26 Haziran 2024 Çarşamba

Ağaç Ev Sohbetleri - #253 / Sahillerimiz, Sokaklarımız, Parklarımız Neden Çok Pis?


Sevgili Deep’in organize ettiği Ağaç Ev Sohbetleri 253. sayısındaki konuya ben de yazmasam olmazdı.

"Sahillerimiz, sokaklarımız, parklarımız neden çok pis?”

Bu “Neden Pisiz?” sorusunu, “ Neden Yeşile Değil de Betona Battık?  ve “Neden Aşırı Gürültücü Bir Toplumuz?” sorularıyla bir bütün olarak ele almak lazım bence.

Sacayağı gibi yani; bizde olmayan ve medeni ülkelerde olan şeyler:

Temizlik, Yeşillik, Sessizlik

Bu üçü bir araya gelince medeniyetin de iskeleti inşa edilmiş oluyor kendiliğinden. Sonra bir ölçü saygı, iki ölçü empati, bir ölçü sabır, iki ölçü kurallara uyum ekleyince al sana hakiki medeniyet.

Peki bizde olan ve onlarda olmayan şeyler ne?

Pislik, Beton, Gürültü!

Onlarda TYS var, bizde ise PBG!

Demek ki YKS, KPSS gibi elli tür sınavla ülkede TYS standartları gelmiyormuş, bunu da test etmiş olduk. Al sana PBG standardı;

Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Tarihini ve yeşilini koruyamamış, bitişik nizam beton apartmanların olduğu bir sokaktayız. Bangır bangır rap ya da arabesk şarkısı sonuna kadar açılmış lüks model araba geçiyor. İçinde pis sakallı, saçları tuhaf kesimli gençler var. Zaten açık olan araba camından yere boca edilen kül tablasını görüyoruz…

Nasıl, gözünüzün önüne ne kadar da kolay geldi değil mi bu sahne! Âdeta son yılların memleket klasiği gibi...

Konuyu fazla dağıtmadan şimdi soruya tekrar dönelim.

Bizim memleketin açık alanları neden pis?

Şimdi olası nedenleri art arda sıralayacağım, aklınıza gelen başka şeyler olursa çekinmeden ilave edebilirsiniz efendim; atış her zamanki gibi serbest!


1-Çünkü evlerimiz temiz

Efendim biz Türkler evlerimizin temizliğine aşırı önem veririz. Her gün o ev temizlenecek, halılar camdan silkelenecek, yastıklar dövülecek. Ayakkabılar evin dışında çıkarılacak. Sokaklar pis olabilir, amaaa evlerimiz pırıl pırıl olmak zorunda! Kapatırsın kapını camını, çıkarırsın ayakkabını, sokağın kiri pası sokakta kalır, bu kadar basit.


2- Çöp değil o gübre gübre!

Bir kere doğayı sevmediğimizi kim söylemiş?  Bizler aşırı doğa dostu insanlarız. Öyle olmasa niye gidelim mangal yakmak için parklara, piknik alanlarına değil mi ama? Domatesin kabuğunu, armudun çöpünü, üzümün sapını piknik yerinde bırakıyorsak; sırf ağaçlara gübre olsun diye yapıyoruz bunu. Bilip bilmeden bize suç atmayınız, doğanın has dostu biziz biz… Zaten doğa çok mucizelidir, kendi kendini temizlemeyi de bilir. Ama bin yıl ama on bin yıl geçer orası ayrı, fakat o naylonları da yok etmeyi bilir canımız doğamız…

3- Temizlik görevlileri işsiz mi kalsın?

Şimdi ben atmazsam sokağa çöpü, sen atmazsan, o atmazsa ne olur bir düşünün! Sokaklar tertemiz kalır. Sonra ne olur? Sokakların tertemiz olduğunu gören belediyeler binlerce temizlik görevlisini işten atar. Sonra ne olur? Al sana dev işsizlik rakamları… İyi mi olur yani! Sokakları pisletelim ki temizlik görevlilerine de iş çıksın, evlerine ekmek götürsünler. Ne kadar bencilsiniz yahu, hiç istihdamı falan düşündüğünüz yok! Atın çöpleri, devam devam… Duymamış olayım…

4- Üç kuruşluk deniz keyfimizi mi bozalım?

Sahile gitmişsin, yakmışsın sigaranı, keyif yapıyorsun. Bir de kalkıp izmariti atacak çöp arayacaksın öyle mi? Ya yürü git işine, aptal mısın, gömüver kuma izmariti. N’olcak canım, karışır gider kumlara. Hem denizler kendini temizler. Buradan alır, hoop başka sahile götürüp bırakır, o sahildekiler düşünsün gerisini bize ne be ya? Üç kuruşluk deniz keyfimizi mi bozalım böyle saçma detaylar yüzünden…

5- O değil de sen Norveçli misin?

Sen Norveçli misin, çok mu zenginsin? Sanki her derdin bitti de bir tek sokakların pisliği mi kaldı? O değil de bak dünyada savaşlar var, Afrika’da kıtlık var. Hindistan’a bak; insanlar hem ölülerini yakıyor hem yıkanıyor aynı nehirde. Öyle yok sokakta izmarit var, yok sahiller pis, yok parklarda neden çöpler var, neden her yer pis falan deyip şımarıklık yapmayacaksın. "Neden dünyadan çöp ithalatı yapan bir ülkeyiz?" diye sorgulamayacaksın; senin aklın ermez o işlere. Fazla sorgulama, sen bilmezsin büyükler bilir…

Otur oturduğun yerde, gerekirse pislik solu ama “daha temiz ve daha yeşil bir çevrede yaşamak benim de hakkım” diyen çapulculara uyma sen, tamam mı canım benim. Aferin, bak dizi başlayacak birazdan, aç izle. Sörvayvır var onu da izle, tamam mı canım benim, olmadı maç izle. Boş ver sen böyle şeyleri, takma kafana tokadan başka şey!


