30 Ekim 2024 Çarşamba

Kşinev Gezi Hikâyem #10 –Ve Son; Eriyen Buz Abla ile Şehre Veda


Dört günlük bir geziyi on bölümlük dizi halinde anlatmak da olsa olsa bizim gibilere yakışır. “İnsanlar uzun yazıları okumuyor” söylemine aldırmadan sayfalarca yazılar yazan, okuyan bütün blog dostlarıma selam olsun...

“ Dinozor muyuz arkadaşlar?”

“Ooo yee…”

O halde dönüşü de anlatayım, bu uzun hikâye son bulsun. Alelacele final bile çekmeden yayından kaldırılan dizi yapımcıları gibi asla olamam. Buraya kadar okuyan bir kişi bile olsa, finali okumayı ve dolayısıyla saygıyı hak etmiştir.

Bu geziye final bölümü yazılacak arkadaş! Hadi o halde gelsin son bölüm…

Havaalanına Gidiş

Günlerden 14 Ekim Pazartesi. Bugün Kşinev Bayramı’nın ikinci günü ve birçok yol kapalı. Çok sevdiğimiz 7/24 açık olan Andy’s Restoranın oraya gideriz, internet orada çekiyor. Restoranın önünden taksi çağırırız diyoruz. Hedef, sabah en geç 6:45’de evden çıkmak. Çünkü havaalanında ne olacağını bilemeyiz, riske atmamak lazım.

Ev sahibimiz Radu’nun şirin ziyaretçi defterine teşekkür notumu akşam bavul hazırlarken yazmıştım, böyle şeyleri asla pas geçmem. Bana yazmak olsun…

Sabah son kahvaltıyı yapıyoruz. Eve veda ederek çıkıyoruz. Hava henüz aydınlanmamış. Andy’s’e giderken eve çok yakın barda daha önce internet şifresi kaydettiğimiz aklımıza geliyor. Eğer çalışıyorsa internet, oradan taksi çağırabiliriz. Bu fikir şahane…

Sokakta iki köpek havlıyor, biraz tırsıyorum. Şehirde sayısı son derece az olan sokak köpekleri bula bula bizi mi buldu yani… Neyse dikkatli bir şekilde barın önüne geliyoruz. Eugen Doga Sokağı’nın hemen girişindeyiz. Ve evet bingo, internet çekiyor.

Akşam LetzMoldova uygulamasını indirmiştik cep telefonuna. Eğer siz de buralara gelecekseniz, taksi ihtiyacınız için bu önerimi alın cebinize koyun efendim. Uygulama çok başarılı…

Taksi 4 dakikada geliyor. Çok mutlu oluyorum. Bir level daha atlamış gibi hafifliyorum resmen. Temiz bir araba. Hiç konuşmayan, kibar şoförümüzle yarım saatte varıyoruz havaalanına. 150 Lei tutuyor, zaten havaalanındaki tarifede de bu ücret yazıyor. Normal taksilerde bu fiyatların geçmediğini okumuştuk. Kim bilir nasıl kazıklanacaktık? İşte teknolojinin nimetleri bunlar. Siz siz olun; yurt dışında bir yere gidecekseniz, hangi taksi uygulamasının iyi çalıştığını önceden öğrenin derim. İnsan turist olunca gittiği yerin cahili oluyor çünkü. Bayramlar, kapanan yollar, değişen toplu taşıma kuralları gibi ekstra şeyler  de hep turistlerin başına geliyor...


Chişinau Havaalanı

Ülkeye girerken arkalarda bir yerlerde sorgu odalarında takıldığımız için havaalanını tam gözlemleyememiştim. Şimdi rahat rahat tanımaya çalışıyorum. Küçük bir yer burası. Böyle olunca da karmaşa olmuyor. Ben çok seviyorum böyle nasıl desem “kompakt” şeyleri. Bünyem, dünyanın enn büyük havalimanı, enn büyük köprüsü, enn büyük konser salonu gibi “gösterişli” şeylere tercih ediyor bu "küçük ve kolay” olanları.

Tam zamanında gelmişiz, saat 8’e doğru check in açılıyor. Online ckeck in yapılmıyor dönüşte. Ülkenin kuralı olabilir, bilmiyorum gerekçesini. Hızlıca hallediyoruz bu aşamayı. 

Ortada herkesin görebileceği bir yerde bildiğiniz kocaman kantar var bavul tartmak için. Eski sistem ama bana kalırsa çok işlevsel. Bavul kilomuzda sıkıntı yok. Hadi bakalım geldik güvenliğe…


Güvenlikte Yine Kaba Saba Kadın Görevliler, Tatlılarım Benim!

Tatilimiz boyunca ne bir güvenlik görevlisi gördüm ne de polis. Dolayısıyla kötü muameleye maruz kalmadım; suratsız genç kadın garsonları ve suratsız müze görevlisi yaşlı kadınları saymazsak… Bir dakika ya, bu ülkenin çalışan kadınlarının tamamı mı suratsız yoksa? Öyle mi ki?

