Uzun
bir ara oldu yazmayalı. Acaba beni merak edenler olmuş mudur?
Aslına bakarsanız ben merak ettim en çok kendimi. Çünkü
ziyaretlerin ötesinde, biraz da içsel bir yolculuktu bu dokuz
günlük tatil. Ruhsal olarak sarsıldım sanırım, dönünce de
gitmedi elim bir iki gün tuşlara.. Yani demem o ki, biraz hüzün
kokan bir yazı ile “tekrar merhaba” diyeceğim sanırım
sizlere.. Bakalım nereye götürecek hem sizleri hem de beni sözcükler?
Bu
bayram, çocukluğumun geçtiği kasabaya düştü yolum. Arife günü
akşamı yola çıktığım için yollar boştu, hatta yolun
yarısından sonra otobüste yanım da boştu. Tam da sevdiğim
gibi.. Koltuklar rahattı, ayaklarımı istediğim gibi uzatabildim;
otobüsün içi anlamsız derecede soğuk değildi, üşümedim. Cam
kenarında yeşilin bin bir çeşidi, kızıllar ve sarılar insanın
başını döndürürcesine uzanıyordu.. Yanımda “nerelisin,
ne iş yapıyorsun, kaç
gün
kalacaksın?..vs”
şeklinde gereksiz sorular soran meraklı biri de yoktu.. Ruhumun
derinlerine özgürce inebildim saatlerce..
Otobüs
yolculuklarını severim, zamansız ve mekansız hissederim kendimi.
Arabada otururken kente uzaklaşmak, uzaklaşırken kendime yakınlaşmak iyi
gelir. Genelde gideceğim yere böylesi içsel bir yolculukla
zamanlar ve mekanlar ötesi varır; dönerken de kitap okurum bütün
bu devinimlerin ağırlığını atmak için.. Öyle de oldu.. Çantam
ağır olduğu için yanıma kitap almamıştım, dönüşte evde
bulduğum Orhan Kemal'in Cemile'sini yolculuğun ilk iki saatinde
bitirdim.. 152 sayfaydı, keşke biraz daha uzun olsaymış roman
dedim kendi kendime.. 1934 yılında Çukurova'da bir dokuma
fabrikası, o fabrikada işçiler, o işçilerin içinde güzeller
güzeli Boşnak kızı Cemile öyle iyi geldi ki bana.. Yıllar önce
staj yaptığım dokuma fabrikasındaki pamuk tozları geçti kitap
boyunca gözümün önünden.. Bir roman ve bir insan hikayesi daha
kazındı belleğime.. Cemile'nin çorap yamayan babası, Cemile'nin
sevdalı olduğu katip ve Cemile'ye vurgun olan Deveci Halil'in katip
için kitap boyunca bir kaç kez tekrarladığı o cümle:
“Otuz kaat maaşınan avrat mı sevilir?”
.....
Kasabaya
vardığımda, keskin bir kömür kokusu doldu genzime.. Üzüldüm,
çünkü benim çocukluğumda doğduğum kasabanın adı "yeşil"
ile başlayan bir isim tamlaması olarak anılırdı. Dört tarafı
dağlarla çevrili bu küçük kasabada bütün evler iki katlı ve
bahçeliydi, havasını söylemeye bile gerek yok! Seksenli yılların
başında başlayan beş katlı apartman furyası öylesine bir
noktaya gelmiş ki, artık kasabada iki katlı ve bahçeli ev sayısı
bir elin parmaklarıyla gösterilecek kadar azalmış.. Sokaklar dar,
bu yüksek binalar da rüzgarı kesiyor doğal olarak. Geriye kalansa
boğazı yakan kömür kokusu ve birbirine benzeyen ruhsuz evlerin
sıradanlığı.. İstanbul'daki çirkin gökdelenleri düşününce
bu beş katlı evcikler size belki de güzel bile gelecektir
düşününce.. Evet, bazen öyle şeyler dayatılıyor ki bizlere,
kötünün iyisine razı olmak durumunda kalabiliyoruz. Oysa iyinin
daha iyileri de var, oysa layık olduğumuz türlü güzellikler
var.. Ne yazık ki alışıyoruz kötünün en kötüsüne, iyinin
daha iyisini hayal bile edemiyoruz bir süre sonra!
Bayram
sabahı mezar ziyaretleri için gittiğimiz köyler, biraz olsun
nefes almamı sağladı nitekim.. Döne döne çıkılan köy yolları
yemyeşildi, içim huzur doldu.. Oralarda yaşasam dedim kendi
kendime, sonra da yıllardır hayalini kurduğum sahil kasabası
fikri geldi aklıma.. Evet, ben iyinin de iyisini isteyebiliyorum
hala.. Yani yeşil yetmiyor, biraz da mavi lazım..
Yaşamın
kaynağı sudur ya, Anadolu'da çoğu kasaba da bu evrensel gerçek
doğrultusunda su kenarında kurulmuştur.. Bizim kasabada da böyle
bir ırmak var, iyi ki de var.. Irmak kenarı türlü ağaçlarla
bezeli ve çamurlu da olsa derenin sularına yansıyan yeşilin
gölgesi bir nebze olsun unutturuyor bacalarından kömür püsküren,
beş katlı ruhsuz binaların çirkinliklerini..