6- Cennet Öbür Dünyada Zaten Var

Öbür dünyada zaten cennete gitmeyecek miyiz? O halde ne gerek var bu dünyada parkları süslemeye, evlerin önüne ağaç dikmeye, dere kenarlarını çiçeklendirmeye, denizleri temiz tutmaya… Sahiden ne gerek var yaşadığımız yerleri güzelleştirmek için çabalamaya? Bu dünyaya çile çekmeye geldik madem. Etraf da pis oluversin, ne olmuş yani. Cennette tertemiz ağaçlar olacak, şırıl şırıl sular akacak, her yer mis gibi kokacak. Kapa gözlerini bu dünyadaki pisliklere, cennetin güzelliğini hayal et….

 Sevgiyle efenim, çiçek kokulu selamlar hepinize…


Devamını Oku

23 Haziran 2024 Pazar

Bugün Benim Doğum Günüm

Eveet, sayın seyirciler, değerli konuklar; işte yılın o en acayip günündeyiz yine.  Çünkü bugün benim doğum günüm... Demek ki tarih tekerrür edebiliyor. En azından yılın günleri anlamında... 

Her sene bugün karışık kuruşuk duygular içinde olmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Geriye dönüp eski doğum günü yazılarıma baktığımda da görüyorum bunu. Bazı seneler doğum günümde küsüyorum mesela içten içe birilerine; beni aramadılar diye. Bazı seneler şımarma günü ilan ediyorum bugünü. Bazı seneler de hesaplaşma günü gibi bir şey yapıyorum. Karışık kuruşuk yani, bir standardı olmuyor.

Bu sene ise “keşke beni kimse aramasa” duygusundayım niyeyse. Aslında kimse değil de konuşasım olmayanlar aramasa günündeyim. En çok da içten içe beni kıranlarla hiç konuşasım yok bugün. İnsanlardan gittikçe uzaklaşırken, galiba evrende binlerce yıldıza doğru yol alıyorum. Ne bileyim, karışık kuruşuk işte… Ha mutsuz muyum, kesinlikle değilim. Gerçekten değilim; kendi evrenimde kendimce dengeliyim, huzurluyum ve mutlu olduğum anların çetelesini tutmaktan ziyade,  kısa da olsa o anların değerini bilebilecek kadar iyiyim, hoşum yani…

Şöyle bir mesaj veresim var bugün;

Samimi olun abilerim ablalarım, kardeşlerim bacılarım! Samimi olun Romalılar, Kadıköylüler, sadece samimi olun! Kimse kimseyi zoraki arayacaksa lütfen aramasın! Kimse kimsenin yanında olmak istemiyorsa zorla olmasın! Hayatımızda mecburiyetler olmasın, doğal olalım. Aramak istemiyorsanız ya da mesaj yazmak ya da yorum yazmak istemiyorsanız, lütfen zorlamayın kendinizi. Relaksss… Don’t panic… Hayat öyle ya da böyle akıyor kendi yolunda...

Zorlama değil de çok güzel şeyler de olabiliyor, hayat hediye verebiliyor görebilene... Mesela bugün kalkar kalkmaz balkona çıkasım geldi. Tam da çiçekleri sulayacakken limon ağacının üzerinde beyaz bir kuş tüyü gördüm.  Kimileri için mikrop yuvası olabilecek bu şahane detay, içimi mutlulukla doldurdu. Sonra sarmaşık saksısında kuru yaprakların arasında da gördüm aynı beyaz tüyden. Gördükçe daha çok veriyor hayat. Mucizelere inandıkça daha çok mucize oluyor, gerçekten böyle bu... 

Cemal Süreya’ya “… Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü…” dizesini yazdıran duygu gibi olamaz elbette ama; limon yaprağına konan beyaz tüy, bana hayatın aslında hafifleyebileceğini, yani çok da ağır olmayabileceğini gösterdi sanki bir anlığına. Mutlu olmak için çok fazla neden olabileceğini, ya da istersek o nedenleri görebileceğimizi... Öyle ya, neden dün değil, evvelsi gün değil de doğum günümde geldi de kondu, beyaz tüylü beyaz kuş; balkonumdaki limon ağacıma? Neden gri değil de beyaz tüyler bıraktı geride? Sanki hayat bu doğum günümde bana:

“Hafifle, biraz daha hafifle… Bak görmüyor musun, hayat sandığın kadar ağır değil. Ve inan ki güzel günler çok yakında…” mesajı verdi bugün.


“Sevgili hayat, teşekkür ederim beni bu yaşıma getirdiğin için. Her ne kadar ben fark edemesem ve göremesem de;

 eminim ki bu evrene bir katkım vardır.  Tıpkı dünyaya gelişimde  pozitif bir amaç olduğu gibi... Bilmeden birilerine ya da bir şeylere faydam oluyordur, olmuştur, olacaktır…”

 


Hadi bakalım, hayali mumları üflerken dilek de dileyeyim; 

Seneye bugün, yine burada anlatacağım şahane anılarla dolu bir yaş olsun bu yaşım…

Bugüne kadar karşıma çıkan badireleri atlatabildiğime göre, demek ki çok güzel bir yaşa gelmişimdir…. Aferin be kendim; aferin, iyi başardın, tebrikler, devam, next…

 

Devamını Oku

17 Haziran 2024 Pazartesi

Çocukluğumdaki Bayramları Özlemle Anıyor muyum?