 Güvenlik görevlisi suratsız kadın, cebimdeki su şişesine öyle bir kızıyor ki!

“Höyt zöyt, hebele hübele…” diyerek suyu oradaki kutuya atmamı söylüyor kendi dilinde. Pardon söylemiyor, dikte ediyor! Sabiha Gökçen'de suya bir şey demiyorlar artık. Burası daha o seviyeye gelememiş demek ki. İyi de bağırmadan söylesene bayan bariton!

 “Güzel olduğunuz kadar kibarsınız da!” klişe repliğiyle sizi bu öyküye dahil etmek isterdim ama üzgünüm;

 “Yüzüne bakma gereği duymayacak kadar kabasın canım! “ diyorum içimden.

Bir tarafta ülkedeki parklar, sanatçılar, heykeller, medeniyet, temiz yollar; diğer tarafta kaba davranan garsonlar, güvenlik görevlileri... Üstelik bu insanlar, en azından erkeklere nazaran asgari düzeyde de olsa zarafet beklediğimiz kadın cinsindeler… Bu ne lahana, bu ne bahama kuşkusu diyor insan!

Cebimdeki suyu çöpe attırıyor ama kol çantama yedek olarak attığım suya öbür görevli bir şey demiyor… N’oldu şekerim, bayan kaba ses? Akıl akıldan üstün mü yoksa, haa…

Sizin mantıksız olduğunuzu ülkeye girerken çözen aklım, suyu yedeklemeyi önceden düşünmüştü canlarım ciğerlerim… Nasıl da eğlendirdiniz beni ama, oldu mu size gol...

Ülke Çıkışında Bilin Bakalım Kim ile Karşılaşıyoruz?

Erken geldiğimiz için işlemler hızlı ilerliyor. Fazla beklemiyoruz. İlk güvenliği aştıktan sonra ülkeden son çıkışta en soldaki gişede bilin bakalım kimi görüyoruz? Evet bildiniz! Ülkeye girişte bizi sorguya çeken suratsız sarışın buz ablamızı tabii ki! Kendisini uzaktan görünce “eyvah” diyorum, "yine buldu bizi…"

Ama bir görseniz, o buz abla gitmiş, yerine sanki kırk yıllık dostumuz gelmiş! El kol işaretleriyle bizi kendi gişesine çağırıyor ısrarla, hem de gülümseyerek! Şimdi gitmesen olmaz, bir de öyle pozitif bir enerji yayıyor ki! Demek İngilizce de biliyormuş; “Sizi hatırladım, siz de beni hatırladınız mı?” diyor. O kadar pozitif ki, enerjisi bize de geçiyor. “Evet” diyorum, “Sizi hatırlıyorum” Gülümsüyoruz hep birlikte. Buz abla gitmiş, yerine ikizi “eriyen buz abla” gelmiş adeta.

“Bak gördün mü kaçmadık. Hem de o burun kıvırdığın paramızın yarısı da arttı!” demek istiyorum ama ne olur ne olmaz susuyorum.

O kadar iyi davranıyor ki! Muhtemelen pişman olmuş bize girişte yaşattıkları için; hatta azıcık da utanmış gibi! Hızlıca yapıyor işlemlerimizi.

“Bay baaay” diyor arkamızdan gülümseyerek. Neredeyse sarılıp öpecek…

Girişte bize çektirdiği eziyeti aklamaz ama, yine de bu davranışı çok hoşuma gidiyor. Hani sonu tatlı biten filmler vardır ya, herkes gülümser; bir an öyle bir sahnenin içinde gibi hissediyorum kendimi. Bu gezi bir film olsaydı, muhtemelen son sahnesi böyle olurdu. "Eriyen Buz Abla" gülümseyerek bizi uğurlardı, ardından bulanık bir filtre ile uçağın kalkışını görürdü seyirci ve jenerik akardı uzun uzun…

Havalimanında Son Saatler…

Güvenlik level’ını da atlattıktan sonra ülkeye girişte görme şerefine nail olamadığımız âdeta minyatür freeshop’a giriyoruz. Bir rahatlama var tabii ki üzerimizde. Eriyen Buz Abla’nın güzel uğurlaması sayesinde âdeta hafifledik mi ne?

Free Shop’un girişinde tekstil ürünleri görmek beni şaşırtıyor. Elimizde kalan Lei'leri harcayalım diyoruz. Vişne likörlerine bakıyorum, istediğim marka yok. Bir tane Black Cherry ve kalan bozukluklarla da magnet alarak bu işi de bitiriyoruz. 

Free Shop’un hemen sonunda küçücük bir bekleme salonu ve uçaklara gidilen, yan yana dizilmiş, sadece 7 kapı var. Bir de asma kat var üstte. Üst kattaki kafede bir latte 60 Lei civarı, yani şehirdekinin sadece 2 katı. Bizdeki gibi “geçirmece” değil fiyatlar.

