Hâlâ günlerden 10 Ekim ve bu upuzun gün henüz bitmedi.
31 Ağustos 1989
Caddesi
Kşinev’in yeşil koridoru diyorlarmış
bu caddeye. 1818 yılında yapılmış. Günümüzden iki yüz altı sene önce. O zamanlar
kentin soyluları burada otururmuş. Aslında o zamanlar adı Kievskaya imiş. Rus
romanından alıntı gibi, bence kulağa çok edebi geliyor bu isim. Bilirsiniz; şehirde
önemli olaylar olduğunda hemen bir yerlerin ismini değiştirir o günün iktidarı.
Bizde de Boğaziçi Köprüsü’nün adı 15 Temmuz olmadı mı? Ülkede onlarca sokağın,
bulvarın, ne bileyim okulun adı 15 Temmuz yapılmadı mı… İşte 1989 yılının ağustos
ayında da Kşinev’de binlerce kişi toplanıp Rumence’nin devletin resmi dili olmasını,
Rus alfabesinden Latin alfabesine geçilmesini istemiş. Tahmin edeceğiniz üzere
31 Ağustos tarihinde bu dil yasası kabul edilmiş. Ne olmuş, Romen Dili Günü ilan
edilen 31 Ağustos, bu güzel caddeye isim olarak verilmiş, hatta resmi bayram
bile olmuş. Dil Bayramı…
Üç buçuk kilometre uzanan bir
cadde burası. Gerçekten de gezmesi çok keyifli. Her iki tarafta yol boyunca bir
ya da en fazla üç katlı binalar var. Binalar çok şık. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum
ama yolun her iki yanını devasa ağaçlar süslüyor. Gökyüzü adeta yeşillerin
arasında bir mavilik… Tek yönlü caddede, kaldırımda değil bakın, yol üzerinde, yaklaşık
bir metre içerden sınır belirlemişler. Bisikletler ve bizdeki Martı benzeri elektrikli
scooter’lar için. Arabalar bu bölmeye giremiyor. Cadde upuzun bu düzende böylece devam
ediyor.
Belli ki şehrin zengin
muhitlerinden burası. İtalyan terzi dükkânı, elçilik, şık restoranlar var. Önünden
geçtiğim hiçbir restoran ya da kafeden dışarıya taşan müzik sesi duymuyorum.
Müzik varsa da gerçekten de kısık sesli. Sessizlik ve şıklık çok etkileyici.
Diğer Rusya geçmişli ülkelerde
gördüğüm gibi bu şehirde de kaldırımlar çok ama çok geniş. Neredeyse iki
şeritli yol gibi desem abartmış olmam. Kaldırımların ortasında devasa ağaçlar
var. Sokakta insan sayısı çok az. Çok ferah hissediyorum yürürken, içime
gerçekten huzur doluyor. Karmaşadan, gürültüden, saygısızlıktan bunalan bünyeme
bu dinginlik, bu saygı çok iyi geliyor. Bundan iki yüz sene önce birileri bu
kaldırımları geniş geniş yapıp aralarına özenle ağaç dikmeyi ne güzel düşünmüş.
Daha da güzeli ise, aradan geçen iki yüz seneye rağmen kimse de bu ağaçları kesip yolu genişletelim dememiş. Her şey nüfus ile de orantılı biraz… İnsan
gerçekten özeniyor.
Sokaklarda yürürken yaşadığım ferahlık hissine paha biçilemez.
Gepgeniş kaldırımda yürürken yanımdan neredeyse kimseler geçmiyor. Binalar yüksek olmadığı için görüş alanıma giren alabildiğince geniş gökyüzünü sadece ağaçların dalları kapatıyor. Kendime kuşbakışı bakabiliyorum. Bu evrende nasıl da küçük, ama bir o kadar da benzersiz ve değerliyim…
Yol boyunca küçük ve şık büfelerde “placinta” dedikleri çeşit çeşit börekleri, kahveleri, kekleri görüyorum. Vişnelisinin tadına bakacağım aç olduğum bir zaman. Benim gördüğüm “Sandra” adında büfeler ve “Bonjour Cafe” adında kafeler çok yaygın. Fransız tarzındaki Bonjour Kafeler ve İtalyan isimli şık büfeler şehre güzellik katmış. Bir kaç tane İtalyan restoranı da görüyorum. Belki de şehrin turistik olmaması ve kendi içindeki doğal ritmini gözlemlemek bana çok iyi hissettiriyor.