Çocukluğumdaki bayramları özlemle anıyor muyum? Bu soruya “Evet, elbette anıyorum” diye cevap vermemi bekliyor olabilirsiniz. Çünkü “Ah o eski günler, ah o eski bayramlar, ah o çocukluk” güzellemeleri yapmak bir bayram klasiğidir. Ben de tam beklenilen gibi böyle bir yanıt verseydim soruya, nereden bilecektiniz ki aslında öyle olmadığını, yalan söylediğimi…

Ama öyle yapmıyorum ve o günlerin zerresini bile özlemle hatırlamadığımı cümle âleme ilan ediyorum işte. Oh be, bu itirafla rahatladım sanki. Herkes çocukluk güzellemesi ve nostaljisi yapacak diye bir kural mı var…

Bayram bayram yine ne saçmalıyorsun diyenlerinizi merakta bırakmamak için anlatayım efendim…  

Öncelikle bayram deyince aklıma büyük halaların, yani babamın öz mü üvey mi bu yaşıma kadar hiç bilmediğim, çok da merak etmediğim halalarının zorla ellerini öpmeye götürülmek geliyor… Hiç sevmezdim bu ritüeli. Çünkü o bayram gezmelerinde “bunlar da çocuk işte nasılsa anlamazlar” kafasıyla yaptıkları dedikodular hiç hoşuma gitmezdi. Evet, anlıyordum ben pekâla ne demek istediklerini; nerelere imalı imalı laf çaktıkalarını! 

Bu halaların az tombik olanı aşçı olduğu için ve ikram ettiği baklava, börek ve sarmalar lezzetli olduğu için bir derece daha katlanılırdı. Ama çok tombik olan halayı gerçekten hiç sevmezdim. Neden sevmezdim? Bence çocuk aklımla o kadının ne kadar kötü niyetli, dedikoducu, gösteriş budalası olduğunu anlamıştım. Zengindi bu tombik hala, Almanya zengini miydi orasını tam hatırlamıyorum. Bence çocuklar kimin iyi, kimin sevgi dolu olduğunu çok iyi anlayabiliyor. Ve eğer birini çocukken sevmişsen, o sevgi kolay kolay geçmiyor. Ve eğer çocukken böyle bir sürü sevmediği akrabası olursa insanın, büyüyünce de şekil 1-a’da gördüğünüz bendeniz gibi akrabalarıyla arasına görünmeyen ama özel alana girmeye kalkanı yakıveren elektrikli teller koyabiliyor.

Bir de dayıya gitmeyi sevmezdim. Bayramda gittiğimizde sanki biz çocuk değilmişiz gibi benimle hemen hemen yaşıt olan kızını över, sanki ben sınıf birincisi değilmişim gibi kızının karnesini falan gösterirdi bize bayram bayram! Güler yüzlüydü ama sevgisini hiç hissetmedim. Bence cimriydi de, azıcık harçlık verdiği kalmış aklımda.

 Dört beş senedir görmüyorum kendisini. Bir yerde karşılaşsak, eminim ki yine Amerika’da profesör olan kızının başarılı kariyerinden başlar, torununun piyano çalması ile hikâyeyi devam ettirir. Hayır anlamıyorum, insanlar neden bayramlarda hep kendilerini, hayatlarını veya hiçbir şey bulamazlarsa kestikleri kurbanın ne kadar etli yağlı olduğunu överler ki…  Sonra da gel çocukluğunun bayramlarını sev, bir de üzerine özle!

 Daha bir sürü var böyle akraba. Kırk yılda bir bayram diye gittiğinde işini sorar, işsizsen söyleyemezsin, evini sorar, kiranı sorar, sorar da sorar… Bütün bu samimi sorulara istinaden mesela “bir şeye ihtiyacım var” desen de arkasına bakmadan kaçar… Kim ne derse desin, Türkiye’deki akrabalık ilişkileri üç aşağı beş yukarı aynıdır. Birbirilerini çok severmiş görünüp aslında delice kıskanan, içten içe rekabet halinde olan insanların kaygan zemindeki ilişkileridir akrabalık. Tamam kuzenleriyle çok iyi anlaşan, geniş ailesiyle Münir Özkul’lu Adile Naşit’li “Bizim Aile” tadında şahane ilişkileri olanlar üzerlerine alınmasın, ama yine de bir sorgulasınlar; gerçekten de sevgi dolu musunuz, yoksa romantize mi ediyorsunuz bu ilişkiler yumağını…

Neyse işte, uzunca bir süredir bayram ziyareti işlerini kapattım ben. Elbette bu kararımda, daha doğrusu isteksizliğimde hüzünlü kayıplar ve detaylar da var ama oralara girmeyeceğim bayram bayram…

Zaten ailenin akraba sevmez, asi ruhlu, başına buyruğu olarak tanındığım için bu tavrımı, soğuk ve mesafeli yaklaşımlarımı da kimse yargılayamıyor artık. Şu da bir gerçek ki, akraba sarmalından kurtulmak için benim gibi azıcık delişmen davranmak şart bu ülkede… Yoksa kaç yaşına da gelsen seni yönetmeye, didiklemeye falan çalışırlar. Bana sorarsanız akrabasız hayat eşittir huzur. Kim ne derse desin bu böyle.