Bakıyorum tabelaya, bekleyen bir tane Londra uçağı var, sonra bir THY Antalya ve Pegasus İstanbul, sonra bir iki tane daha bir yerler… Türklere girişte kötü davranıyorlar ama, biz olmasak doğru dürüst turist de gelmiyor demek ki ülkelerine. Bu kadar az uçuşun olduğu yerde iki tane Türk uçağı kaldırıyoruz, daha ne yapalım sevgili buz ablalar abiler… Elbet bir gün bu devran da döner canlarım ciğerlerim... 

Oturup sağa sola  bakıyorum. En sevdiğim şey... Her şey aheste beste ilerliyor. Ne sık sık yapılan anons var, ne de telaş…

10:20’de kalkacak uçağımıza saat 9’da otobüsle götürüyorlar bizi. 


Gelirken gördüğümüz KUFAD çocukları ile aynı uçaktayız. Gösterilerine denk gelememiştik. 

Şahane bir yolculukla bir saat yirmi dakikada İstanbul’a kavuşuyoruz. Cebimizde güzel anılar ve yeni bir seyahat için güzel dilekler ile…

Ve nihayet geliyoruz sona! Sevdiğim bir dizi bitmiş kadar üzülüyorum yahu… Ne kadar alışmıştım yazmaya. Gerçi okuyanlar bıkmış da olabilir ama ben yazarken her şeyi tekrar yaşadığım için iki kere kendime torpil yapmış gibi oluyorum

Tüm aksiliklere rağmen harika bir geziydi be! Kşinev, seni sevdim canım...

Ve son...


Bu upuzun yazı dizisini sonuna kadar okuma sabrı gösteren herkese teşekkürü bir borç biliyorum. Bir nebze de olsa ülkemizin saçma gündemlerinden uzaklaşabildiysek hep beraber, ne mutlu bana…

Güzel ülkelere güzel seyahatler yapma fırsatları gelsin hepiciğimizin ayaklarına…

Sevgiler, saygılar efenim; kalın sağlıcakla…

Evde Yazar Production iyi günler diler…

SON NOT:

Biz döndükten sonra yaptıkları seçim sonucunda Moldova halkı yüzde ellinin virgül sonrası az farkıyla Avrupa Birliği’ne girmeyi anayasalarına yazdırma kararı aldı. Umarım yaşanan süreç, bu güzel şehrin faydasına olur.

Kşinev yazılarının hepsi  burada
Devamını Oku

28 Ekim 2024 Pazartesi

Kşinev Gezi Hikâyem #9 – Son Gün, Bayram, Tarih Müzesi, Vişne Likörü

Günlerden 13 Ekim Pazar. Artık bugün gezimizin son günü. Yarın sabah erkenden yollara düşeceğiz. Hava güneşli, 14-15 derece. Hani derler ya, limonata gibi, tam da gezme havası. Bakalım bugün neler bekliyor bizi…

Bileğim her adım attığımda kendini fena hissettiriyor. Allahtan ağrı eşiğim çok yüksek. Benim  yerime başkası olsaydı herhalde soluğu çoktan acilde almıştı. O yüzden biraz ağırdan alıyorum. Her şey aheste beste…  Zaten ülke de aynı böyle, nazlı nazlı…

Kşinev Azizler Günü Bayramı

Bugün bayram. Evden çıkıp biraz ilerleyince müzik sesleri gelmeye başlıyor. Çok sokağı trafiğe kapatmışlar. Arabaların rahat hareket etmesinden çok insanların eğlenmesini, rahat rahat gezmesini düşünmüşler. Caddeye inince o sakin şehrin bu kadar kalabalıklaşmasına şaşırıyorum.

Bir sokak yeme içme alanı… Izgara etler, bira köşeleri, şaraplar. Domuz eti kötü kokar önyargım bu caddede yok oluyor. Tadına bakmıyorum ama kokusu hiç de rahatsız etmiyor. Üstelik bu kadar çevirme et olmasına rağmen ortamda hiç duman da yok. Nasıl bir sistem kurmuşlarsa sonuç mükemmel. Bizde neden et pişirirken çok duman ve koku çıkıyor peki? Bu konu tamamen benim uzmanlık alanım dışında. Cevabı bilmiyorum.

Caddenin ilerisine kurulan stantlarda kurutulmuş et, bal, ceviz, vişne şarabı, vişne şurubu… Bir stantta yöresel işlemeli beyaz bluzlar.

Samanlar ve renk renk kabaklar önünde fotoğraf sırası oluşmuş, ben fotoğraf çekemiyorum.

Park 17 dönüm arazide ve meydan gibi olduğu için çoğu stant parkın içine kurulmuş.

Ağaçların arasında çeşit çeşit el işleri… Fiyatlar biraz yüksek…

Bez bebekler, aksesuarcılar, tahta işler, çeşit çeşit hediyelikler…

Popcorn’cular, pamuk şekerciler, baloncular…

Çocukluğumun panayırları gibi cıvıl cıvıl her yer.

Müzik işine belediye el atmış. Meydana devasa bir sahne kurulmuş. Senfoni orkestrası, dev ekranlar… Ülkenin en ünlü opera sanatçıları çıkıyor, müzik şahane. Tangolar, caz, genellikle içinde “Kşinev” sözcüğü geçen coşkulu şarkılar… En büyük konser yarın olacakmış, biz dönüşteyken. Olsun, bu kadarına tanık olmak bile şahane!