Yerlerde sadece ağaçlardan
dökülen romantik sarılı kırmızılı yapraklar var… Birkaç saattir bu caddeyi
geziyoruz ama sanki bir şehri değil de kocaman bir parkı geziyor gibi
hissediyorum. Yaşadığım bu duygular çok hoşuma gidiyor.
Bence şehirlerin üzerimize üzerimize
gelmesinin en büyük nedeni kalabalık… Şehirde insan azsa, daha çok yol lazım
olmaz; daha çok yol lazım olmazsa ağaçlar kesilmez! İnsan azsa iki katlı
binaları yıkıp yerlerine çok katlı binalar yapmaya gerek kalmaz. Ve elbette şehir dediğin rant değil, insan
odaklı olmalı. Zamanında Rusların yönettiği şehirlerde gördüğüm ortak anlayış
bu: Geniş yollar, geniş kaldırımlar, geniş meydanlar ve şahane parklar… Her şey
insanın huzuru ve rahatı için organize edilmiş sanki.
Sokakta bir gelin |
Bu ülkede de bazı şeyler sanki
Sovyet döneminden beri hiç değişmemiş gibi. İnsanlar diyorum da, Moldova’nın toplam nüfusu geçen yıl 2.49
milyonmuş. Başkent Kşinev’in nüfusu ise sadece 664 bin… Sakin yani, nüfus az.
Bizdekiler ise üç de yetmez dört
çocuk olsun diye diye ülkeyi kalabalıklaştırma derdindeler. Hatta bu da
yetmiyor, arap ithal ediyorlar. Neyse bozmayalım şiirsel gezimizi…
Akşam Pizza Keyfi
Parklarda gezerken ve caddeleri
turlarken akşam oluyor. Gezginlerin tavsiye ettiği ve kentte pek çok şubesi
olan Andy’s Restoran’a gitmeye karar veriyoruz. Puşkin caddesi üzerindekine
gidiyoruz. İçerde çok hoş bir atmosfer var. Işıklar, çiçekler, vızır vızır
dolaşan garsonlar, farklı bölmeler, çocuk oyun alanı, bar ve açık pizza mutfağı…
İçinde jambon, tavuk vs. olmayan tek seçenek Margarita. Vejetaryen pizza olsa onu denerdim aslında. Garson kız, siparişi elindeki elektronik alete yazdıktan sonra süreyi de söylüyor. 15 dakika… Bu sistemi nasıl oturtmuşlar bilmiyorum ama restoran çok kalabalık da olsa söyledikleri sürede sipariş geliyor. Üç kere gittik buraya hiç beklemedik.
Hayatımda yediğim en lezzetli pizza olabilir bu. Üzerine dökülen domates sosu hafif sulu; damağımda nasıl desem çok freş bir tat bırakıyor. Pizza piştikten sonra üzerine gezdirilen çiğ zeytinyağının tadı, fesleğen yaprakları ve domatesle birleşince nefis bir uyum ortaya çıkmış. Önceden yediğim margarita pizzalardan çok farklı geliyor lezzeti, çok beğeniyorum. 95 Lei gibi makul bir fiyata yediğim bu pizzadan çok hoşnut kalıyorum.
Nr1 Market ve Kasiyerin
Kazığı
Nr1 marketler burada çok yaygın.
Bizdeki üç harfliler gibi. Andy’s ‘in hemen alt katında büyükçe bir tane görüyoruz.
Biraz sebze, makarna falan alıp çıkmadan önce bu ülkeye olan güvenimi sarsan ikinci
kandırılma olayı geliyor başımıza.