Elbette aralarında çok sevdiğim yeğenlerim var, onları akraba klasmanından çıkarıp “çok sevdiğim insanlar” kategorisine koyduğumu ayrıca ve özene bezene değer verdiğimi de belirtmek isterim; lütfen karıştırılmasın. O kadar da yabani değilimdir şimdi kendi hakkımı da yemeyeyim.


Kim Kesmiş, Kim Ne Kadar Dağıtmış Dedikodusu

Evet çocukluğumun bayramlarından kalan bir diğer anı ise bitmek tükenmek bilmeyen kurban dedikoduları…

O zamanlar kurban kesmek günümüzdeki gibi pahalı bir şey değildi sanırım. Mahallede pek çok kişi kurban keserdi. Kim kesmiş, kim kesmemiş konusu ise aile içinde mutlaka konuşulurdu. Mesela “O kadar parası var küçücük bir koç mu kesmiş?” denilen birileri olurdu. Ya da komşudan gelen kurban etine burun kıvırılıp, “Cimri şey yine kemik yollamış” gibi konuşmalar olurdu.

Bizde genelde kurbanı babaannem keserdi emekli parasıyla. Allahtan kesilirken ben hiç görmedim. Özenle etleri 7’ye böldüğünü, sadece bir parçasını eve bırakıp kalanını dağıttığını çok iyi anımsıyorum. Ama dağıtırken hayvanın iyi yerlerinin gittiği “ayrıcalıklı” kişiler hep vardı, bu kadarı kadı kızında da olabilecek bir şeymiş gerçi, kusur bile sayılmazmış bugünden bakıldığında. Dağıtıyor mu dağıtıyor sonuçta. En azından kurban kesildiğinde aman mangal yapalım yiyelim, en çoğu bizde kalsın denildiğini hiç bilmem. Babaannemin hakkını yemeyeyim, adildi bu konuda. Gerçekten dayanışma amaçlıydı o zamanın bayram ritüeli. Belki de o günlerden kalan en iyi anı budur. 

Et işleri bittikten sonra bayram gezmeleri başlardı. Kim ne derse desin; tekrar altını çizmek istiyorum. Türkiye’deki akrabalık müessesesi yalanlar üzerine kurulmuş temelsiz bir yapıdır bence. Ha istisnalar olabilir, birbirlerini çok seven sülaleler vardır, lafım onlara değil. Ben genele konuşuyorum. Üstüne alınan alınsın, alınmayan ardına bile bakmasın gitsin efenim, özgürüz neticede.


Neyse işte bayramlarda bir araya gelirler, ay canım, ay cicimler havada uçuşur; sonra  kapıdan çıkar çıkmaz dedikoduya başlanır:

“Ay gördün mü kız, Hanife Yenge nasıl da şişmanlamış!”

“Bir dilim baklava verdiler, insan iki dilim koyar tabağa…”

“Bak görüyo musun, Sevimgillerin *ok boğazlı cimri damadı yine etleri löp löp yutmak için sabahın köründe ziyarete gelmiş. Bari elinde bir tatlı getirse, yine eli boş…”

Böyle uzar gider dedikodular…

Bayramda tatile gitmek falan yok tabii o zamanlar, zaten ben çocukken tatil diye bir şey de yok. Tatil demek, tatil kitabındaki resimlere bakıp bulmacalarını çözmek, tatil ödevlerini yapmak demekti, bahçede toprakla oynamak demekti. Hatta sıkılıp okulların açılmasını özlemek demekti.

Evet çocukluğumun bayramlarını hiç ama hiç özlemiyorum. Büyüdükçe de zaten bayramların anlamı kalmadı.  Ve geldiğim son noktada bayramları toplumdan soyut, mümkünse telefon bile etmeyerek geçirmeyi tercih ediyorum.

Bu arada “deliye her gün bayram” lafına da katılmıyorum. Eğer öyle bir şey olsaydı, insanlar hayatlarını bayram neşesinde yaşamak için doktora gider,

“Aman doktor, canım cicim doktor, ne olur beni deli eder misin?” diye yalvarır, tıp da buna bir çare arardı öyle değil mi…

Eee bu argümanı da çürüttüğüme göre, asi ruhum, en içten yalnızlığım ve iç dünyamın bütün zenginliğiyle sizlere “iyi bayramlar” diyerek kaçar giderim ben…

Gerisini kendini deli sananlar, aslında öyle olmayanlar, deliliğe övgüler sunanlar ve delirmemek için kendine deli süsü verenler düşünsün, kalın sağlıcakla…

Not: Görselleri yapay zekâcığım Copilot çizdi, ben sadece talimatları verdim…

Devamını Oku

14 Haziran 2024 Cuma

Bilinmeyen Uçuk Kaçık Ülkede Uçuk Kaçık Vergiler

İnsanlar toplanmış ortada bir yerde. Kral halka hitap ediyor. Mikrofon var, bilgisayar her şey var ama nedense insanlar tekpâre, yani herhangi bir zamana aitmiş gibi durmayan, dolama gibi, dikişsiz, uzay çağında gibi ama minimalist, evet tekpâre (bu kelimeyi de ben uydurmuş olabilirim) giysiler içinde. Etraf toz duman… Geçmişte miyiz, gelecekte miyiz hiç belli değil. Burası hangi ülke, bu konuşulan dil nece kimse bilmiyor. Neyse ki yapay zekâ diye bir şey var da bu garip dili size çevirebiliyorum, bu iyiliğimi de hiç unutmayın olur mu? Unutursanız da merak etmeyin, çıkarlarım için kullanmak üzere heybeme atarım ben.