Çok güzel her şey, insanın içine coşku doluyor. Arada gelen çan sesleri olmasa dini bayram olduğu hiç anlaşılmıyor.


Lviv Vişne Likörcüsü

Lviv gezimde beni benden alan vişne likörcüsü Drunk Cherry şubelerini görünce resmen duygulanıyorum, anılarım canlanıyor. Dükkânın büyüklüğünden tavanda asılı kırmızı şişelere, hatta likörün sunulduğu kristal kadehin şekline kadar her şey aynı… Bir tane içiyorum, içim ısınıyor.  Buradaki adı ise PianaVyshnia. Akşamları buranın da önünde kalabalık oluyor. Anlatılmaz yaşanır, bu likörün keyfi gerçekten de bir başkadır. Keşke Kadıköy'de de şubesi açılsa.


Moldova Ulusal Tarih Müzesi

Dün bomba ihbarı nedeniyle giremediğimiz müze bugün açık. Girişteki kurt heykelinin adı Kapitol Heykeli’ymiş.  Roma şehrini kuran Romus ve Romulus adlı iki kardeşin bir kurt tarafından beslenmesini anlatıyormuş.

Giriş kişi başı 20 Lei, fiyatlar gayet makul.

Diorama Odası

Bir hatırlatma yapayım

Diorama, gerçek veya kurgu bir olayın, anın veya hikâyenin ışık oyunlarının da yardımıyla üç boyutlu olarak modellenmesidir

İki sanatçı tarafından sekiz yılda tamamlanmış eser 4,5 *11 metre boyutlarında ve gerçekten çok etkileyici. İkinci Dünya Savaşı sırasında bir köyde yaşananlar anlatılmış. Gerçekten müthiş. Odada ayrıca o dönemden kalan birkaç silah da sergileniyor.


İkinci katta farklı farklı odalar var. Yüksek tavanların ve duvarların işlemeleri başlı başına çok güzel.

Maalesef çoğu eser Macarca ya da Rusça dillerinde anlatılmış. Bu nedenle fazla bilgi edinemesem de gördüklerim etkileyici.

Opera sanatçılarının giysileri,



Eski bir kamera, 

En çok uzaylıya benzeyen kilden heykeller dikkatimi çekiyor.

Atılmış Lenin Resimli Vazo!

Her tarafı kapalı camdan bir küp içinde geçmişe ait her şey sıkıştırıp sergilemişler. Eski paralar, eski tüplü bir televizyon, Moldova Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bayrağı ve üzerinde Lenin resmi olan bir vazo…

Bence çok acıklı bir manzara, hakaret gibi…

Kişinev’de Son Akşam

Her yer çok kalabalık. Bu kadar insan şehir dışından gelmediğine göre dün akşam neredeydi, ya da önceki günler… Bunu düşündüğümde Moldova’ya Avrupa’nın en fakir ülkesi dendiği aklıma geliyor. Ortalama aylık maaş 300-400 Euro olduğu söyleniyor. Hal böyle olunca, normalde dışarıya eğlenmeye çıkamayan kent sakinleri bayram diye çıkmış olabilir. Bizde de öyledir ya, bayramlarda otobüsler bedava olduğu için her yer ana baba gününe döner, normalde dışarıya çıkmayan kitle yollara dökülür…  Burada da sanırım caddelerde kurulan yeme içme alanları normal günlerden daha ekonomik bugün, ve belki de ondan kalabalık.

Akşam serinliği başladığında en sevdiğimiz restoran Andys’e gidiyoruz elbette. Bayram münasebetiyle aşırı kalabalık. Biraz bekleyince yer bulabiliyoruz. Bu sefer aman nazar değmesin garson kız pek bir güler yüzlü, bahşişi hak etti. Müthiş sistem kurmuşlar. O kalabalıkta bile kız siparişi aldıktan sonra elindeki cihaza bakıp 20 dakika diyebiliyor ve sipariş tam da söylediği gibi hatta daha erken geliyor.

Çok şaşırdığım bir şey söyleyeyim. Tam giriş kapısının yanındaki tuvaletlere dışarıdan onlarca insan giriyor. Sadece WC’yi kullanıp çıkıyorlar. Bizde olsa kapıya kesin güvenlik dikerlerdi, kimse de bir şey demiyor. Çok takdir edilesi bir bayram ruhu.

Zaten parkta hiç tuvalet görmemiştim. Bayram için seyyar tuvalet gördüm bir iki ama bence azdı. Demek ki şehrin esnafı ya da sadece Andys de olabilir, bu konuda dayanışma içinde olabiliyor bayramlarda…

Akşam TİKA’nın meşhur sokağında biraz oturduktan sonra eve gidiyoruz, artık toplanma zamanı…

DİZİNİN SON YAZISINDA GÖRÜŞMEK ÜZERE…

Kşinev yazılarının hepsi burada

   



Devamını Oku

25 Ekim 2024 Cuma

Kşinev Gezi Hikâyem #8 – Üçüncü Gün Akşamı, Laf Lafı Açıyor!