Kasada bir kadın var, hafif toplu,
orta yaşlarda. Aramızdaki konuşmaları duyunca kırık aksanıyla “Türk müsünüz?”
diyor. “Evet” diyoruz, tabii insanın hoşuna da gidiyor ana dilinde hitap
edilmek. Sarımsağı yanlış etiketlemişiz onu gösteriyor. Düzeltiyor. “Gerisi doğru,
aferin” diyor, gülümsüyoruz. Kasaya gelmeden önce sebzeleri dijital tartıya
koyup ekrandan sebzenin cinsini seçerek etiket yapıştırma işi self servis,
bizim bazı marketlerde de var bu uygulama. Biz soğan ile sarımsağı karıştırmışız.
Dili anlamadığımız için resimlere bakarak yapmıştık. Kadın kasadan malzemeleri
geçirirken “Türkiye’ye gittiniz mi?” diye soruyorum. “Çalıştım orada” diye
yanıt veriyor. Bu arada para üstünü uzatıyor, katakulliye getirip fiş falan da
vermiyor. Biz de dalıp gidiyoruz. Tam kapıdan çıkarken para üstünü 50 Lei eksik
verdiğini fark ediyoruz. Fiş olmasa da dijital ekrandan kaç para yazdığını
görmüştük. Kasaya geri dönüyoruz. Kadın bu arada diğer müşterilerle meşgul olmaya
devam ediyor, "bekleyin" diyor. Çaktığımızı anladı tabii, kim bilir içinden “Tüh, yemediler”
diyordur! Para üstünü gösterip fişi istiyoruz. Bizi lafa tutarken vermediği
fişi buluyor, koçanda birkaç müşteri geride sadece. Demek ki başkalarına da fiş
vermemiş. Fişe ve para üstüne bakıyor ve “Kusura bakmayın, yanlışlık yapmışım”
diyor. 50 Lei’imizi alıyoruz. Ben de saf saf sevinmiştim Türkçe biliyor diye… Meğer
kazık atmak için konuşmuş ve lafa tutmuş. Nasıl da profesyonel yaklaştı, hiç
renk vermedi. İyi ki erken uyandık, eğer yarım saat sonra gitsek muhtemelen
inkâr edecekti. Hem biletçinin hem de bu kasiyer kadının yüzlerinin hiç
kızarmaması ise bunu ilk kez yapmadıklarının kanıtı bence.
Birinci kazığı belediye otobüsünde
atmaya kalktılar, ikincisini de markette!
Bu iki olaydan sonra Moldova
esnafına, çalışan halkına olan güvenim neredeyse sıfıra iniyor. Hayal kırıklığı
tabii ki. Başkaları adına utanmak, aptal yerine konulmak, cebimizden paramızın
bir nevi çalınması…Bizim kazıkçı Kapalıçarşı esnafının gözünü seveyim.
Para üstünü aldıktan sonra dış kapıda mırıl
mırıl şarkı söyleyen tatlı yaşlı kadına 5 Lei vererek yüzündeki gülümsemeyi
izliyoruz sonra. Kasiyerin atmaya çalıştığı kazığa bak, bir de şarkı söyleyerek
para toplamaya çalışan bu yaşlı kadına bak… Hayat gerçekten de çok acayip.
Bu Sokak Türk Halkından
Armağandır!
Dönüşte “Eugen Doğa Sokağı” adı verilen,
girişinde “Bu Sokak Türk Halkından Armağandır” yazan, yerleri piyano tuşları
gibi, iki yanında şahane kafelerin ve restoranların olduğu ışıklı sokaktan
geçiyoruz. Bu ne yaman çelişki…
Ben, Türk halkının bir ferdi
olarak böyle bir hediyeye onay verdiğimi anımsamıyorum. Sizler anımsıyor musunuz?
Benim adıma kim niye vermiş ki böyle pahalı bir hediyeyi?
Madem bu ülkeyi çok seviyor ve
hediyeler veriyoruz, neden ülkeye girişte bizleri sorgu odalarına almalarına
göz yumuyoruz? Var mı buna bir yanıtınız sayın yetkililer? Kendi kendime sorup
duruyorum işte… Hediye sokak yaptığımız ülkenin kasiyeri, Türk olduğumuzu
duyunca, üstelik Türkçe konuşarak bizi neden kazıklamaya çalışıyor? Yoksa
sevgimiz tek taraflı mı? Ezik miyiz biz yahu, ezik miyiz? Hadi bakalım birileri
versin bu sorunun cevabını…
Birinci Günün Sonu
Hava biraz serinledi ama ısırmıyor.