 Hazır mısınız? Hadi gelin o halde krala kulak verelim, bakalım ne diyor:


Dostlar, Romalılar, İçimizdeki İrlandalılar, Dışımızdaki O Gözü Çıkasıca Dış Mihraklar!

Öncelikle hepinizi sevgi, saygı ve hürmetle selamlıyorum. Ne o şaşırmış gibisiniz bu hitabıma! E normaldir; şaşırmasaydınız asıl ben şaşırırdım! Çünkü hepinizi sevgi, saygı ve hürmetle selamlamanın içimden gelen bir şey olmadığını gayet iyi biliyorsunuz. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu günlerde…

Yani diyorum ki, bu gittiğimiz yol bir köprüdür ve sizler kadın erkek fark etmeden hepiciğiniz benim dayılarım sayılırsınız. Önceden belirtmeliyim kiii, bu hitabımı eski dünyadan Türklere ait bir atasözüne benzetmeye çalışanlar, milletine kast eden kızıl teröristlerdir! Mavi ve yeşil teröristlere her ne kadar tolerans göstersek de, kızıl teröristlerin kökünü kazımak, siz sevgili tebaamıza verdiğimiz söz gereği boynumuzun borcudur.


Kral yanında hazırolda bekleyen şaklaban korumanın kulağına eğiliyor:

“Riçırd, şuradan bir bardak şey getir oğlum, dilim damağım kurudu, ne kadar uzun yazmışsınız bu yazıyı. Bu kadar sevgi pıtırcığı olmaya gerek var mıydı? Direkt salsaydık vergi memurlarını…”

“Ama efendim biliyorsunuz ki bu işler biraz da sevdirerek yapılmazsa şey olur, yani şey…”

“Kes tatavayı, şeyi getir…”

Bu sırada mikrofonun açık unutulması ve halkın arasındaki homurdanma, kralın elbette umurunda olmuyor ve “zorunlu” söylevine kaldığı yerden devam ediyor:

 Bizler biliriz ki, bazı kral atalarımız da köprüden geçerken karşılarına çıkan halkına “bir dayı sıcaklığı” ile yaklaşmışlardır.

Doğru oturup eğri konuşmak gerekirsee, içinizden bazılarınız bana her ne kadar bayılmasa da “Sevgili Dayıcığım” diye hitap etmelerinden asla ve kat’a başka bir anlam çıkarmayacağıma emin olabilirsiniz.

Evet Sevgili Tebaam,

İçinde bulunduğumuz zor durumdan çıkabilmek için pilavınızdan çıkan kurttan bile vergi almak zorunda olduğumuzu, sizler de görüyorsunuz. Size daha iyi hizmet verebilmek içün ve de devletimizin bekâsı içün, bazı ek vergiler getirmek zorundayız. Ben şimdi bunları alt alta söylerken, “katılımcı demokrasinin” gereği siz sevgili tebaamın da yeni vergi önerilerinizi değerlendirmekten mutluluk duyacağımı bilmenizi isterim. Bizler, ileri demokrasi ile yönetilen, bizim galaksimiz dışında komşu galaksilerde de parmak ucuyla gösterilen ve örnek alınan yüce bir devletiz. Elbette tebaamızın vermek isteyeceği ilave vergileri alıp kabul etme fedakârlığını da göstereceğiz.

Bu sırada nedenini anlamlandıramadığım bir alkış tufanı kopuyor dinleyicilerden.

“Riçırd, her söylediğim yeni vergiden sonra davullar çalsın, halk sevinsin diye soytarılar takla atarak göbek atsın, hadi oğlum…”

“Tamam babacığım, şey pardon haşmetmaap..” Kral devam ediyor:

İşte bütün devletlerin örnek alacağı yeni vergilerimiz şunlardır:

Bu sırada davullar güm güm güm; soytarılar cumburlop ve halktan yükselen ses:

“Yaşa varol canımız kralımız, bravooo…”

1-     Başka ülkelere gitmek isteyenlerden alınan 150 ÇP’yi 1.500.000 ÇP’ye çıkartıyoruz. Böylece dış mihraklara özenen tebaanın zırt pırt dışarıya çıkışını engellemiş olacağız. Gücü yeten tüccarlar elbette gidebilir, biz özgür bir devletiz neticede. Görüyorsunuz, bu vergiler sadece para toplamak için değil, aynı zamanda milli hassasiyetler için de gereklidir.

Bu sırada Riçırd’ın kulağına yine eğiliyor kral. Bu sefer mikrofon açık değil ama ben sizin için dudak okuyarak ne dediğini anlamaya çalışıyorum, değerimi bilin.

 Diyor ki, “Riçırd” diyor, “Niye ebleh ebleh bakıyor bunlar oğlum” diyor. “ÇP’nin bizim para birimimiz ÇÖP’ün kısaltması olduğundan haberleri mi yok” diyor. Riçırd mesanesi sıkışmış gibi kıvranarak bir şeyler söylüyor ama ağzını kapattığı için anlayamıyorum ne cevap verdiğini, idare edin artık bu kadarıyla...