12 Ekim Cumartesi akşam saatleri. Puşkin Müzesi’nden şahane duygularla çıktıktan sonra evden svetlerimizi de alıp yürüyoruz. İstikamet tabii ki parka doğru. 

Cumartesi Akşamı ve bayrama hazırlık

İnsanlar üç günlük tatil moduna girmişler artık. 14 Ekim Pazartesi Moldova Şehir Günü, yani bir bayram. Bizim de uçağımız aynı gün. Ve şansımıza bu sene 13-14 Ekim’de iki gün kutlanacakmış bayram.

Stefan Cel Mare heykelinin oradan cadde trafiğe kapatılmış. Ara sokaklar da kapatılmış. Cadde üzerinde sağlı sollu stantlar kurulmuş. Açıklı koyulu renklerde çeşit çeşit ballar, atıştırmalıklar, ceviz, kurutulmuş et, tahta el oyması ürünler gözüme çarpıyor. Şarapları ünlü aslında ama pek şarap standı yok.

Parkın içi tam bir bayram yeri havasında. Parkta kurulan stantlarda da pek çok şey satılıyor. Yöresel bez bebekler, tahta mutfak gereçleri, takılar, çikolatalar… Ağaçların arasında bir sokağı yemek için dizayn etmişler, ızgaralar kurulmuş; ama etraf asla duman olmamış ve abartılı bir koku yok. İnsanlar dans ediyor, ortam şahane…

Mayıs ayında gittiğim Tiflis’te de böyle festival havasında kutlanan bir bayrama denk gelmiştim. Çok güzel oldu yine; hem de hiç planlamadan, sürpriz…

Ama turist olmak biraz da bilinmezlik demek. 14 Ekim sabah 10:20’de uçağımız var. Ve biz havaalanına dönerken tam da bu kapatılan yol üzerindeki duraktan 30 numaralı otobüse binmeyi düşünüyorduk. Yollar değiştiği için bunu yapamayacağız belli ki. Yandex Taxi çağırırız diyordum ama bir türlü uygulamayı aktive etmek için mesaj gelmiyor telefona. Belki de Yandex Taxi uygulamasını Türkiye’de iken aktive etmeliydik… Neyse bakacağız artık bir çaresine. Şimdilik bunları düşünmeden ânın tadını çıkaralım.

Saat akşam 18:00’i geçiyor. Geçen gün pizza yediğimiz Andy’s restoranı çok beğenmiştik. Yine oraya gidelim ve hamburger yiyelim diyoruz.

Akşam Yemeği ve Asık Suratlı Garsonlar

Buraya ilk gelişimizde pizzası çok lezzetliydi, servis çok hızlıydı, internet çok hızlıydı, şifre falan da sormuyordu, tuvaletler temizdi, sıcak su vardı. Bir turist daha ne ister…

Hamburgerde iki seçenek var, tavuklu ya da dana etli. Kolalar ise bu ülkede benim gördüğüm kadarıyla genelde Pepsi. İsteyene çeşit çeşit biralar ve içkiler de var. Afiyetle yiyoruz hamburgerimizi. Bu sefer de memnun kalıyoruz. Tanesi 110 Lei, yani yaklaşık 210 TL gibi. Ne zamandır ülkemizde hamburger yemediğim için tam emin değilim ama, üç aşağı beş yukarı bizdekiyle aynı fiyat olduğunu tahmin ediyorum.

Yalnız garsonlar aşırı derecede asık suratlı. Hayır on altı on yedi yaşındasınız, hadi bilemedin yirmi olun. Bu yaşta bu kadar asık suratlı ve de aksi olmayı nasıl beceriyorsunuz?  Yemek bitince “hesap” demeye kalmadan ters ters bakarak “cash or credit” lafını öyle bir yapıştırıyor ki genç kız, resmen insan ürperip tırsıyor.

“Eh be güzelim” diyorum; tabii ki arkasından,

“Sen buralarda harcanıyorsun. Senin yerin gümrükte polis memuru olmakmış!”

Gülümsüyoruz. Ne yalan söyleyeyim, bu sefer fazla bahşiş vermek gelmiyor içimden, yine de 6 Lei bırakıyoruz, bir adet otobüs bileti parası… O da azıcık kibar olsaymış, çok bile bence…

Çıkışta hava serin. Parkın dışından eve doğru yürüyoruz. Bu şehirde her yer park gibi geliyor bana. Hep ağaç, hep yeşil! Ah yaa, bizde niye böyle olmamış, nasıl kıymışlar câanım ağaçlarımıza…

Eugen Doga Sokağı

Beşinci bölümde “Doğa Sokağı, Türk Sokağı “olarak adlandırıldığını internetten okuduğum sokaktan bahsetmiştim. Biraz araştırma yapınca sokağın adının Türkçe “doğa” dan gelmediğini fark ediyorum ve hemen düzeltiyorum efendim. Sokağın gerçek adı “Eugen Doga Sokağı”

Çoğumuzun bildiği, “Gramaphone Waltz “ adlı hayran olunası eseri ve yüzlerce senfoniyi, film müziğini, operaları bestelemiş bir sanatçı Eugen Doga. İşte o şahane vals…


Doğrusu hep dinlerdim ama bestecisine hiç dikkat etmemiştim bugüne kadar. Belki de sanatçıyı tanımak için Moldova’ya gitmem lazımmış!