İçsel
yolculuk demiştim.. Ben öyle sık sık gitmem doğduğum kasabaya,
bazen senede bir, bazen de iki senede bir.. Bu süre içinde yaşam
değişir, insanlar yaşlanır, çocuklar büyür.. Sanki kendim hiç
değişmemişim gibi bu olan bitene şaşkınlıkla bakarım, içim
burkulur. Orada bir yerlerde bildiğimi zannettiğim bir yaşam,
kendi akışında yol almaktadır. İnsanların bana çok uzak
kaygıları, kendilerince alışkanlıkları, kendilerince
öykünmeleri, kendilerince mutluluk ve mutsuzluklarını görünce,
yabancılaşmanın doruklarında hissederim kendimi.. O filmin hem
içindeyimdir, hem değilimdir.. Aidiyet hissedemem, aitsiz olma
duygusu da ağırdır.. Çetrefillidir benim için kasabaya olan
ziyaretler anlayacağınız.. Buruktur, hüzünlüdür, ama bir
taraftan da özlem giderildiği için neşelidir; karışık
hissiyatlara sürüklenirim hep.. Bu sefer de öyle oldu.. Bu sefer
de ağırdı.. Ama belli etmedim elbette.. İlk kez burada sizlere
döküyorum içimi.. Espriler yaptım, her ikram edilen kalem gibi
sarmayı, tereyağlı tatlıyı, böreği afiyetle yedim. Anlatılanları can kulağıyla dinledim, dertleri dinledim, kasaba
dedikodularını dinledim.. Ama benim anlatacak hiç bir şeyim
yoktu, çünkü anlatamazdım.. “İşlerim yolunda, keyfim yerinde,
hayat öylesine akıp gidiyor” demekten başka şeyleri dile
getiremezdim.. Çünkü orada dünya o kadar farklı ki! Orada benim
televizyonumda asla açılmayan kanallardaki asla izlemediğim
programlar hakkında konuşuluyor, orada insanların temel yaşamsal
kaygıları gerçekten de üst boyutta ve dışarıdan bakan birisi
için gerçeğin tüm sıcaklığı bir alev gibi insanın yüzüne
vuruyor.. Orada insanların çoğunun işi yok, çünkü büyük
şehirlere AVM'ler, yollar, köprüler yapan devlet, oraya sadece
seçim mitingi yapmak için gidiyor. Orada asgari ücretle çalışmak
bile gururla anlatılacak bir konu olabiliyor. Orada insanlar
kasabanın en sevilen doktorunun tayini çıktığı için
üzülüyorlar!
Elbet
bizim ulaşamayacağımız güzellikler de var.. Çat kapı
birbirlerine gidiyorlar, her gelene Allah ne verdiyse sofralar
kuruluyor. Yaprak sarmasını üç beş komşu bir araya gelip
yapıyor, bayram temizliğinde birbirlerine yardım ediyorlar..
Mahallede biri evlenecekse, birinin çocuğu olacaksa hep birlikte
yapıyorlar hazırlıkları.. Çaydanlığın altı hiç sönmüyor,
çünkü insanlar birbirlerine ziyarete gidiyorlar.. Bu güne kadar
evime çat kapı gelen birini bilmiyorum oysa ben, öyle bir şey
yapsalar da sanırım rahatsız olurum. Büyük şehirde yaşayan ,
a-sosyal, kendi dünyasından taviz vermeyen, sıradan biriyim ben.. Apartmandaki komşuların evine ne
giderim, ne de bana gelmelerini isterim. İçimdeki kasabalı kişilik
ancak oralara gittiğimde açığa çıkıyor. İşte bunu da
kaldırmak cidden o kadar ağır ki!
Yok
yok, ne öylesi ne de böylesi.. İkisinin karışımı bir yaşam
istiyorum sanırım.. Hep diyorum ya, benim bakış açımdaki
insanlarla kaynaşabileceğim bir sahil kasabasında yaşamalıyım..
Ne büyük şehrin yalnızlığı, ne de Anadolu kasabalarındaki iç
içe geçen hayatlar.. Her şey dozunda ve ölçüleriyle olmalı..
Bu
yolculuktan çıkardığım sonuç, bir kek tarifi gibi aslında..
Bir ölçü yalnızlık, iki ölçü özgürlük, dolu dolu sevgi,
alabildiğince kültürel malzemeyi yaşam kabında karıştırıp,
üzerini maddi kaygılar duymayacak kadar parayla süslemek ve
geleceğe umutla bakılabilecek denizin mavisine karşı, yeşil bir
bahçede keyifle tadına varmak.. Yaşam kısa çünkü..
Sevgiyle
ve hayallerle kalın..
Hoşgelmişsiniz... :)) Geçmiş bayramınız kutlu olsun diyerek başlamak istedim. Yolları, trafik sıkıntılarını tv.lerde gördükçe yolculuk yapan yakınlarımla birlikte ben sizi de merak ettim.