 Kral mikrofona dönüp devam ediyor:

2-     OSHG vergisini tekrar gündeme getiriyoruz. Böylece ecdadımızın bizlere bıraktığı mirası da canlandırmış olacağız. O*urma, S*çma, Haraççıbaşı Geliyor vergisinin kısaltması olan OSHG, size daha iyi hizmet edebilmek içindir sevgili tebaam. Bu vergi sayesinde insanlarımızın bağırsak hareketleri düzene girecek, böylece gereksiz dışkılama ve gaz çıkarma ile ortaya çıkan kirlilik ortadan kalkacak, havamız misk-i amber kokacaktır. Göreceğiniz üzere bu vergiler sadece para toplama amaçlı değil, aynı zamanda ileri seviye çevre koruması için de gereklidir.

3-      Getireceğimiz KV yani Kavga Vergisi sayesinde evlerimizde, sokaklarımızda ve cennet vatanımızın her köşesinde özlediğimiz sükûnet ve barış geri gelecektir. Görüyorsunuz bu vergilerin amacı sadece para toplamak değil, aynı zamanda galaksinin parmakla işaret ettiği en huzurlu ve en mutlu ülke olabilmektir. Diğer ülkelerin kaçıncı parmaklarıyla işaret ettiğinin bizim nazarımızda hükmü yoktur.

4-   Tebaamızın fazla düşünmekten kafayı yer duruma gelmesini önlemek için getireceğimiz DÜVE, yani Düşünme Vergisi bir devrim niteliğindedir. Çünkü DÜVE sadece para toplamak için değil, insanlarımızın “düşün düşün *oktur işin” atasözünde belirtilen kısır döngülere girmesini engellemek için ince ince düşünülerek hazırlanmış bir vergidir.

5-     Son olarak sizin için YEVER ve İÇVER olarak düzenlediğimiz yeme içme vergileri sayesinde daha az yiyip daha az içmenizi sağlayarak size fit bir vücut vadediyoruz sevgili tebaam. Biliyorsunuz son zamanların trendi günde bir öğün yemektir. Diyetisyenler de bunu söylemektedir. Bir öğünden fazla yiyip içmek isteyenlerin lokmaları ve yudumları ağızlarınızın kenarlarına takacağımız mikroçipler sayesinde kolaylıkla sayılabilecek, bu sayede fazla yeme içme probleminiz de ortadan kalkacaktır. Bu vergiyi vermeye gücü olmayan ama yine de fazla yemek isteyen tebaamız için ise müthiş bir hizmetimiz var. Görüntülü arayacaksınız 666 no’lu telefonu -ücretsiz ha bu hat kıymetini bilin -canınız ne isterse biz sizin yerinize ekranda canlı canlı yiyerek nefsinizi de köreltmiş olacağız. Görüyorsunuz YEVER ve İÇVER sadece para toplama amaçlı değil, fit ve zayıf bir toplum yaratmak için ince ince düşünülmüş bir vergidir.

.

 Davullar güm güm güm; soytarılar cumburlop ve halktan yükselen aynı ses:

“Yaşa varol canımız kralımız, bravooo…”

 Sevgili Tebaam, hiçbir fedakârlıktan kaçmayarak oluşturduğumuz yeni vergiler ile size nasıl bir konfor sunduğumuzu görün ve bize tapmaya devam edin. Gerekirse sizin yerinize düşünen, sizin yerinize yiyen ve içen bir kral var karşınızda. Hatta dışkılama periyodunuzu bile sizin için biz düzenliyoruz.

 Biz sizler için varız… Bu arada notçubaşılar dolaşacak şimdi aranızda, ilave vergi önerilerinizi yazdırmaktan sakın çekinmeyin. Bağrımıza taş basar ama yine de istediğiniz vergileri uygulamaya alırız, yeter ki siz şey olun, mutlu olun yani…

Riçırd çok sıkıldım, çabuk uçur beni buradan…

not: Resimleri Yapay Zekâcığım sevgili Copilot çizdi sağ olsun... 



Devamını Oku

12 Haziran 2024 Çarşamba

Tiflis Gezi Hikayem #11-Gezinin Son Yazısı, Meidan Bazaar, Teleferik ve Son Sözler...

Sevgili Günlük,

Gezimin altıncı ve son güne gelmiş bulunuyoruz, yarın dönüş var. Tarihlerden 28 Mayıs 2024. Nihayet yağmurlar bitti, bugün hava çok sıcak görünüyor. Düne kadar evde kombi yakarak ısınmıştık, montsuz dolaşamamıştık, Tiflis yağmurlarında ıslanmıştık. 

Hadi bakalım, bugün neler olacak…

Son Geziler

Evde kahvaltı yaptıktan sonra biraz geç çıkıyoruz. Sanki bütün haftanın yorgunluğu çökmüş gibi… Nasılsa gezeriz diye en sona sakladığımız Meidan Bazaar’a gidelim artık. Magnet falan da alırım diye düşünüyorum. İpek Yolu zamanında da kullanılan bu yeraltı çarşısı Old Town merkezde.



 Tahminimden daha küçük olan bu çarşıda antikalar, bizim bir milyoncularda da artık yer alan küçük seramik reçellikler, örgü bebekler, antika paralar, başka bir yerde hiç gözüme çarpmayan yöresel reçeller, daha önce görüp hiç canımın çekmediği renkli cevizli sucuk gibi şeyler ve biraz da magnet var. 

Ben güzel bir seramik bardak alırım diye düşünmüştüm, bulamıyorum bu çarşıda. Tarihi dokusu güzel, ama alışveriş için beni tatmin etmiyor.