Eugen Doga, 1937 Moldova doğumlu, şu anda 87 yaşında. Bir müzik dehası olarak bilinen sanatçının Atatürk’e hayran olduğu ve “Keşke bizim de böyle bir liderimiz olsaydı…” dediği de kayıtlara geçmiş. 2018 yılında Atatürk için bestelediği bir eserini Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde NHKM’de seslendirmiş.

Bu, Kşinev’in ilk trafiğe kapalı caddesine 2015 yılında sanatçının adı verilmiş. Caddenin girişinde, aşıklara adanmış şahane bir heykel var. 2023 yılında da bizim TİKA, Kşinev Belediyesi ile işbirliği yaparak sokağı yenilemiş.

Daha önce de belirtmiştim, girişte

“Bu Sokak, Türk Halkından armağandır” yazıyor. 


Her ne kadar ülkede Türk olduğumuzu duyanlar dostça yaklaşmasa da yüce gönüllülüğümüzle gurur duymamız lazım.

Girişte şahane aşıklar heykeli, yerdeki taşlar piyano tuşları şeklinde dizayn edilmiş. Sokağın isminin anlamıyla uyumlu olduğunu bu yazıyı yazarken fark ediyorum.

Sağlı sollu şık restoranlar, barlar var…  Ağaçların arasındaki zarif ışıklar, banklar huzur veriyor. Sakin ve keyifli bir sokak. Arka planda sokak müzisyeninin verdiği konserin sesi…


TİKA, madem böyle güzel sokaklar yapabiliyor, keşke mesela Taksim’e de yapsa bir tane diye düşünmeden edemiyor insan. Bence dizayn Moldova Belediyesi’nindir, para da bizden çıkmıştır. Sanki, ne bileyim; öyle gibi…

“Peki kim bu TİKA? Niye el alemin ülkesinde sokak yenilemeye para harcıyor ki? “ sorusu elbette benim gibi meraklı birinin aklına takılıyor. Efendim işte yanıtı:

TİKA- Türk İş Birliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı

Böyle afili bir açıklaması var TİKA’nın. Daha önce hiç duymamıştım. 1991’de SSCB dağılınca tarihi kültürel bağlarımızın olduğu Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan ve Kırgızistan gibi devletlerle kültürel, sosyal ve ekonomik çalışmalar yapsın diye kurulmuş TİKA. Yıl 1992. O dönemlerde başbakanlığa bağlı çalışıyormuş.

Hatta Moldova’da Gagavuz Türkleri’nin yaşadığı bölgede Atatürk Kütüphanesi açmışlar, Atatürk büstü yapmışlar. Bu çalışmalar elbette güzel. Ama Kşinev’de bu sokağın yenilemesini neden yapmışlar pek anlayamadım önce.

Meğer TİKA’nın organizasyon yapısı 2011 yılında yeniden yapılandırılmış. Bir KHK ile gücüne güç katılmış TİKA’nın. Her yıl daha çok ülkede ofis açılmış, dev bir organizasyon olmuş. Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar bilin bakalım kaç ofisi var TİKA’nın? Evet bilemediniz tabii ki. Bugün 61 ofisle 170’den fazla ülkede faaliyet gösteriyormuş. Bir çeşit reklam ajansı gibi ama bence hayır kurumu gibi…  Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı ve özel bütçeli bir kuruluş… Kendi deyimleriyle Anadolu’dan dünyaya uzanan gönül köprüleri kurmuşlar…

Neler yapıyor TİKA?

Mesela Afganistan’da meslekî eğitime destek vermişler. Daha 4 gün önce yayınladıkları habere göre Moldova’da bir okulun spor salonunu yenilemişler. “TİKA, Moldova’nın eğitim alt yapısını modernize etmeye devam ediyor” diye yeni bir haber daha var…  Mesela Cezayir’de çiftçilere destek olmak için tarım atölyeleri kurmuşlar. Somali’de hayvancılığa destek vermişler. Güney Kore’de iftar vermişler. Gürcistan’da yumurta ve tavuk üretimini desteklemişler. Kuzey Mekedonya’da uluslararası izcilik kampına destek vermişler. Kolombiya’da süt ürünleri işleme tesisi kurmuşlar. Hatta Roma’da 500 kişiye iftar bile vermişler! Yaaa! Daha neler neler Seyşeller’de bile bir hastaneye tadilat yapmışlar. Bu enteresan yardımların hepsine TİKA’nın sitesinden bakabilirsiniz.