YanıtlaSilGurbette olmanın, aidiyetsiz olmanın buruk yanı, avantajlı yanı hep var ve bu gurbetlik olduğu sürece de olmaya devam edecek. Allah herkesi mutlu olduğu yerde yaşatır inşallah. Konu o kadar derin ki... Daha fazla yazacaktım ama sizin yazdıklarınız kadar anlamlı olmayacak :)))
Çok teşekkür ederim, bilmukabele:) Yüzünü hiç görmediğim ama yakınımda hissettiğim birinin beni düşünmesi o kadar güzel bir duygu ki, anlatılmaz.. Yolculuk dönüşü 3 saatçik (!) gecikme yaşadım yollarda, hem de cuma öğleden sonra yola çıkmama rağmen.. Demek herkes benim gibi düşünmüş :) Aidiyetsizlik duygusu ise dediğiniz gibi derin bir konu.. Ben de kendimce içimi döktüm sizlere, biraz duygusal oldu.. Aslında hala da kendime gelmiş sayılmam... Sevgilerimle..
SilEvde yazar çok dogru söylemişssiniz ve çok güzel anlatmışşsınız tebrik ederim Lezzettramvayi
YanıtlaSilDuygusallaştım biraz, insan duygusal modda olunca ister istemez yazılar da böyle oluyor.. Aynı moddayız demek ki..
SilSevgilerimle..
Anadolu'nun kasabalarındaki yaşamı ben birkaç sene öncesine kadar bilmezdim ama şimdi tam da içlerindeyim. Yazınızı büyük bir beğeni ile okudum ve çok duygulandım. Ellerinize, yüreğinize sağlık. Gerçekten de Anadolu insanının doğal, bozulmayan bir kimliği var ve umarım hiç te bozulmaz. Dilerim bir gün tarifini yaptığınız gibi bir yerde yaşama şansına kavuşursunuz.
YanıtlaSilHüzünle sevincin harmanlandığı bir geziydi. Duygularımı içimde de tutamadım.. Anadolu'da yaşayan biri olarak beni en iyi anlayacaklardan biri de mutlaka sizsiniz.. Hani şarkıda diyor ya, "orada bir köy var uzakta..!" Gitmek lazım, anlamak lazım..
SilÇok güzel kaleme almışsınız duygularınızı, çok güzel anlatmışsınız hem kasabanızı hem de yaşama dair çelişkileri. Belki inanmazsınız ama bir solukta okudum yazdıklarınızı. Kaleminize sağlık...
YanıtlaSilAslında yazarken insanların sıkılacağını düşünmedim değil.. Ama duygu yoğunluğuna hakim de olamıyor insan..
SilBeni anladığınız için çok teşekkür ederim, sevgiler..
Otobüs yolculuklarını tercih etmem bu yüzdendir, gittiğiniz yer neresi olursa olsun, asıl yolculuğu iç dünyasında yaşıyor insan. Aldığımız nefes her me kadar aynı olsa da henüz keşfedilmemiş ne yaşamlar var değil mi? Anlatımınla, yaşadıklarınla, sükunet ve gelgitlerinle ne güzel de yorumlamışsın, yüreğine sağlık ...
YanıtlaSilEvet ben de çok severim otobüs yolculuklarını, sırf bu nedenle.. Aslında zaman zaman ihtiyaç da hissederim. Çünkü yollardaki içsel yolculuk ortamını, kapalı ya da açık bir mekanda kolay kolay yakalayamam.. Bana bu yolculukta eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim, sevgilerimle:)
SilTam da benim kafadasın..:))
YanıtlaSilNe güzel:)
SilEvet, ben de aynı şeyi söyleyecektim. Gerçekten çok benziyoruz. Ben de otobüs yolculuklarını çok severim, ancak yanımda oturan kişi konuşmayacak. Ben kitap okuyacağım veya film seyredeceğim.
YanıtlaSilBu yazı ise gerçekten çok etkileyici olmuş. Ben de küçük bir şehirde büyüdüm ve üniversite okumak için İstanbul'a geldiğimde bir daha dönmedim. Senede birçok kez giderim ailemin yanına ama hep bir suçluluk duygusu var içimde, sanki onları terk edip gitmişim gibi. Bu duyguyu bir türlü yenemiyorum. Her gittiğimde içim buruluyor, çocukluğum aklıma geliyor, artık ailemden uzak olduğum gerçeği tekrar yüzüme vuruyor.
Oradaki hayat çok farklı gerçekten. İnsanlar ister istemez daha sosyal, çünkü sürekli birbirlerini görüyorlar. Büyük şehirler ise bir noktadan sonra yalnızlığa sürüklüyor insanı. Dışarı çıkmaya üşenir oluyoruz adeta. Çünkü zaman hep çok kıymetli.
Bu konuda söylenecek çooook söz var aslında. En iyisi ben de bir yazı yazayım :)
O zaman sizin yazınızı da merakla bekliyorum:)
Sil