasım 2016 Pazar

Ferzan Özpetek "İstanbul Kırmızısı" ile yine beni benden aldı...

Nedendir bilinmez; sabah kalkar kalkmaz elime aldım İstanbul Kırmızısı'nı. Sesli sesli okumaya başladım sonra. Sanki bütün şehir benim bu kitabı okumam için ortam hazırlamış gibiydi. Mesela üst katta kendi halinde yaşayan doktor komşum, hiç âdeti olmadığı halde müziğin sesini açmıştı sabahın o saatinde. Hem de ne müzik... Okumamın perde arkasına belli belirsiz bir fon müziği ancak bu kadar yakışırdı! Tangolar, valsler çalıyordu ardı ardına, öyle uyumluydu ki kitapla... Alt kattaki gürültücü komşuların hiç sesi çıkmadı mesela, kapıyı bile çarpmadılar... Şehir de uyanmamıştı sanki daha. Sokaktan geçen hiç araba yoktu; oysa saat dokuz olmuştu. Bence algılarımdaki bütün bu pozitif haller, Ferzan Özpetek'in sımsıcak, o içine alıveren samimiyette yazılmış satırlarıyla direkt alakalıydı. Kitabın büyüsüydü, başka ne olabilirdi... Yoksa her şey böylesi mükemmellikte denk gelir miydi! Sanki kitabı okumuyor, kitabın içinde yaşıyor gibiydim. Nasıl desem, öykünün bir parçası da bendim sanki, o derece...
İstanbul Kırmızısı-Ferzan Özpetek
Tam da dün senaryo kursunda “görselleme”konusunu işlemişken; bir sinemacının gözünden, ruhundan, kaleminden çıktığı belli olan, muhteşem bir anlatımla her satırının insanın gözünde canlandığı bu kitap nasıl da denk gelmişti... 137 sayfalık kısa bir kitap İstanbul Kırmızısı, yaklaşık 3 saatte bitirdim ben. Müthişti, gerçekten müthişti... Duygusu iliklerime kadar geçti. O kadar çok altını çizdim ki satırların...




İstanbul'a gelen bir yönetmen var kitapta, bir de Anna var. Bu iki kişinin aynı uçakta başlayan öyküleri paralel düzlemlerde seyrederken, bazen anlık olarak hafif kesişiyor, kitabın sonunda da müthiş bir ortak noktaya kavuşuyor. Ferzan Özpetek “Sen Benim Hayatımsın” kitabında olduğu gibi,  anılarını kurguyla harmanlarken, yine sıcacık sarmalıyor insanın ruhunu. (bkz: buyazı)


Başka yönetmenlerde az bulunur cinsten bir şiir var O'nun filmlerinde. Öyle bir şiir ki, hüzünle umudu harmanlıyor. Öyle bir şiir ki, sanki bambaşka bir dünya varmış gibi, sadece sevgi varmış gibi, zorluklar bile sevgiyle doluymuş gibi... Masalmış gibi...





Yazarın çocukluğundan anılar günümüze doğru akarken, insanın yüreği de gidip gidip geliyor. Nasıl bir içtenlik, nasıl bir naiflik, nasıl bir güzellik...



"İstanbul Kırmızısı" demiş yazar kitabın adına, okuyucu olarak kendimi kırmızıların izin sürerken buldum ben de. Kimi zaman yaşlı annenin elbise kırmızısı, kimi zaman ansızın gelen bir kazada akan kanın kırmızısı, kimi zaman maviyle karışan gün batımı kırmızısı, Gezi'deki kadının elbise kırmızısı, suyu sıkılan narın kırmızısı, şehrin lalelerinin kırmızısı ve anneannenin bir ritüel gibi aksatmadan içtiği konyağın kırmızısı...



Öykü hırsızı” diyor kendine Özpetek, ne de güzel söylüyor. Sokakta beliriveren anlık bir kadın siluetinden öyküler çıkarabilmek için, sanatçı gibi bakmak gerekiyor çünkü dünyaya. Öykü hırsızı olabilenlere gönlümüzün akışı, biraz da bundan değil midir zaten...



Mart 2017'de sinema olarak da izleyeceğiz İstanbul Kırmızısı'nı. Ama kitabın aynısını çekmemiş söylediğine göre. “Aynı şeyi yapmaktan sıkılırdım!” diyor bir söyleşisinde. Bence de şahane bir karar bu!