Çok şaşırdım diyemeyeceğim. Bunlar olabiliyor artık.  İnsan imreniyor tabii ki, hani keşke bizim ülkemizde de bir ajans olsa ve böyle şeyler yapsa diye… Yani şimdi Moldova’nın parası bizim paramız TL’nin iki katı değerliyken onların okullarına laboratuvarlar falan açmış TİKA.

Ne diyeyim; bir şey demeyeyim.

Bu TİKA’nın bütçesi ne acaba?

Tamam tamam kapatıyorum konuyu. Yazı güya gezi yazısıydı, bir sokak isminden nerelere geldik! Gezince neler neler öğreniyor insan yahu! Keşke daha çok gezmeye fırsatımız olsa dimi ama…

Neyse işte, eve geliyoruz. Elimde, yüzümde ve kolumda sert sivilce gibi bir şeyler çıkmış. Demek yerel yemekleri denesem neler olacaktı… Allahtan bu yaz çokça alerji olduğum için yanımda ne olur ne olmaz diye kurtarıcı “Allerset” getirmişim, sabaha bir şeyciğim kalmıyor.

Öyle de güzel uyutuyor ki bu hap…

ARKASI YARIN…

Kşinev yazılarının hepsi burada

   


Devamını Oku

23 Ekim 2024 Çarşamba

Kşinev Gezi Hikâyem #7 – Üçüncü Gün, Puşkin Müzesi Heyecanı

Bugün günlerden 12 Ekim Cumartesi.

Böyle bir cümleyle giriş de “Kendini gezgin sanan kişinin seyir defteri” gibi bir giriş oluyor ama ne yalan söyleyeyim pek havalı…

Güne Başlayış

Moldova hava durumuna bakıyorum; dün sonbaharın en sıcak son günüymüş. Ne şanslıyız. Bu sıcak günü göl kenarında ve parklarda değerlendirdik.

Dünün aksine bu sabah hava kapalı. Ben böyle 13-14 dereceli, bulutlu, kapalı havaları severim. Yağmur yağmazsa şahane. Çok heyecanlıyım; çünkü bu şehirde en çok görmek istediğim yer olan Puşkin Müzesine ve dün giremediğimiz tarih müzesine gitmeyi planlıyoruz. Umarım bugün su gibi akar…

Bileğimin ağrısı oldukça şiddetli. Bu nedenle kahvaltıdan sonra evden iki gibi ancak çıkabiliyoruz. Motive olmam uzun sürüyor. Merhem, eft, masaj; hiçbiri bana mısın demiyor. Yormaya devam bakalım…

Serin havada günün renkleri sanki romantik bir filtreden geçmiş gibi; çok hoş… Bir de rüzgâr olmasa. Aslında 14 derece üşütücü bir sıcaklık değil ama rüzgâr kötü ısırıyor. Tişört ve montla çıkmıştık; dönüşte svetleri de almak lazım. İstikamet Puşkin Müzesi, eve sadece 600 metre uzaklıktaymış. Rahatlıkla gidebiliriz, bir şairin bir dönem yaşadığı evi göreceğim için çok ama çok heyecanlıyım.

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin! Sadece isminin tınısı bile kulağa ne kadar hoş geliyor. Rusya’nın ulusal şairi, oyun yazarı, romancısı, Modern Rus Edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen sanatçının bir dönem sürgünde yaşadığı evi gezme şansı… Müthiş hissediyorum.

1799 yılında Moskova’da doğmuş Puşkin. Günümüzden 225 sene önce… 1837’de bu dünyadan göçmüş. Sadece 38 sene yaşamış ve bir aşk düellosunda savaşarak ölmüş…  Kendisi, Çarlık Rusya’sında soylu bir ailenin çocuğu. Fransız mürebbiyelerle falan eğitilmiş. Aristokrat çocuklarının okuduğu, dış dünyadan kopuk bir okulda okumuş. Soylulara yakışan bir meslek ve unvan edineceğine daha lisedeyken başlamış hiciv içeren özgürlükçü şiirler yazmaya… İçi asiymiş demek ki!

 Hem de o dönem şiirde kullanılmayan kaba ve gündelik dil ile. Yani düşünsenize; aile ne hayallerle Rus Çarı’nın açtırdığı özel ve halktan yalıtık okula göndermiş çocuğu. Çocuk, Rus şiirinde ilk kez halkın hayranlıkla karşıladığı özgürlükçü ve taşlamalı şiirler ve hikayeler yazan bir şair olup çıkmış! Bu ne yaman çelişki değil mi! Su akıyor, bir şekilde yolunu buluyor.

 Dış işleri bakanlığında çalışırken şiirleri halk içinde yayılmaya başlamış Puşkin’in. Rusya’daki askerî yönetime karşı çıkan şiirlerinde ne klasik şiirin kuralları var ne de Romantik etkiler! Gerçekçi!

Gerçekçi ve eleştirel yazan sanatçıların başına böyle rejimlerde ne gelir? Evet bildiniz, cezalandırılırlar! 