Eve doğru yürürken küçük barların önünden geçiyoruz. Çok yoruldum, bara
uğramayı değil bir an önce gidip ayaklarımı uzatmayı istiyorum. Hafta içi 23-24’de
her yer kapanıyor zaten. Gece sessiz…
15554 adım atmak beni epey yordu.
Bir aydır üzerine basınca ciddi ciddi sızlayan sol ayak bileğim gerçekten acı
eşiğinin sınırlarında şu an. Ağrı kesici Naprosyn melhem sürüp hemen uzanıyorum.
Dokuzuncu kata arada gelen ambulans sesleri haricinde başka çıt yok şehirde.
Gün güzel bitiyor, ayağım lütfen iyileşsin…
ARKASI YARIN…
Kşinev yazılarının hepsi burada…
kahve kek ne güzel olur o sokaklarda kafelerde tabisi :)
YanıtlaSilEvet, insan saatlerce oturabilir bence de. Ama ben parklardaki Bonjour cafelere de bayıldım, bir kaç kere oturup kahve içtim çok keyifliydi. 🌺🥰
SilKeşke bizde de böyle ferahlık olsa caddelerde yazın hafta sonları sırf kalabalık yüzünden gidemedim bazı yerlere üstüne üstüne geliyorlar insanın. Hülya
YanıtlaSilEvet insan gezerken gerçekten de kıskanıyor. O ferahlık ve huzur hissi o kadar güzel ki. 🌺🥰
SilBen nedense kasiyer ablaya pek kızamadım.... Neden? Bizim ülkemize gelen yabancıların başlarını geleni düşünerek ve ayrıca yabancılara, sadece onlara değil bizlere de benzer durumdaki hallerde satıcılarımızın yaptıklarına bakarak. Çünkü, hâlâ var mı belediyelerin zabıtaları eli yaptığı bu uygalama bilmiyorum ama, ben çocukken ve daha büyükken bile zabıtaların görevlerinden biri de bakkal, kasap, pazarcı , kuyumcu, manav gibi tartma işlemi gerektiren yerleri sıklıkla ziyaret etmek, tartı aletlerinin hileli olup olmadığına bakmaktı. Ayrıca o yıllarda efendi esnaf tartısının darası için ürünü koymadan önce gramları bir kefeye koyarak darasını ayarlardı tartı aletenin, sonra ürünü tartardı, dolayısı ile alıcı tertemiz biçimde sadece ürünün parasını ödemiş olurdu:)
YanıtlaSilBen bu kadar göz göre göre yapmasına kızdım:) Tamam hileli tartı ile falan çaktırmadan kazık atsınlar bir yere kadar da parayı eksik vermek nedir :)) Göstere göstere de aptal yerine konulmaz ki bir turist :) Bizim marketlerde ve belediye otobüsünde bu kadarını yapmazlar diye düşünüyorum.
Silİnsan kendi başına gelince kızıyor ister istemez :)
Ben de hatırlamıyorum böyle hediyeler verilmesini onay verdiğimi ...Ülkeme 20 milyon mülteci sokarken de bana sormadılar. Boş beleş yaşıyorum yani.
YanıtlaSilO harika yolda yürürken hissettiklerini o kadar güzel aktardın, bir havanın lezzeti eksik kaldı içimde ; orada olmuşum gibi.
Kasiyer kadına şaştım kaldım. Utanmayanın sefası var vallahi de öyle billahi de öyle.
Devamını bekliyorum 😏
Sevgiler
Kimsenin bize bir şey sorduğu yok sevgili Mai. Biz de kendimizi bir şey zannedip duruyoruz işte böyle. Senin benim paramla sağa sola yapılan yardımlar tam anlamıyla "El malıyla dost kazanmak" hikâyesi, hoş kazanılan dost da yokmuş ortada, gördük sorgu odasında...
SilÇok sevindim yaşadığım coşkunun size de geçmesine, çok güzel hislerdi gerçekten de, insanın böyle güzel duygulara ne çok ihtiyacı var.
Kasiyer kadın tam bir profesyoneldi, yani profesyonel yüzsüz :)
Sevgiler, teşekkürler 🌺🥰