Önce kitabı okuyun derim ben, sonrasında film gelsin. Çünkü Ferzan Özpetek filmleri ayrı güzel, kitapları ayrı güzel... İyi ki böyle güzel insanlar var da, nefes alabiliyoruz... Günüme güzellik, sevgi, umut kattığınız için size çok teşekkür ediyorum sevgili Ferzan Özpetek, ruhunuzun güzelliğine sağlık...



Bakın nasıl da şahane bir fragman var film hakkında... Heyecanlanmamak elde değil...


Devamını Oku

2 Kasım 2016 Çarşamba

Yırttım attım 1500 küsur sayfayı...

Evet, tam 1500 küsur sayfa günlüğümü lime lime doğrayıp çöpe attım geçen gün! Sadece ilk cildi kaldı, lise hallerim, önemsiz bir parça yani... Onu da yırtmam yakındır... Kim söylemişti hatırlamıyorum, belki de bir yerlerde okudum. Bir cümle var tam da bu duruma uyan:

Asıl marifet yazmakta değil, yazdığını yırtıp atabilmekte...”

Marifet mi bilmiyorum, hatta yırttıklarım içinde günlükten kurgulanacak bir roman taslağı da vardı... Rahatladım mı, onu da bilmiyorum, hiçbir hissiyatım yok bu duruma dair. Sanki reset çekmişim gibi oldu hayatıma, aslında iyi de oldu.



Ortalığı topluyordum, sonra aniden robot gibi aldım defterlerden birini, herhangi bir yerini açtım, iki satır okudum, okuyamadım.... Sonrasında makas almaya gittim mutfağa. Gitmişken bir de naylon torba getirdim yanıma. Şu bildiğiniz market torbalarından, poşet yani... Hoş ben poşet demeyi de sevmem ya, neyse, işte onlardan... Hayatımın uzunca bir dönemini yırtıp parçalayıp naylon torbaya doldurdum, sonra o torbayı elimle iyice bastırdım. Sığdı... Torba orta boydu. Demek ki insan, hayatının çok uzun sandığı bir dönemini orta boy bir torbaya doldurabiliyormuş... Orta boy dediysem anlayın işte, iki uzun ekmek, belki de üç uzun ekmek sığabilecek bir torbaydı. Hayatımın uzunca bir döneminin üzerine bir de eskimiş tişörtle eskimiş bir çift çorap tıkıştırdım. Karışık bir çöp yapmaya çalışmış olabilirim, hayatımın çöpe attığım kısmının sadece kağıtlardan oluşmasını istememiş de olabilirim. Açıkçası neden öyle bir torba yaptığımla ilgili elle tutulur bir gerekçe sunamıyorum kendime ve size...

Gittim attım torbayı hemen. Hiç bekletmedim evde. Hatta ayağımda eşofman vardı, değiştirmeyi bile beklemeden hemen çıktım sokağa ve attım çöpe. Mahallede plastikten çöp kutuları var, yeşil renkli. Tüketilen her şeyi, hatta hayatların büyük bir kısmını bile atmaya yarayan kutular onlar... Neyse işte; eve geldim sonra.

Ve düşündüm, insan geçmişteki anılarını nasıl hatırlar...


Ben mesela sadece anlar ve cümleler hatırlıyorum. Bu da çok ürkütücü geliyor düşününce. Milyonlarca sözün arasında insan nasıl oluyor da birkaç cümleyi unutamıyor... Ya da milyonlarca ânın içinde nasıl oluyor da mesela sadece üç saniyelik zaman diliminden oluşan parçalar kazınıyor hafızamıza ve hiç silinmiyor! Sonrasında da o aklımızda kalan sözler, cümleler ve anlar mı belirliyor yoksa yaşamımızın ana rotasını... Demem o ki, yani dedim ki, madem öyleyse dedim, yani beni ben yapan sadece aklımın, yüreğimin süzgecine takılan sözler ve anlarsa dedim, ne gerek var onca sayfaya dedim, yırttım attım işte! Artık o bende izi bile kalmayan, ama bir zamanlar ağlatan ya da güldüren anların hiçbirinin sureti kalmadı defter sayfalarında...


Ece Temelkuran geçenlerde bir röportajında “mutlu insan ne yazabilir ki” gibi bir şey söylemiş... Yok öyle değil, ben gerçekten hem mutlu olmak, hem de yazmak istiyorum... 
Devamını Oku