Puşkin’e de önce başkente girme yasağı getirilmiş dört sene boyunca. Köyünde sürgün yaşama mahkûm edilmiş, başına da gardiyan olarak babasını görevlendirmiş Çar. Polis baskınları, aşk serüvenleri derken sürgün yıllarında romanlar ve sivil özgürlükler hakkında şiirler yazmış. Çar Sibirya’ya sürgüne göndermek istemiş sonra, araya tanıdıklar falan girmiş de Moldova’ya göndermişler nihayetinde. 1820’den sonra 3 yıl yaşamış günümüz Moldova’sında. Bu sürgün döneminde 160’tan fazla eser yazmış.

Puşkin Müzesi

Caddeden ara sokağa kıvrılarak sapa bir yola giriyoruz ve kolayca buluyoruz müzeyi. Büyük bir bahçe içinde uzun, önündeki kaldırım taşlarının da döneme uygun bir şekilde düzenlendiği bir yer. Bir sürü kapısı var ama içeriye nereden girildiği belli değil. Kare şeklindeki yerleşkenin paralel sokağa bakan arkasına dolanıyoruz. Oldukça ıssız sokakta demir kapıyı buluyoruz nihayet. Üzerinde kırmızı halkalar şeklinde boyanmış bir kağıdın, ortasında  adeta saklanmış mini minnacık zil! Güçlükle fark ediyoruz,  neredeyse geri döneceğiz!

Bu Moldovalılar kapı girişleri ve ziller konusunda gerçekten tuhaflar. Saat 15:15; müze de 16:00’da kapanıyormuş. Bir kadın kapıyı açıyor ve merkezi bir avluya giriyoruz. Kadın düzgün bir İngilizce ile sadece 15 dakika kaldığını söylüyor, anlamıyoruz neden öyle diyor. Kalan yarım saatte makyajını mı tazeleyecek acaba? “Giriş kapısını bulamadık” diyorum, gülümsüyor. İnsan “kapı şurada” gibi bir şeyler yazar, ne bileyim ok falan çizer. Neredeyse 10 dakika kaybettik içeriye girene kadar. Dedim ya, tuhaflar ve biraz da takmıyorlar gibi, telaşsızlar… Kapıdan dönsek umurlarında mı sanki…

Oh be nihayet girebiliyoruz bir müzeden içeriye. Geniş bir bahçede upuzun bir bina L şeklinde uzuyor ve bir de müştemilat gibi küçük bir ev var. Puşkinciğimiz bu küçük evde yaşamış meğer…

Giriş kişi başı 10 Lei, cep telefonuyla fotoğraf çekmek için ilave 10 Lei daha alıyorlar. Fiyatlar neredeyse bedava gibi…

Bizi karşılayan kadın, aramızda Türkçe konuştuğumuzu duyunca Türkçe konuşmaya başlıyor. Gagavuz Türklerinden olabilir kendisi. Haftada iki gün Türkçe rehberlik hizmeti veriyormuş ama bugün o günlerden değilmiş. Mutlaka bir daha gelmeliymişiz. Bu ısrarın ve Türkçe konuşmasının arkasında sanki biraz para kokusu alıyorum, biraz da ürküyorum açıkçası. Manavda Türkçe kazıklanma hikayemiz çok yeni çünkü. İyi ki de rehberlik etmedi bence…  

Çok alçak tavanlı bir bina burası. Diğer müzelerde olduğu gibi odalardan odalara geçiliyor. Girişte Puşkin’in heykeli…


Duvarlar canlı yeşile ve maviye boyanmış, yerlerde bizimkilere benzeyen desenlerde kilimler.

Camlı bölmelerde Puşkin’in el yazısıyla yazılmış yazıları, eskizleri çok etkileyici. Bazı yazıların yanına insan suretleri çizmiş.


 Bir oturma odası, bir piyano, heykeller, sanatçının kullandığı objeler, resimler…


Ama anlamak pek de kolay değil. Neden? Çünkü yazılar İngilizce değil! Sadece bakıyor ve müzenin ruhunu hissetmeye çalışıyorum. Çok etkileyici, bir de anlasam ne hoş olurdu kim bilir…

Uzun bina bitince bahçede, şairin yaşadığı asıl binaya yani müştemilat gibi olana giriyoruz. Girişte küçücük bir oda, alçak tavanlı… Sağ tarafta dar bir yatak, duvarda soba, ortada bir çalışma masası, mütevazı bir koltuk, yerde desenli kilimler.





 Odanın çıkışında üzerinde ibrik olan bir el yıkama yeri, arkada küçük bir mutfak.  Hepsi bu…  


Yazar, Eugene Onegin adlı romanını bu evde yazmaya başlamış. Ben henüz okumadım bu kitabı, ilk fırsatta almalıyım.  Yüzbaşı’nın Kızı romanı’nı ise çok sevmiştim. Çok mutlu oluyorum bu deneyimi yaşadığım için. Bir Rus Klasik yazarının evindeki havayı soludum, böyle güzel nice deneyimlerim olsun...

Müzeden çıkınca eve uğrayıp svetlerimizi alıyoruz. Rüzgâr gerçekten de çok soğuk hissettiriyor.

 ARKASI YARIN…

Kşinev yazılarının hepsi burada…

   


Devamını Oku