 Şimdi içinizden bazıları “yine bahane uyduruyorsun” diyebilir ama gerçekten öyle. Magnetlerin daha güzellerini sokaklardan alırım diyorum. Çarşı hem de alt geçit görevi görüyor, karşı merdivenlerden başka bir sokağa çıkıyoruz keyifle...


Teleferik ile Gürcistan'ın Ana’sı Heykeline Çıkış

İstikamet yine Barış Köprüsü. Bu sefer köprüde Amerikalı, Alman ve Japon kafileler var, dünden daha kalabalık. Teleferik istasyonuna geliyoruz, bugün düne göre kuyruk az. Aslında biraz çekindiğimi itiraf etmeliyim. Bu şey, uçağa binmek gibi bir şey değil ki, daha az güvenli gibi. İçimden “Amaan sadece 2,5 dakika sürüyormuş, idare edebilirim” diye düşünerek kendimi psikolojik olarak hazırlıyorum. 

Nehrin üzerinden geçiyoruz ve tepeye ulaşıyoruz. 


Evet Tiflis’e gelip de ziyaretine gitmeyen turistin muhtemelen ayıplandığı meşhur Kartlis Deda, yani Gürcistan’ın Ana’sı heykeli bütün heybetiyle orada bizi bekliyor.



Sovyet Dönemi’nde yapılan ve 66 yıldır bir elinde dostluğun simgesi şarap kasesi; diğer elinde düşmanları karşılamak için kılıç olan heykel gerçekten de etkileyici. 20 metre uzunluğundaymış, kafamı kaldırarak selam veriyorum kendisine, ama sadece arkadan. Çünkü kendisi tepenin kenarında yer alıyor. Önden fotoğrafını çekebilmek için öndeki daracık alana girmeyi istemiyorum.




Sololaki Tepesi’ndeki bu heykelin ön tarafında Tiflis şehri ayaklarımızın altında. Ama beni en çok heykelin arkasından bakınca gördüğüm orman etkiliyor. Nasıl şahane bir yeşillik… Maalesef bu kesintisiz yeşili bölen, ormanın karşı tarafındaki tepeye yapılmış camlı bir rezidans ve bir iki tane de inşaat var. Muhtemelen otel inşaatları bunlar. “Bizim meşhur inşaatçılar olmasın” diye aklımdan geçiriyorum elbette, bilinçaltıma ne kadar yer etmişlerse artık. 

Ama bu birkaç inşaat yine de ormanın muazzam büyüsünü engellemiyor. Ben zannetmiyorum bizimkilerin kafası gibi ormanı tırtıklayıp villalar yapsınlar! Bizimkilerdeki “taşa tapınma kafası” bence başka milletlerde yoktur, utanılası bir şey bu; doğayı yok eden beton dökücü genleri...

Aslında bu tepeden bir kapı ile botanik bahçesine geçiliyor ve sanırım aşağıya dönerek inildiğinde hamamlar bölgesine varılıyor. Ben bu kadar maceraya cesaret edemediğim için teleferikle dönmeyi tercih ediyorum.

Dönerken teleferikte iki kişiyiz. Gerçekten gözlerimi kapatarak iniyorum. Çok enteresan; çıkarken teleferikte altı yedi kişiydik ve bu kadar çok korkmamış, en azından sağıma soluma bakabilmiştim. Demek ki kalabalık içinde yer almak insandaki güven duygusunu artırıyormuş, bunu da teleferik sayesinde deneyimlemiş oluyorum. Çok şükür iniyoruz yere...

Yine parklardan parklara dolana dolana geziyoruz sokaklarda. Şehir o kadar sessiz ki, bize uzak olan Özgürlük Meydanı civarındaki protesto seslerini duyabiliyoruz dondurma yerken. Saat akşam altıya geliyor. Bugün daha geniş bir protesto var “Rus Yasası”na karşı.

Şehrin sessizliği, kuşların sesi; hafızama kaydediliyor adeta…

Tiflis’te Sürprizli Son Akşam Yemeği

Çok yorulduğumu hissediyorum. Belki de haftanın yorgunluğu çökmeye başlıyor artık bünyeye. Old Town’a geliyoruz ve yiyecek bir şeyler arıyoruz. Son akşam bari güzel bir şeyler yiyebilsek dışarıda. Yorgunluktan evde yemek yapacak hal de kalmadı… Yok, gerçekten “hah işte bunu yiyebilirim” diyebileceğim bir şey bulamıyorum. Sadece et yemeği yapan bir yer yok mesela, hamburgerci de yok OldTown’da, pizzacı da yok. Rustavelli civarında vardır ama orada da protestocular var malumunuz… Sarımsaklı tavuk sos kokan yerel restoranlara girmeyi canım hiç ama hiç istemiyor.

Yapacak bir şey yok; mahalleye doğru yol alıyoruz, makarna falan atıştırırız bir şeyler ne yapalım...

“Şöyle sadece pizza yapan bir yer olsaydı mesela…” diye geçirirken içimden ve tam da eve çok yaklaşmışken başımı sola çeviriyorum ve küçük tabelada “Pizzeria Paradiso” yazısını görüyorum… Pizzacı Cenneti yani… İnanamayacaksınız ve "abartıyorsun yine" diyeceksiniz ama, olay aynen böyle gelişiyor. 

Ben alışkınım böyle gün içerisinde küçük mucizeler yaşamaya…  Çok daha keyif alırım bu anlardan, kıymetini de bilirim...

Demek ki görmemişiz bu küçük tabelayı daha önce. İçerisi çok şirin döşenmiş, tam benim sevdiğim gibi… Köşede bir piyano, tahta sandalyeler, hemen karşıda küçük kubbe şeklinde odun ateşi ile yanan taş fırın. Sarışın ve genç bir usta, şirin mi şirin güler yüzlü bir garson genç kız… İşte budur, teşekkürler hayat...

Bu arada Tiflis’te piyanonun çok yaygın bir enstrüman olduğunu, hemen hemen her restoranda piyano çalındığını da dip not olarak eklemeliyim.


Vejetaryen pizza söylüyoruz, içecek sorduğumuzda “lemonade” dedikleri o bütün gezginlerin “armutlusunu için” diye tavsiye ettikleri içeceğin olduğunu söylüyor tatlı garson. Ben armutlu değil de üzümlü istiyorum.  Hafif gazlı ve  siyah üzüm aromasının hissedildiği gazozun gerçekten de harika bir tadı var.

Çok fazla beklemeden pizza geliyor, iki kişiye yetecek kadar büyük. İnce hamurlu, kenarları hafif yanmış, çıtırlığı yerinde. Malzemeleri taze ve lezzetli.

Hayatın tam da ihtiyacım olduğunda önüme çıkardığı bu pizzacı, tam da adı gibi cennet mutluluğu yaşatıyor bana. Merak edenler için Instagram adresini ekliyorum buraya

Eve geldiğimde resmen ayak tabanlarımın sızlamasının fiziksel bir acıya dönüştüğünü hissediyorum. Hem dışarıya çıkmak istiyorum hem de dinlenmeye gerçekten ihtiyacım var. Saat gece ikiye kadar uzanıp dinlenmeye çalışıyorum.

Son geceyi taçlandırmak için gece saat ikiye doğru, geçen yazılardan birinde bahsettiğim ve çok sevdiğim Gudiashvili Meydanı’na gidiyoruz, eve çok yakın. Pek çok kızlı erkekli arkadaş grupları ve turistler meydanın çevresindeki banklarda oturuyor. Gürültü yapmadan sohbet edip biralarını içiyorlar. Hayran olduğum bu meydan, gece ışıklarıyla gözüme daha da büyülü görünüyor. Aşıklar çeşmesinden akan suyun sesi, kuş sesleri, ışıklardan yansıyan ağaç gölgeleri…

Aslında gündüzleri biraz daha az gezip geceleri bu güzel meydanlarda ağaçların altında vakit geçirebilirmişiz. Tiflis’e bir daha gelirsem zaten parklar ve parka benzeyen meydanlardan başka bir yere gitmem. 

Yarın 11’de çıkış var evden. Uçak ise akşam beşte. Geç çıkışı kabul etmedi ev sahibi, çünkü yeni sakinleri geliyormuş evin…

Gezinin Sonu

Sabah kahvaltı hazırlayıp valizi topluyoruz.  11’i 5 geçe geliyor ev sahibi, dakik… Mutlulukla ayrılıyoruz evden, dışarısı gerçekten de çok sıcak. Bu sıcakta gezilmezmiş diye düşünüyorum. Yürüyerek Rustavelli’deki Galeria’ya gidiyoruz. 337 No’lu otobüs Galeria’nın önündeki duraklardan kalkıyor.

Tam da durağa gelmek üzereyken magnet almadığım aklıma geliyor. Belkş Galeria’da bulurum diyorum, ama yok.

Üzülmüşken tam, hoop bir sokak satıcısı çıkmıyor mu karşıma! İşte yine hayatın küçük mucizelerinden biri… İki tane magnet seçiyorum, sonra otobüs geliyor, erkenden havaalanına gidiyoruz. Çünkü bugün protestolar erken başlayabilir diye okumuştum sosyal medyadan. Yollar kapatılabilir, her şey olabilir. İstanbul’dan şerbetli olmak, temkinli olmayı otomatik hale getirmiş bünyede.

Güzeldi her şey; ne çok kısa, ne çok uzun ve ne çok bıktırıcı! Sindire sindire gezecek kadar vakitli güzel bir gezi oldu Tiflis. Ruhuma reset çekmiş oldum.

Teşekkürler hayat, bana bu fırsatı sunduğun için. 

Ve 11 bölümdür bıkmadan usanmadan okuyan, yorumlarıyla içimi ısıtan bütün blog dostlarıma da teşekkürü bir borç biliyorum.

 Umarım böyle keyifli anılarla dolar bu blogda yıllarca…

NOT: Dönüşte Sabiha Gökçen’de gümrük kontrol sırasında bir kadın, diğer bir kadının üzerine resmen atladı; evet atladı… Filmlerdeki gibi kadın kadına dövüş sahnesini de ilk kez görmüş oldum. Polis ayırdı ikisini. Çok acayiptiler, sanırım biri Almancıydı. Ben tabii ki geziden gelmiş, ruhu doymuş biri olarak bu olan biteni hiç önemsemedim… Çünkü gezmek böyle bir şey… 

Hayat, lütfen hep iyilerle karşılaştır beni...

Sevgiyle, güzellikle,huzurla efenim, sürç-i lisan ettiysek affola... 

Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden, akranların yanakların....

Tamam tamam çok fazla "bis" yaptım, perde kapansın artık... 🌺

Tiflis yazılarının tamamı burada


Devamını Oku